Ana Sayfa Dergi Sayıları 172. Sayı Ütopyanın diyalektikle ilişkisi

Ütopyanın diyalektikle ilişkisi

1860
0

Marx’ın sermaye birikiminin oluşumuna yönelik çözümlemeleri, hayatımızın her alanına uygulanabilecek muazzam bir düşünce potansiyeli taşır. Ayrıca Marx Kapital’de, Hegel’in baş aşağı duran diyalektik yöntemini, kavramların gelişme sürecinde olduğu kadar günlük hayatın ve somut olguların kavranmasında da sorunsuz bir şekilde kullanılabileceğini kanıtlamaktadır. Bu açıdan Marx’ın kullandığı yöntem felsefi açıdan bir yeniliktir. O, diyalektiği sadece yorumlamak için değil aynı zamanda dünyayı değiştirmek için de kullanmaktadır. Bu bir tercih değil, fakat zorunluluktur. Felsefe esas olarak dünyayı değiştirmenin bir aracıdır.

Düşüncemiz nasıl gelişir?

Örneğin Marx, sermayenin gelişimini (birikimini) incelerken, onu (sermayeyi) birbiriyle mücadele halindeki iki kutup (değişmez ve değişir sermaye) olarak düşünür ve söz konusu birikimin esas olarak iki kutuptan biri üzerinden, yani aktif olan ve değişimin can damarını oluşturan değişir sermaye üzerinden yaratıldığını ortaya koyar. Bu buluş, ekonomi politiğin tarihinde ve dolayısıyla kapitalizmin teorik analizinde bir devrimdir. Buna göre değişir sermaye, değişmez sermayeyi her an yaratılmakta olan artı değer üzerinden dönüşüme uğratarak, bir bakıma onu büyütmek suretiyle ortadan kaldırarak, yani aşarak sermaye birikiminin oluşmasını sağlar.

Bu döngünün nasıl gerçekleştiğini de somut meta üzerinden, örneğin pamuğun işlenmesi üzerinden anlatır. Örneğin pamuk işlenerek önce ipliğe ve sonra da kumaşa dönüşür; ana madde (pamuk) her defasında ona eklenen yeni bir artı değerle niteliksel dönüşüme uğrar ve böylece varlığını yeni ürünlerde ama niteliksel değerler de edinerek devam ettirmeyi sürdürür…

Peki, Marx’ın uyguladığı bu yöntemi, düşüncemizin ve bilgimizin gelişim sürecine de uyarlayabilir miyiz?

Acaba insanoğlunun düşünsel gelişimi, zıt kutuplarda konumlanmış, yani birbirine karşı ölümüne çatışma içinde bulunan ve birbirini yok etmeye odaklanmış, daha doğrusu gelişebilmek için birinin bir diğerini yok ettiği iki farklı düşüncel-zihinsel unsurun diyalektik birlikteliğiyle mi olmaktadır?

Soruyu şöyle de sorabiliriz… Düşüncemiz nasıl gelişir veya bilgi, zihinde nasıl düşünceye dönüşür?

Bilgi; maddenin, olguların, fenomenlerin yüzeylerinde görülen ve bizim açımızdan da doğrudan algılanabilen (duyu organlarımız üzerinden) anlık durumları ifade eder. Tıpkı sıvı halindeki magmanın (maddenin) yeryüzüne çıktığında donarak katı bir yapıya/görüntüye dönüşmesi gibi. Bu örneği bilgi kuramına da uyarlayabiliriz. Örneğin her bilgi, yani nesnel gerçekliğin görüntüsü, varlığı duyumsanabilen, sınırları seçilebilen nesnelerin ve durumların yapısını ifade eder. Dolayısıyla bilgi somut ve olgusaldır; ve ancak sınırlanmış haliyle gerçekleştirir. İnsanoğlu bilgiyi elde edebilmesi için, herhangi bir olgu ve nesneye ait sayılamayacak miktarda mikro bilgiden oluşan bilgi kümeciğini kavramlaştırabilmek için onu değişmez ve katı haliyle algılar ve kavramları da onun üzerinden oluşturur. O bilgi katı haliyle hem gerçektir hem gerçek değildir. Gerçektir, çünkü o bir fotoğraf karesi gibi donuk ve gridir. Gerçek değildir, çünkü onu algıladığımız anda o çoktan değişmiştir, ancak insan beyninin herhangi bir fenomeni algılayabilmesi için onu önce sınırları çizili bir unsura dönüştürmesi gerekir, tıpkı dünyanın tersyüz algılanarak beyinde yeniden düzgün oluşturulabilmesi gibi. Tıpkı bir buz kütlesi gibi; dokunulabilir, anlaşılabilir, görülebilir ve saydamdır, ancak her an doğayla yüz yüze geldiğinde, yani hareketin akışkanlığı içinde eriyemeye de mahkûmdur.

