“Bilimin evrensel değerleri içinde etik ölçütlerde geçerli ve gerçekçi bilgi üretme, bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştürme, yerleşik teorilere itiraz ederek yeni yaklaşımlara yönelme, belli bir problem alanı tanımlayarak yeniliğe dayalı araştırma yapma, bilimsel çalışmalarda nicelikten çok niteliğe değer veren bir yaklaşıma sahip olma, kısaca -mış gibi değil, gerçekçi bilim yapmak istiyorsanız Türkiye çok ama çok zor bir ülke.”
Sunuş
Prof. Dr. Tayfun Uzbay ile yapılan okuyacağınız söyleşi, İstanbul Eczacı Odası yayını olan Havan dergisinin Nisan 2016 tarihli 72. sayısında yayınlandı. Söyleşiyi yayınlamamıza izin veren Sayın Tayfun Uzbay’a, söyleşiyi gerçekleştiren Sayın Merve Memişoğlu’na ve Havan dergisi yöneticilerine teşekkür ediyoruz.
– İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesinden sonra Tıbbi Farmakoloji alanında uzmanlaştınız. Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ni tercih etmenizin en önemli nedeni neydi? Askeri bir eğitimin size sağladığı artılar ve eksiler neler oldu?
– Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) mecburi bir tercihti. Ben burslu askeri öğrenci olarak eğitimimi sürdürdüm. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde ilk yarıyılı sivil okudum. Kalan 3,5 yıl boyunca askeri öğrenciydim. 1982 yılında mezun olunca da eczacı sınıfından teğmen rütbesi ile Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) katıldım. 1981 yılında GATA Tıp Fakültesi kuruldu. TSK sağlık alanında akademik lisansüstü eğitim almak isteyenlere GATA’da bu işi yapma zorunluluğu getirdi. Bu bir bakıma yeni kurulan Askeri Tıp Fakültesi’ne öğretim üyesi yetiştirmeyi de amaçlayan olumlu bir yaklaşımdı. Kıta hizmetimi 1983-1985 yılları arasında 5. Kolordu, Çorlu Askeri Hastanesi Baş Eczacı Vekili, Eczane şefi ve 1. Ordu, Tekirdağ 807/2 İlaç Deposu Takım Komutanı olarak tamamladıktan sonra GATA’da açılan Tıbbi Farmakoloji Yüksek Lisans kadrosuna başvurdum. Sınavı kazanarak GATA’da önce yüksek lisansımı tamamladım. Daha sonra doktoraya devam ettim. Hoca ve altyapı yeterli olmadığından doktora eğitimimi Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde rahmetli Prof. Dr. Oğuz Kayaalp’in danışmanlığı altında tamamladım.
Daha sonra GATA Tıbbi Farmakoloji Anabilim Dalı’nda Yardımcı Doçent, Doçent ve Profesör oldum. Bu bölüme 8 yıl Anabilim Dalı Başkanlığı yaptım. GATA Tıp Fakültesi’nde 1993-2012 yılları arasında Tıbbi Farmakoloji derslerini verdim. Sonuç olarak, GATA bir tercih değil mecburi istikametti. Mesleki ve bilimsel eğitimim sivillerle aynı idi. Sadece TSK adına burslu eğitim görürken kalmakta olduğum Fakülte ve Yüksek Okullar (FYO) Askeri Öğrenci Komutanlığı’nın kendine özgü askeri kuralları ve yaz aylarındaki eğitimleri vardı. Bunların bilimsel çalışma disiplini edinmemde faydasını gördüm. Askeri hayatta zamanı verimli kullanma, zor koşullara dayanma, aza kanaat etme ve sorunları çözme becerileri geliştirdim. Öğrenciyken İsveç’in Stockholm şehrinde gerçekleşen 28. IPSF (International Pharmacy Student Federation) Kongresi’ne katılıp sözlü bildiri sundum. Bildirim sunulmak üzere seçilince kongreye TSK’nın desteği ile gittim. Bana hizmet pasaportu verildi, gidiş-dönüş uçak biletim ve kalacağım yerin parası ödendiği gibi ayrıca yeterli cep harçlığı da sağlandı.
