Ana Sayfa Bilim Öyküleri ‘Savaş Sanatı’nı neden Mete Han değil de Sun Tzu yazdı?

‘Savaş Sanatı’nı neden Mete Han değil de Sun Tzu yazdı?

10298
0

“Savaş hileleri” olarak Türkçeleştirilen strategemler neden Çin hanedanlarıyla yüzyıllar boyu savaşan Orta Asyalı kavimler tarafından değil de Çinliler tarafından geliştirildi? Savaş Sanatı’nı neden Mete Han değil de Sun Tzu yazdı? Bu soruların yanıtı eski çağlardaki uygar-barbar ilişkilerinde gizli.

Gerek strategemler gerekse Savaş Sanatı, doğal olarak düşmanın nasıl alt edileceği ve savaşın nasıl kazanılacağı ile ilgili. Bu hedef, uygar olsun barbar olsun çatışan tüm taraflar için ortak. Fakat yöntemler farklı.

Sun Tzu’nun Savaş Sanatı adlı kitabı.

Savaşmadan kazanmak…

Sun Tzu’nun Savaş Sanatı ve 36 strategem incelendiğinde, temel yaklaşımın “mümkün olan en az kayıpla kazanmak” olduğu görülür; zaten “hile” de bu yaklaşımın ürünüdür. Sun Tzu “savaşarak kazanmayı” küçümser, ustalıklı bulmaz ve aşağılar; onu kazanmanın en alt sırasına koyar.

Sun Usta’ya göre savaşarak dedem de kazanır, maharet savaşmadan kazanmaktadır. “Diplomasi yoluyla kazanmak” (bu da bir savaşmadan kazanma yöntemidir), bir üst sıradadır. En üstte ise “strategem (hile) yoluyla kazanmak” bulunur. Asıl ustalık buradadır.

Savaşmadan kazanmanın yollarını arayan, hatta savaşı aşağılayan bir savaş kitabı… Bu, bir uygar tutumudur. Çünkü uygarlık sadece yıkmayı değil, kurmayı ve kurulmuş olanı korumayı da gerektirir. Uygar komutanın böyle bir derdi de vardır, hatta asıl derdi budur. Düzen korunup kollanmalı, savunulmalı ve gelişerek (fetihler dahil) sürmelidir.

İnsan, yani asker kıymetlidir. Uygar yöneticiler ve komutanlar çok “insancıl” olduklarından böyle davranmazlar; uygarın askeri aynı zamanda üreticidir, emekçidir, köledir. Uygarlık ve düzen onların sırtından gelişecektir. Hatta düşman askeri bile önemlidir, onlar da potansiyel üreticiler ve kölelerdir. Bu nedenle de “en az kayıp” ilkesi gözetilir.

Sun Tzu “savaşarak kazanmayı” ustalıklı bulmaz ve küçümser.

‘Entrikacı Çinliler’, “kahpe Bizanslılar”

Barbarın ise doğal olarak böyle bir yaklaşımı yoktur; buna ihtiyacı da yoktur. O, “savaşarak kazanma” ustasıdır. Ne pahasına olursa olsun, kahramanca kazanmalıdır. Tarih kitaplarımızda hep “entrikacı Çinlilerden” ve “kahpe Bizanslılardan” söz edilir. Kahraman Türkler, savaş meydanında kazandıklarını türlü entrikalar ve kahpelikler sonucu yitirmişlerdir. “Entrika” ve “kahpelik” denilenler, aslında Sun Tzu’ların “strategem”leridir.

Uygarlarla savaşan barbar kavimlerin pratiklerine dair fazla bir yazılı kaynağımız yok. Ama kulaktan kulağa gelen kahramanlık öykülerinden, ünlü barbar komutanların üstün birer savaşçı oldukları, çeşitli savaş taktiklerini ustalıkla uyguladıkları anlaşılıyor. Yazılı gelenekleri olsaydı, “savaş kitabı” yazabilirlerdi belki. Ama “savaş sanatı” kitabı yazmak, savaşı bir sanata dönüştürmek ancak Sun Tzu’ların becerebileceği bir iştir.

Uygarın lüksü

Peki, uygar yöneticiler ve komutanlar güçsüz oldukları, pek pısırık oldukları için mi işi sanata vurmuşlar? Tam tersine, çok daha güçlü ve -uygarlık birikimleri dolayısıyla- bilge savaşçılar oldukları için. Savaşarak kazanmanın en az barbarlar kadar ustasıdırlar. Kaldı ki, barbarlara oranla çok daha düzenli, eğitimli, deneyimli ordulara sahiptirler.

Onların, güçlü oldukları ve bu gücü bildikleri için, “savaşmadan kazanma lüksleri” bulunur. Ustalıklı diplomasi ve hile güç meselesidir, yoksa soytarılığa dönüşür ve çok çabuk anlaşılır. Onlar “savaşılamayacak” ve “savaşmaya tenezzül etmeyecek” denli güçlüdürler. Lao Tse, Tao Te Ching adlı kitabında şöyle yazar: “Kapatmakta usta kişi kilit asmaz, ama kimse açamaz / Bağlamakta usta kişi sicim kullanmaz ama kimse çözemez” İşte bu, “güç”tür ve “lüks”tür.

Barbar kalıcı bir biçimde kazandığı an, uygarlaşır. Fethettiği an fethedilir.

Fethedenlerin fethedilmesi

Barbarın ise böyle bir “lüksü” yoktur; o savaşmak zorundadır, başka çaresi yoktur. Kazanırsa ne âlâ, kazanmazsa sorun yok, önündeki maçlara bakacaktır. Evet, barbarın da “önündeki maçlara bakma” ve kaybetme lüksü vardır. Uygarın “kaybetme lüksü” yoktur. Bu da uygarın zayıflığı ve barbarın üstünlüğüdür.

Ama barbar bu üstünlüğü kullanamaz. O kalıcı bir biçimde kazandığı an, uygarlaşır. Fethettiği an fethedilir. Fethedenlerin fethedilmesi… Çin tarihinde örnekleri vardır: Çin’i fetheden barbar şefi yeni Çin imparatoru olur. Çinliler yenilir, Çin uygarlığı devam eder; sorun yok! Bir başka örnek olarak, Fatih’in İstanbul’u fethettiği an aslında Bizans tarafından fethedilmiş olduğuna dair yorumlar da bulunur.

Uygarlar yenilebilir, ama uygarlık başka bir mecradan devam etmiş olur. Yani “uygarın” değil ama “uygarlığın”, kaybetme lüksü de vardır. Bu lüks ancak uygarlığı (sınıflılığı, sömürüyü) aşan bir perspektifle tarihe gömülebilir. İnsanlığın sözünü ettiğimiz çağlarda böyle bir düzeye ulaşabilmesi düşünülemez tabii; o günümüzde ulaşılabilmiş bir potansiyeldir (kaldı ki hâlâ bir potansiyel).

Kısacası antik çağlarda uygar-barbar ilişkisine baktığımızda, “hile”nin bir uygar keşfi olduğunu ve sınıf ilişkileriyle bu düzlemde dahi bağlantılı olduğunu anlıyoruz.