İşte bilgi budur; ancak düşünce somut, kesin ve anlık bilginin ötesine geçen toplam bilginin, yani henüz mevcut olmayan bilginin sentezidir.

Düşüncemiz iki temel unsurdan oluşur: maddi gerçekliği ifade eden somut bilgi + olgunun ötesine geçen ve kısmen spekülasyonu ifade eden, henüz gerçekleşmemiş olan ve gelecekteki muhtemel olgunun “bilgi”si. Bu iki unsur birlikte insanoğlunun düşüncesini oluşturur.

Bilgi somut ve gerçektir; spekülasyon ise tahmindir, öngörüdür, hipotezdir, tasavvurdur ve geleceğe işaret eden ütopik düşüncenin, yani henüz gerçeklikten uzak ama onun omuzlarında yükselen “bilgi”dir. Bu nedenle de hem şekilsiz hem de belirsizdir. Ancak her düşünce zaman içinde bir yöne işaret ettiği için onun gösterdiği yön henüz sislerin ardındadır; olasılıklar dahilindedir ama gerçek değildir. Olgunlaşmak için zamana ihtiyacı vardır, önce somut ve gerçek bilgiyi mayalaması gerekir. Ütopik düşünce (spekülasyon) gerçekliğin sırtına basarak yükselir ancak kanatlanmak istediği an, güneşe çok fazla yaklaşan İkarus gibi yere çakılır. Geleceğin yönünü, yani şafağın alacakaranlığını işaret eder, ancak onun bir seraba dönüşmesi de mümkündür.

Bir bakıma gerçeklik, içinde yaşadığımız “şu an”dır. Donuk olması nedeniyle somut ve belli bir birikimi simgeleyen olgusal bir “kütleye” dayanır. Temsil ettiği bilgi, somut elle tutulabilen kütlesinden daha fazlasını içermez. Hareketsiz durduğu için de her an yıkıma uğrama durumuyla karşı karşıyadır.

Ütopyasız düşünce kısır ve kabızdır

Gerçek, somut ve algısal bilgi, düşüncemizin üzerinde yükseleceği bir zemin ve birikim sunar, tıpkı sabit sermaye gibi. Ancak bu zemin ve birikim, bizi “şu an”ın dışına götüremez, yani büyüyemez. Çünkü fiziğin yerçekimi kanununa karşı direnemeyecek kadar güçten yoksundur. Nasıl ki sermaye artı-değer üretilerek hareketleniyorsa, yani büyüyerek sermaye birikimi yaratıyorsa, düşünce de öyledir. Bilgi ve sabit sermaye şeklini, ağırlığını ve içerdiği bütün birikimini “çekim kanuna” borçludur, ancak varlığı (birikimi ve kütlesi) her an hareketin girdabında yutulmak, tuz-buz olmakla yüz yüzedir.

Bir bakıma gerçek bilgi, düşüncemizin “sabit sermayesini” oluşturur. O kendi kendini çoğaltamaz çünkü kısırdır veya “tek cinsiyetlidir”; durağandır bu nedenle de ömrü anlıktır ve her an çürümeyle karşı karşıyadır.

İnsanoğlunun ütopik bilinci ise düşüncemizin “değişken ve hareketli sermayesidir”. Daima hareket halindedir ve bu özellik onun varlığının sebebidir; artı ürüne kaynaklık eder ve bu nedenle de bütünsel hareketin yaşamsal kaynağıdır. Düşünsel birikimin canlanmasını (düşüncemizin oluşmasını) o sağlar. Hem onun üzerinde yükselir hem de onu her an olgusal “gerçekliğinden” kopararak yok eder; aslında onu büyüterek (bilgiyi çoğaltmak suretiyle aşarak) onu başka bir şeye dönüştürür. Ütopik düşünce/bilinç bir bakıma düşüncenin dölleyen unsurunu temsil eder. Doğurgan olan gerçek bilgiyi dölleyerek ve onu hareketlendirerek “düşüncenin oluşmasını” sağlar.