Tayfun Uzbay’ı yaratan süreç
O seyahatte Karolinska’yı, Nobel Ödülü’nün verildiği salonu ve Nobel Müzesi’ni gördüm. Bu hayatımın dönüm noktası oldu. Bilimi bu kadar sevmemin ve bu kadar çok çalışmamın en büyük nedenlerinden biri bu seyahattir. O toplantıya milletin parası ile gittim. Bunu hiç unutmadım. O yüzden elimden geldiği kadar Türkiye’de ve TSK’da bilim yolu ile ülkeme hizmet etmeye çalıştım. Bu süreçler bugünkü Tayfun Uzbay’ı yarattı. Artısına da eksisine de siz karar verin. An itibarı ile Tayfun Uzbay’ın varlığı ülkeye bilimsel bir fayda sağlamışsa süreç artıdadır.
– Şizofreni tedavisi ve tanısında birçok çalışmanız oldu ve hastalığa çare bulma yolunda somut veriler elde ettiniz ve patentini aldınız. Bu başarı öyküsü kaç yıllık bir çalışma sonucu ortaya çıktı?
– Bu gerçekten bir başarı öyküsü müdür? Bilemiyorum. Kuşkusuz şizofreni etiyopatojenezinin bugünkü temelini oluşturan dopamin hipotezinin yetersizliğine işaret ederek alternatif bir yol sunmak önemli bir şey. Bunu bir Amerikalı veya Avrupa Birliği ülkesinin biliminsanı yapsa herkes dikkat kesilirdi. Batı bilimsel arenada bunları hep yapıyor, biz de takip ediyoruz. Benim ileri sürdüklerim incelemeli patent ile tescil edildi. Tescil edilen ve keşif olduğu onaylanan üç adet molekül söz konusu. Bu moleküllerin şizofreni tedavisinde kullanılabileceğini öngörüyoruz. Buraya kadar tamam. Yeni bir mekanizma ve yeni ilaç molekülleri söz konusu ve iddia üç aday molekül ile destekleniyor. Benim rüyam bunları yerli endüstrinin desteği ile Türkiye’de ilaca dönüştürmekti. Bunun için izlenecek yol ve prosedür bellidir.
Türkiye’de yasal zeminde molekülden ilaca gidecek araştırma ve geliştirme faaliyetlerine engel hiçbir şey yok. Benzer yoldan Küba ve Tayvan gibi ülkeler kendi sağlık bakanlıklarının desteği ile kendi ilaçlarını üretiyorlar. Ben Türkiye’de bu yolun açılmasını istedim. İncelemeli patenti alınmış moleküllerin uygun yatırım ve bilimsel araştırma desteği ile insana verilebilir bir ilaç haline dönüştürülebilmesi çalışmalarının önü açılsın istedim. Süreç benim yaklaşımımın doğru olup olmadığını net olarak ortaya koyabilirdi. Maalesef böyle olmadı. Yerli ilaç endüstrisinin ve TÜBİTAK’ın “milli ilaç” geliştirme konusunda samimi olmadığını gördüm. Şizofreni gibi dünyanın çözüm bekleyen 20 problemi arasında değerlendirilen bir hastalığın tanı ve tedavisine bilimsel verilere dayanarak farklı bir öneri sunmak, bunu yerleşik bilgilere meydan okuyarak gerçekleştirmek ve incelemeli bir patent ile teyit ettirerek görüşünüzü destekleyen nitelikli bilimsel makalelerle pekiştirmek belki bir başarı öyküsü kabul edilebilir; ancak benim varmak istediğim hedef daha ilerisiydi. O nedenle ben kendimi başarılı görmüyorum. Şu anda belirsiz bir zondayım. Haklı olup olmadığım, hastalık tedavi edilerek klinikte ispatlanmış değil.
