Ana Sayfa 160. Sayı Bildiğini sanan

Bildiğini sanan

461

Öyle görünüyor ki, çelişkilerini çözmek, çözmüş olma sanısına ulaşmak ya da unutmak için, her bireyin, hatta her toplumun belli bir saçmalık dağarcığına gereksinimi vardır: yetişimlerine, konumlarına, yönelimlerine göre, kendilerine en uygun saçmalıkları seçerler.”
Tahsin Yücel, Salaklık Üstüne Deneme

Flaubert’in Yerleşik Düşünceler Sözlüğü’nün Machiavelli maddesinde, “insan Machiavelli okumamış olmalı ama onu hergelenin teki olarak görmeli” öğüdü yer alıyor. Eserin Fransızca adı İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılan çevirinin önsözünde Sema Rifat’ın belirttiği gibi “Şık Görüşler Kataloğu” anlamına da geliyor. Flaubert yaşadığı dönemin burjuva çevrelerindeki sohbetlere sık sık konu olan bazı kavram ve isimlerle ilgili genel kabul gören yargıları özetlemiş. Sonra da hazırladığı derlemeyi bu kinayeli başlıkla böyle ortamlarda tavrı ve sözleriyle boy gösterip, sivrilmek isteyenlerin hizmetine sunmuş.

Okurken sıkça gülümsetse de 19. yüzyıl romanlarından aşina olduğumuz salon toplantılarındaki sözde entelektüel atmosferin, birbirleriyle yarışan fikirlerin, havada uçuşan yargıların Falubert’i nasıl bunalttığını hissetmemek elde değil. Örneğin, Wagner maddesinde “adını duyunca kıs kıs gülmeli ve geleceğin müziğiyle ilgili şakalar yapılmalı” diyor. Hayaller konusundaki tavsiyesi ise “bir zamanlar yığınla hayale sahipmiş gibi yapılmalı; sonra onları yitirmiş olmaktan yakınılmalı”. Bacadan bahsedildiğinde “her zaman tüter” benzeri bir yargının kolay kabul göreceğini ve ısınmayla ilgili bir tartışmanın başlamasına vesile olabileceğini söylüyor. Günümüzde böyle “entelektüel” salon toplantıları sık gerçekleşmiyor belki. “Maalesef” mi demeli? Yoksa beterini yaşıyor muyuz? Büyük kahvaltılarda, partilerde, bir takım seminerlerdeki karşılaşmalarda ortada dönüp duran lakırdıdan zaman zaman bunaldığımız, kendi lakırdımızla başkalarını bunalttığımız oluyordur.

Günümüzün “şık görüşler”i salon toplantıları yerine televizyonlardan doğup, gazete köşelerinden, dergilerden çağlayıp, internet sayesinde dalga dalga topluma nüfuz ederek geliyor üzerimize. Politikacıların ve pek çok konuda uzman oldukları varsayılan gazetecilerin konuk oldukları televizyon programlarında ilginçlik peşinde koşarken gündeme getirdikleri alelade tespitler, bayağı analizler, doğru düzgün anlaşılmamış, dayandırıldıkları kanıtlar incelenmemiş, muhakeme edilmemiş halde önüme boca edilerek tartışmaya açıldığında benim de nefes almakta kısa süreli güçlükler yaşadığım oluyor. Neyse ki çok alıştım. Toparlanıp sükûneti elden bırakmamaya çalışarak karşımdakilere, onların da tahammül edebilecekleri düzeyde bir karşılık vermem eskisi kadar vakit almıyor.

Kimsenin ağzı büzülecek torba değil elbet. Çağımız, “iletişim çağı”. “Bilgi çağı” sayılmasa bile “bilgiyle dikkat çekme çağı” en azından. Bilginin itibarı ise şaibeli. Reklam dünyasının da sadık bir hizmetkârı olması nedeniyle her şeyin değerinin gördüğü ilgiye göre ölçüldüğü televizyon gibi bir ortamda yanlış da olsa sansasyonel bilgiye özel olarak bir yer ayrıldığı belli. Fakat benzer endişelerden kendisini nispeten uzak tutabilmesini bekleyebileceğimiz gazeteler, dergiler, sanal mecralar ve sosyal medya yoluyla da hızla yayılan safsatanın önünü alabilmenin, yanlışı düzeltmenin çok zor olduğuysa başka bir gerçek.