Bu nedenle de ütopik düşünce, düşünsel artı-değerin bir başka ifadesi olan değişir düşünsel sermayemizi oluşturur. Ütopik bilinç, düşünsel artı değerimizdir. O uçarıdır ama üretkendir. Sürekli kendisi olabilmek için devinim içinde olmalı, hareketli ve doğurgan maddeyi (nesnel bilgiyi) dölleyerek düşünsel doğuma (devrime) katkısını sunmalıdır. Bu nedenle de düşünsel gelişmenin motorudur.

Ütopyanın devrimci işlevi

Ütopya, üretimin üreten tarafını temsil eder. Bu nedenle de kendinden veren (sömürülen) kısımdır. Onun ürününe (ütopik bilinç) el konulmaktadır, zaten onun işlevi de el konulması gereken artı ürünü meydana getirmek veya ona ev sahipliği yapmaktır. O el konularak düşünceyi çoğaltan tohumu bağrında taşır ama bu arada düşüncenin tarihsel sıçramalarına veya devrimcileşmesine neden olur. Her düşünsel devrim veya her sıçrama bir önceki birikimin, yeni bir artı ürün üzerinden aşılmasıyla meydana gelir.

Ütopik düşünce sanıldığı gibi sakınılması gereken, uçuk, temelsiz ve ayakları havada olan bilinç/düşünce değil, reel düşüncenin devrimcileşmesini sağlayan esas üretici güçtür. Üretim süreci onunla oluşur, üretim potansiyeli onunla varlık gösterir. O hem gerçeklik zemininde yeşerir hem de yeşerdiği zemininin dönüşerek aşılmasını (yok olmasını) sağlar. O ölü ve cansız birikime ve düşünsel zemine hayat öpücüğü vererek onun başkalaşmasını, yani aşılmasını sağlar. Bir bakıma ütopik düşünce, mevcut düşünsel birikimin hem kocasıdır hem de onun mezar kazıcısı…

O insan düşüncesinin mevcut birikiminin devrimci yanını temsil eder.

O yoksa ne gelişme ne hareket ne de canlılık vardır. Düşünsel birikimin varlığı, yeni düşüncelerin yeşermesi için zorunludur ancak söz konusu birikimin çoğalarak varlığını devam ettirebilmesi için ütopik düşüncenin varlığını kabul etmesi, onu önce koynuna alması, ondan hamile kalması ve sonra yeni bir hayat doğurması; ve en sonunda da sahneyi yarattığı çocuğuna (sermaye birikimi/düşünce) terk etmesiyle mümkündür.

Muhafazakârlığın trajedisi

Fakat… Bunun gönüllü yapıldığı hiçbir yerde görülmemiştir. Birikim, çoğalmak ister ancak gerçekliğe dayanan katı doğası gereği, donuk ve muhafazakârdır. Dolayısıyla zorunlu olarak içerdiği ve doğurduğu yeniliklere ve geleceği işaret eden ütopik karşıtına da düşmandır. Çünkü o onun mezar kazıcısıdır. Düşüncenin trajedisi budur. Hem varlığını devam ettirmek ister hem de yeniliğe karşı durur; hem büyümek ister hem de kendisinden doğacak olana düşmanlık eder; hem ebedileşmek ister hem de onu ebedi kılacak yeni sürgünleri kıskanır ve onları gördükçe yok olup gideceğini hatırlar. Ama bu kaderin cilvesidir…

Bu bir ölüm kalım mücadelesidir. Her madde, varlık, düşünce ve birikim ancak aşılarak, yani yeni sürgünler vererek varlığını devam ettirebilir. Tıpkı ham yünün, ipliğin ve kumaşın yeni değerlerle aşıla aşıla, dönüşe dönüşe kostüm haline gelmesi gibi.

Ütopyayı kabul etmeyen, ona yabancılaşan kendi birikimini de heba etmiş olur. Bu da diyalektiğin bir cilvesidir…

Isaac Newton, bilimsel başarılarının hikâyesini doğa bilimcisi Robert Hooke’a şöyle ifade etmişti: “If I have seen further it is by standing on ye sholders of Giants“ (Eğer ben, [bilim alanında] biraz daha fazlasını görebilmişsem, bunun nedeni, devlerin [adamların] omzunda oturuyor olmamdandır.)

İşte Newton’dan, bilimin ve dolayısıyla düşünce dünyamızın daha doğrusu uygarlığın nasıl geliştiğine dair muhteşem bir betimleme…