Bu kadarına kaç yılda ulaştık derseniz şizofreni ile ilişkili süreç 5-6 yıllık çalışmaların sonucu. Bu patenti üreten laboratuarın kuruluşu ve bu noktaya gelişi ise ilave bir 10-12 yıl almıştır.
Düzmece iddialarla cezaevine
– Bu büyük buluşun ardından filmlere konu olacak şekilde adli takibe alındınız ve ardından casusluk ve şantaj gerekçesiyle tutuklandınız. Bu süreci bize anlatabilir misiniz?
– Buluşun ardından önce güzel gelişmeler oldu aslında. Genelkurmay Başkanlığı, Yeni Buluşlar Şerit Rozet Beratı ve Karargâh Üstün Hizmet Ödülü verdi. TÜBİTAK, projemi başarı öyküsü olarak gösterdi. Ege Üniversitesi, Ege Üniversitesi Bilim Teknoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi -EBİLTEM-, TÜBİTAK ve ELGİNKAN Vakfı’nın ortaklaşa düzenlediği bir inovasyon yarışmasında birincilik ödülü kazandık. Amerika Birleşik Devletleri’nde Kaliforniya Üniversitesi’nden davet alarak orada ve başka birçok bilimsel toplantıda bu konuda konferanslar verdim. Herhangi bir bilimsel itiraz ile karşılaşmadım. Sonrasında birdenbire garip şeyler olmaya başladı.
Bazı internet sitelerinde beni karalayan yazılar çıktı. Bunlar özetle benim şizofreninin şifresini çok önceden çözdüğümü, insanları şizofren yapmak ve suç işletmek için agmatini etik dışı yollardan kullandığımı iddia ettiler. Bunlarla ilişkili savcılığa şikâyetlerimden bir sonuç alamadım. Bundan bir süre sonra da yine sahte isimlerle çeşitli kurum ve kuruluşlara ve akademisyenlere benim herhangi bir buluş yapmadığımı, bir sahtekâr olduğumu, hasta ve hasta yakınlarından menfaat temin ettiğimi ileri süren e-postalar ve imzasız mektuplar gönderildi. Ardından GATA’da hakkımda çeşitli idari soruşturmalar başladı. İlginç olarak bu soruşturmaların isimsiz mektuplarda ve e-postalarda konu edilenlerle hiçbir ilgisi yoktu. Daha da ilginci bu soruşturmaların ordudan ihraç istemiyle askeri mahkemelerde iki farklı davaya dönüşmesiydi. İki askeri mahkeme davası arasında da İzmir’de faaliyet gösteren sözde bir casusluk ve fuhuş örgütünün üyesi olmak ve örgüte doküman kazandırmak iddiası ile tutuklanarak 9 ay cezaevinde yattım. İddiaların tümü düzmece idi ve sahte delillere ya da delil niteliğine sahip olmayan dokümanlara dayanıyordu. Hakkımdaki tüm suçlamalardan beraat ettim. Ancak bunlar henüz kesinleşmedi. Yargıtay aşamasında.
Bilime saygı yok
– Türkiye’de akademisyen olmayı nasıl tanımlıyorsunuz? Türkiye’de eczacı olmayı nasıl tanımlıyorsunuz?
– Bu sorunun yanıtı akademisyenliği nasıl tanımladığınıza ve nasıl konumlandırdığınıza göre değişir. Türkiye’de her alanda olduğu gibi akademik yaşamda da liyakatten çok sadakat önemlidir. Gelişmiş ülkelerin aksine bizde insana değil, binaya ve alete daha çok yatırım yapılıyor. Araştırmadan daha çok ders anlatmaya ve idari görevlere ağırlık veren, günü geldiğinde akademik aşamaları için yeterli sayıda araştırmayı gerçekleştirebilen ve uygun konumlarda kendilerine kadro bulan akademisyenler için Türkiye iyi bir ülkedir. Maaşınızı alır, geçinir gidersiniz. İçeride veya dışarıda yayın üretme becerisi olan bir bağlantınız da varsa yayın ve atıf sayınızı artırıp bilimsel göstergeleri yüksek bir akademisyen görüntüsü de verebilirsiniz.