Yeri geldikçe, sosyal medyanın diliyle ifade edecek olursak “#hergünbiryenibilgi” öğreniyoruz ve her seferinde bir yaşımıza daha giriyoruz. Savın ne ifade ettiğinden bağımsız olarak, sahibinin mensubiyeti dikkate alınarak, toplum her seferinde ikiye veya üçe bölünüyor. Gazeteciler, akademisyenler, yazarlar bu saflaşmada benimseyecekleri pozisyona göre yeni gerekçeler ve açıklamalar üretme telaşına düşüyorlar. Tüm bu çabaların, itiş kakışın sonuncunda ortaya çıkan, eksik ve kusurlu bilgiyle donanmış fakat her şeye rağmen bildiğinden şüphesi olmayan yeni bir yurttaş tipi: “bildiğini sanan”. Bir çeşit “ahmak”. Robert Musil’in “ahmaklığın kullanmayı beceremeyeceği bir tek önemli düşünce bile yoktur, son derece hareketlidir ve o hakikatin bütün kılıklarına girebilir. Hakikatin ise tek bir kılığı, tek bir yolu vardır ve her zaman dezavantajlı durumdadır”, tespitine denk gelmem sürükledi beni bu düşüncelere. Musil’in bir konferans için hazırladığı ince elenip sık dokunmuş “Ahmaklık Üzerine” başlıklı metni Viyana, 1937 tarihli. Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada fanatizmin ve bağnazlığın yükseldiği bir iklimde, Nazizm’in kontrolü iyiden iyiye ele geçirdiği Almanya’nın hemen yakınında ortaya çıkmış olması yalnızca bir tesadüf belki.

Hep başkalarında yakaladığımız insanın bu halini kendimize pek sık yakıştırmıyoruz. Yakıştıramadığımızdan olsa gerek, başımıza geldiğinde veya içine düştüğümüzde de farkına varamıyoruz iş işten geçene kadar. Mantığın devre dışı kaldığı durumlar bireysel olarak yaşandığında bir yere kadar anlaşılabilir ve hoş görülebilir bile belki. Toplumsallaşıp cinnete dönüştüğünde ise tüm insanlığı utandıracak sonuçlara yol açabiliyor; tarihte örnekleri az değil.

Ahmaklığımızın farkına varabilir, onu ölçebilir miyiz gerçekten? Bilge Erasmus beş asır evvel yakın dostu Thomas Morus’a ithaf ve emanet ettiği Deliliğe Övgü’de insanlığı uyarmaya çalışmıyor muydu? Hani ahmaklık bir Tanrıça olarak kürsüye çıkıp insanlığı peşinden nasıl sürüklediğine dair kendisini öven uzun bir söylev veriyordu. Halbuki ondan sonra daha ne çılgınlıklar yaşadı dünya. Bugünkü duruma bakınca, engel olamadığımız sürece kalanını da soyumuz tükenene kadar yaşamaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Ahmaklığın çuvaldızı kendine batırmasını seyrederken iğnenin de yumuşak yerlerine değmesini göze alabiliyorsa, Deliliğe Övgü’yü ve Erasmus’un sağduyusunu yanından ayırmamaya gayret etmeli, ahmaklığa karşı tetikte olmayı ihmal etmemeli insan. Yoksa mükemmelliğinden memnuniyet duyduğu her an ahmaklığın da hemen yanı başında dizginleri eline almak için fırsat kolladığını unutması işten değil.

Önceki İçerikSamanyolu’nun merkezinde rekor kıran X-ışını parlaması
Sonraki İçerikCinsiyet uçurumunu besleyen yetenek değil tutum