Bilimin evrensel değerleri içinde etik ölçütlerde geçerli ve gerçekçi bilgi üretme, bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştürme, yerleşik teorilere itiraz ederek yeni yaklaşımlara yönelme, belli bir problem alanı tanımlayarak yeniliğe dayalı (inovatif) araştırma yapma, bilimsel çalışmalarda nicelikten çok niteliğe değer veren bir yaklaşıma sahip olma, kısaca -mış gibi değil, reel, yani gerçekçi bilim yapmak istiyorsanız Türkiye çok ama çok zor bir ülke. Yolunuz reel bilim ise çölde nilüfer yetiştirmek kadar zor bir işe giriştiğinizi veya Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya yeltendiğinizi bilmeniz gerekiyor. Türkiye henüz bir bilim toplumu değil. Bilime saygı yok. Bilim akademik kurumlarda bile içselleştirilememiş. Yolu reel bilim olan biliminsanlarımızı koruyacak bir sistem de yok. Reel bilim ile uğraşan akademisyenin bırakın dışarıyı kendini Türkiye’de kabul ettirmesi çok zordur. Bu görüşümü doğrulayan en net veri nitelikli biliminsanlarımızın Türkiye dışına gitmeleri ve iklimi müsait ülkelerde reel bilim yapmalarıdır. Bunların bazıları Türkiye’de kalsalar ulaşamayacakları bazı önemli başarılara da imza atmaktadır. Bunun en son ve çarpıcı örneği geçen yıl Nobel ödülü kazanan Aziz Sancar hocadır.
Bilim insanı kimsenin adamı olmamalı
Bilimsel iklimi düzeltmek de o kadar kolay değil. Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) kimlerin seçileceği, önemli bilim ödüllerinin kimlere verileceği, önemli üniversitelerin araştırma yapılabilecek bölümlerini kimlerin işgal edebileceği, endüstri tarafından kimlerin hangi çalışmalarının destekleneceği, buluş yapılacaksa kimler tarafından nasıl ve hangi alanda yapılacağı ve kimlerin destekleneceği noktasında nitelik, yani liyakat çok defa göz ardı ediliyor. Hangi dönemde olursa olsun iktidarı elinde tutan siyasi otoritenin ideolojik yaklaşımı, çeşitli alanlarda etkin olan güç odakları, cemaat ve grupların üyesi olup olmadığınız, üyesi değilseniz onların size bakış açısı işinizi kolaylaştırabiliyor ya da çok zorlaştırıyor. Oysaki biliminsanı kimsenin adamı olmamalı, özgür ve evrensel düşünmeli, tarafsız olmalı. Niteliğine göre değerlendirilmeli. Siyaset ve ideoloji üzerinden yapılan bilim maalesef çok da gerçekçi olmuyor; sağlıklı bilimsel bilgi üretemiyor.
Cezaevinde de bilimsel çalışmalara devam
– Bir demecinizde “Benim yerim araştırma laboratuvarıdır! Kontrollü ev hapsi verecek olurlarsa ben laboratuvarı tercih ederim.” demişsiniz. Bilime böylesine sevdalı bir insana verilebilecek en büyük ceza, onu çalışma ortamından uzaklaştırmak olabilir. Laboratuvardan ayrı olduğunuz o dönemde neler yaptınız? Kendinize zihinsel aktivite çalışma alanı bulabildiniz mi?
– Başka ne diyebilirdim ki. Hapse atıldığımda patent aldığım konuda ileri araştırmaları destekleyen TÜBİTAK’tan onay almış yürütücülüğünü yaptığım 2 yeni projem vardı. O sırada adalet sisteminde yapılan bazı iyileştirmeler doğrultusunda denetimli serbestlik veya ev hapsi gibi uygulamalar getirilmişti. Bırakılsam laboratuvardan başka nereye gidebilirdim ki?
Aklım projelerimde idi. O sözü biraz da biliminsanı olarak tutuklandığıma ve ortada tutuklanmamı gerektirecek ciddi bir delil olmadığına dikkat çekmek için söyledim. Sonrasında Milli Savunma Bakanlığı’na dilekçe göndererek cezaevinde bilimsel çalışmalarımı yürütmek istediğimi bildiren bir dilekçe verdim. Sanırım bir ay sonra olumlu yanıt geldi. Bana haftada üç gün 2 saat kütüphanede bilgisayar kullanma ve istediğim bilimsel dokümanları cezaevine getirtme izni verdiler. Bir de bilgisayarımda yer alan tüm bilimsel verilerim kontrol edildikten sonra kütüphanedeki bilgisayara yüklendi. Zamanla internete bağlantı olmaması koşulu ile bilgisayarda daha fazla süre çalışmama izin verildi. Bu süreçte TÜBİTAK projelerinden birinin sonuçlarını değerlendirerek uluslararası nitelikli bir dergide yayına kabul edilip yayımlanan bilimsel makaleyi yazdım. Bu makalenin sonuçları çok önemlidir. İleri sürdüğüm görüşü ilk kez klinik verilerle destekledi.
Ayrıca elimde yıllardır madde bağımlılığı konusunda biriktirdiğim dokümanlar vardı. Bunları kullanarak Türkçe bilimsel referans olabilecek Madde Bağımlılığı kitabını yazdım. Kitap tahliyem sonrasında basıldı. Binden fazla kaynakla desteklenen iyi bir eser oldu diye düşünüyorum. Bu konuda Türkçe yazılmış güncel bir bilimsel kaynak kitap da yoktu. Burada ulusal bilime de katkı sunduğum düşünülebilir. Sonuçta cezaevinde de bilimsel çalışmalarıma devam etmeye gayret ettim.
Şizofreni tedavisi için…
– Şizofreniye neden olduğunu tespit ettiğiniz bir nörokimyasal olan Agmatin’le ilgili bilgi verebilir misiniz? Nasıl bir mekanizma ile şizofreniye neden oluyor?
– Agmatin, L-argininden sentezlenen doğada ve endojen olarak sıcakkanlılarda da bulunan bir poliamin. Agmatinin beyindeki kimyasal iletide rolü olabileceğine dair kuvvetli bilimsel veriler mevcut. Eski kaynaklar agmatinin vücuttaki yıkım ürünleri olan spermin, spermidin ve putresin gibi başka poliaminlerin şizofreni hastalarının kanlarında ve beyin omurilik sıvılarında, ayrıca post mortem incelemelerde, beyinlerinde normalin çok üzerinde olduğunu gösteriyordu. Poliamin yüksekliğinin yol açtığı poliamin stresi ile agresif intiharlar arasında da bir bağlantı bulunmakta. Şizofreni başarılı intiharların en sık görüldüğü hastalık. Biz laboratuvarda spermin, spermidin ve putresinin bir üst basamağında yer alan olası nörotransmitter agmatinin yüksek dozlarında deney hayvanlarında şizofreni etkisi oluşturduğunu gösterdik. Kullandığımız yöntem dünyada kabul gören ve şizofreniye ilaç geliştirme çalışmalarında tarama testi olarak ciddi değeri olan bir test. Bunu da Türkiye’ye ilk kez biz getirdik ve uyguladık. Kimse bilmiyordu. Şimdi birçok üniversitede kullanılıyor.
Bizim bulgularımız poliamin stresi ve poliamin yüksekliği ile şizofreniye işaret eden önceki verilerle örtüşüyordu. Poliamin yüksekliği ile şizofreni arasında gerçekten bir ilişki varsa agmatin sentezinin inhibe edilmesi tedavide etkili olabilir öngörüsü ile agmatin sentezini inhibe eden üç molekül saptadık. Bunların şizofreniyi tedavi edebileceği iddiası ile patent başvurusu yaptık ve incelemeli patent aldık. Bundan sonraki hedefimiz patenti alınan moleküllerin önce preklinik çalışmalar ile deney hayvanlarında toksisitesini ve farmakokinetik özelliklerini belirleme, ardından insana verilebilecek bir farmasötik şekle dönüştürme ve Sağlık Bakanlığı’nın da izni ve katılımı ile Faz 1, 2 ve 3 çalışmalarını yürütmek üzere yola çıkmaktı. Maalesef yukarıda da bahsettiğim nedenlerle bu yola çıkamadık.
Gerek deney hayvanlarındaki gözlemlerimizi gerekse klinikte elde ettiğimiz, şizofreni ile yüksek kan agmatin düzeyi arasında ilişki olduğunu gösteren çalışmamızın sonuçlarını önemli bilimsel dergilerde yayımladık. Karşımıza çıkan bir diğer zorluk da patentini aldığımız kimyasalların Amerika Birleşik Devletleri’nde tarımda parazit ve mantar öldürücü olarak kullanılması ve dışarı satışının olmamasıdır. İlginç olarak bazı bitkilerde (bunlardan biri tütün bitkisidir; tütün kullanımı ile şizofreni arasında da ciddi bir ilişki vardır) “plant suicide” (bitki intiharı) denilen bir durum söz konusu. Bunun poliamin yüksekliği ile ilişkili olduğu görülmüş. Bizim patentini aldığımız ilaçlardan biri tarımda plant suicide’ı önlemekte başarı ile kullanılıyor. Bunlar insanlarda da işe yarayabilir. Çok daha önemli başka bir şey daha var. Patenti alınan moleküller parazit ve mantar öldürücü demiştik. Şizofreniye bir mikroorganizmanın neden olabileceğini de göz ardı etmemek gerekiyor. Kedilerden gebe kadınlara oradan da anne karnındaki fetusa geçen Toxoplazma gondii paraziti ile şizofreni belirtileri arasında ciddi bir bağlantı olabileceğine işaret eden bilimsel veriler var. Sifilis etkeni bir spiroket olan Troponema pallidum hastalığa dirençli olan bireylerde yıllar sonra şizofreni belirtilerine neden olmaktaydı. Buna nörosifiliz deniliyordu ve hastalığın penisilinlerle tedavi edilmesi sonrası artık sık görülmüyor. Son yıllarda mikroorganizmaların mental hastalıklara neden olabileceği şeklindeki görüş, yeni bilimsel verilerle giderek güçleniyor. Eğer şizofreniye bir parazit veya mantar neden oluyor, bu etken de poliamin düzeyini yükseltiyorsa ve bizim patentini aldığımız moleküller spesifik olarak bu etkeni yok edebiliyorsa o zaman bu müthiş, rüya gibi bir keşif olur; yaklaşımım şizofreninin kökten tedavisi anlamına gelebilir. Ayrıca, eğer haklıysam kanda agmatin tayini şizofreni tanısı ve tedavinin seyrinin izlenmesi bakımından çok önemli bir parametre olabilir.
Sabır ve empati ile yaklaşılmalı
– Biz eczacıların şizofreni ve madde bağımlılığı yaşayan hastalara yaklaşımı nasıl olmalı?
– Madde bağımlılığı da şizofreni de ciddi beyin hastalıkları. Bu iki hastalığın birbiri ile kesiştiği birçok nokta var. Örneğin bağımlılık yapan maddeler uzun süreli kullanımları sonrası veya bazıları da akut kullanımda şizofreni benzeri belirtiler ortaya çıkarabiliyor. Ayrıca şizofreni hastalarında sigara ve alkol başta olmak üzere madde kullanımına eğilim oldukça fazla. Bunlar hasta yakınları açısından da oldukça zor hastalıklar. Özellikle şizofreni hastaları mevcut ilaçlarla radikal bir çözüm elde edemediklerinden ilaç uyunçları iyi olmuyor. Hasta yakınları da bezgin oluyorlar ve depresyon başta olmak üzere başka ruhsal sorunlar yaşıyorlar. Öte yandan bu hastalar ve yakınları başka birçok sıkıntılı kronik hastalıkta olduğu gibi bilim simsarlarının ve sahtekârların peşine takılıp ciddi zararlar yaşayabiliyor.
Eczacının bir sağlık profesyoneli olarak öncelikle hastaları ve hasta yakınlarını, ilaçlarını doğru biçimde kullanmaları, doktorlarına güvenmeleri, daha iyi tedavi olacağı düşüncesi ile doktor dolaşmamaları ve modern tıp yöntemleri dışına çıkmamaları konusunda ikna edici bir yaklaşımla bilgilendirmeleri gerekir. Sürekli olarak ilaçlarını aynı eczaneden temin eden bu tip hastaları varsa hastayı izleyen doktor ile de kolayca bağlantı kurabilecek şekilde tanışmaları çok iyi olur. Eczacı ve psikiyatrist arasında sağlıklı bir diyalog olması, hastanın ilacını doğru kullanması, yan etkiler veya etkisizliğe bağlı doz ayarlaması veya ilaç değiştirilmesi gereksiniminin zamanında ve doğru şekilde belirlenmesi açısından çok önemlidir. Eczacının bu konudaki bilgilerini güncel tutması, bunun için bilimsel gelişmeleri yakından takip etmesi, hasta yakınlarına sabır ve empati ile yaklaşması da önemlidir.
Katılımı nasıl artıracağımız konusunda kafa yoruyoruz
– Üsküdar Üniversitesi öğretim üyeliği, Nöropsikofarmakoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürlüğünün yanında Türk Eczacıları Birliği (TEB) Eczacılık Akademisi Başkanlığı görevini de yapıyorsunuz. Eczacıların kendilerini geliştirme süreçlerinde TEB Akademi olarak hedefleriniz neler olacak?
– Yeni dönemde akademide yer alan diğer değerli üyelerle birlikte önceliği Meslek İçi Eğitim Programları’nın (MİEP) eczane eczacısının talep ve ihtiyaçları doğrultusunda güncellenmesine verdik. Bunun için 54 Eczacı Odası’na yazılı başvuru yaparak talep ve önerilerini istedik. Yazılı geri dönüşlerin yanı sıra, telefon veya başka yollarla da bana veya diğer üyelerimize ulaşan tüm talepleri dikkate alarak programlarda yenileştirmeye gidiyoruz. MİEP’ler eczane eczacısına yönelik olarak gerçekleştiriliyor.
Uzun süredir bu programlara eczacının katılımının neden az olduğuna ve katılımı nasıl artıracağımıza yönelik kafa yoruyoruz. Sahada çalışan eczacı, fakültede okuduğu derslerin tekrarına dayanan bir eğitim istemiyor. Öte yandan önemli ilaç etkileşmeleri, gebelik-emzirme, yaşlılık, çocukluk dönemi gibi kritik yaş gruplarında ilaç kullanımı güvenliği gibi konulara ilgisi var; ancak burada eğitimin veriliş biçiminin daha dinamik ve pratik bilgiler veren bir nitelikte olmasını arzu ediyor. Ayrıca sadece eczacılık alanından değil sosyoloji, psikoloji, siyaset, gazetecilik, sanat, hukuk ve felsefe gibi alanlardan da eğitim almak veya bu alanlardan önemli şahsiyetler ile buluşmak, söyleşmek istiyor.
Akademi bu talepler doğrultusunda hızla gerekli yenileştirme çalışmalarını başlattı. Bu yazı çıktığı sıralarda Akademi web sayfasından güncellenmiş son durumu ilan etmiş olacağımızı sanıyorum. İlaç ve Eczacılık Hukuku ile Kişisel Gelişim ve İletişim Becerileri gibi yeni başlıkların yanı sıra birçok mevcut programın yapısı ve hoca kadrosu daha dinamik bir halde sunulacak. Kişisel gelişim ve iletişim becerileri başlığı altında, piyasada türeyen, eczane koçu gibi garip isimlerle faaliyet gösteren ve sağlık danışmanlığından çok ticareti ve satışı önceleyen kişilerin yarattığı kirliliğin de önünü almayı hedefliyoruz. Bu eğitimler eczacının sağlık profesyoneli ve sağlık danışmanı kimliğini ortaya çıkaracak.
Felsefe, sanat, siyaset, gazetecilik vb. gibi alanlarda eğitim yerine, talep gelebilecek kişilerle söyleşi veya buluşma tarzı organizasyonlara destek vermeyi düşünüyoruz.
MİEP dışında, Akademi’nin her yıl verdiği Bilim, Hizmet ve Teşvik Ödülleri’ni sürdürmek, ilacın söz konusu olduğu her noktada halkın doğru bilgilendirilmesi için çalışmak, medya aracılığı ile yaratılan bilgi kirliliği ile mücadele etmek, eczacılık fakültelerindeki eğitimin niteliği için çaba sarf etmek ve yeniliğe dayalı bir ilaç AR-GE’si için kamuoyu oluşturmak diğer hedeflerimiz arasında gösterilebilir.
Mesleğimizin saygınlığını korumak
– Hem Türk Eczacılar Birliği’nin, hem de İstanbul Eczacı Odası’nın bu yıl 60. kuruluş yıldönümünü kutluyoruz. Bu konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?
– Altmış yıl bir ülkede mesleğin belli bir olgunluk düzeyine ulaşması için yeterli bir süre. Bu yıl Türk Eczacıları Birliği’nin 13. Eczacılık Kongresi’nin İstanbul Eczacı Odası’nın ev sahipliğinde İstanbul’da yapılması planlanıyor. Biz de akademi olarak elimizden gelen desteği vereceğiz. Bu kongrede akademinin ana teması, Türkiye’de yenilikçi ilaç AR-GE faaliyetlerinin başlatılması ve çağdaş eczacılık eğitimine vurgu yapmak olacak.
– Örnek aldığımız bir meslektaşımız ve başarılı bir bilimadamı olarak, biz eczacılara tavsiyeleriniz nelerdir?
– Ülkemizde son yıllarda diğer sağlık profesyonelleri olan hekim ve hemşirelerin yanı sıra eczacıların da saygınlıklarına ve etkili hizmet vermelerine engel olan uygulama ve faaliyetler giderek artıyor. Benim düşüncem, biz sahip çıkmazsak kimsenin bizim mesleğimizin geliştirilmesi veya saygınlığının artırılması adına bir şey yapmayacağıdır. Halk sağlığını ve ilaç danışmanlığını önceleyen yaklaşımı bir tarafa bırakarak pazarlamayı öne çıkarmak, ilaca ticari bir ürün gibi bakmak, eczaneyi ilaç dışı, eczacılık dışı ürünlerle doldurmak ve bunların pazarlama stratejileri ile uğraşmak mesleki saygınlığı azaltmaya yardımcı olmaktan başka bir şeye yaramaz. Özellikle gençlerin 60 yıllık kazanımların ve elde edilen konumun önemini ve bunun eczacının örgütlülüğünden kaynaklandığını iyi görmeleri gerekir. Hangi görüş ve düşüncede olursak olalım ortak paydamız ve kaygımız mesleğimizin saygınlığı olmalıdır. Bunun için yenilikleri iyi izlemeli, kendimizi geliştirmeli, halkın sağlık danışmanı kimliğimize daha çok vurgu yapmalı ve bunu samimi davranışlarımızla da net bir şekilde göstermeliyiz.