Şehirde yaşamaya son verip, Ege’nin bir köyüne yerleşmeye karar verdiğimde kendimce pek çok nedenim vardı. İş stresi, trafik, gürültü ve şehir kirliliği gibi birçok nedene ekolojik kaygılarım da eklendiğinden, bir hazırlanma dönemi sonrasında kendimi köy yaşamında buldum. Belki de taşınma kararımdaki haklılığımı aramak için permakültür ve ekoloji konularındaki okumalara yoğunlaştıktan sonra denk geldim “Toprak Biterken”e.
Kitabı ilk okuduğumda içimizde yeşertmeye çalıştığımız umutlarımıza rağmen, bu distopik dünyadan kurtuluşun çok zor olduğunu düşündüm. Erhan Ünal, Küresel Finans Oligarşisi (KFO) olarak adlandırdığı küresel sermayenin; dünyadaki kıt kaynakları nasıl tüketip ekolojik yapıyı tahrip ettiğini, tarihsel örneklemeler ile açıklamaya çalışmış. Firmaların, vakıfların, biliminsanlarının, siyasetçilerin bu süreçteki rolleri ve ilişkileri mümkün olduğunca ispat edilmeye çalışılsa da sanırım buz dağının görünmeyen kısmı çok daha büyük. Altındaki kütleyi de hayal gücümüzün elverdiğince biraz doldurmaya çalışacağız veya yeni ispatlar ve temellendirmeleri bekleyeceğiz gibi gözüküyor.
Açlık korkusu ile başlayıp, yeşil devrim olarak adlandırılan süreç ve sonrasında KFO’nun insanları tarımsal üretimden kopartıp büyük şehirlere tıkmasını değişik ülkelerdeki örnekleriyle kitapta okuyabiliyoruz. Siyaseti de kontrol eden bu gücün, insanların eski tüketim alışkanlıklarını değiştirmesiyle, insanlara dayattığı yeni tüketim çılgınlıkları karşısında elde ettikleri korkunç kârı gördükçe, köye yerleşmekle ne kadar iyi yaptığımı düşünüyorum. Ancak ülkemizdeki gelişmeleri okudukça ve yaşadığım yerdeki yapısal dönüşüme şahit oldukça yakın bir gelecekte bizi daha büyük zorlukların beklediğini de düşünmeden edemiyorum.
Genel hattıyla Ünal, insan-tohum-toprak-su dörtlüsünün kontrolü ve nihayetinde dünyanın tek merkezden yönetilme gayretinde olunduğu tezine; çeşitli yapıları, aralarındaki ilginç ilişkileri, ortaklıkları, tekelleşmeleri tanıtarak, tezine dayanak noktası yapmış. Tarım savaşının devam ettiğini ve küresel toprak-su gaspları ile farklı noktalara evrileceğini değişik ülkelerdeki tarihsel gelişimi ile oldukça net bir şekilde ortaya koymuş. KFO’nun ülkelere sızma ve ele geçirme prensiplerinde, çıkara uygun darbelerin, terör gruplarının ve etnik ayrımcılığın desteklenmesinden tutun sosyolojik araştırmalara dayalı farklı yöntemleri biraz somut, biraz “ulusalcı” görüş şekliyle incelemiş. “Ulusalcı” dememin nedeni ise yazarın yıkıma ve istilaya uğrayan özellikle Afrika ülkelerindeki örneklerde “ulusal bilincin” oluşmamış olmasına vurgu yapması. Ve yıkıma temel dayanağı belki de haklı olarak bu görüşün altındaki bağımsızlık kaybında araması. Kitapta uluslararası ekolojik direniş örgütlenmeleri konu içlerinde alıntılar ve dipnotlara serpilmiş ki bu biraz yetersiz kalmış
Kitapta dikkat çekici bir noktanın birkaç sayfayla geçiştirilmesi belki konunun dağılmaması için bilinçli bir tercih olsa da bu konudaki merakımı gideremedi. Yazar; genetik bir mısır cinsi ile erkek kısırlaştırma deneyleri (Liberya’da uygulanmış), 90’lı yıllarda Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de WHO’nun aşı kampanyası ile tetanoz aşısı yapılan hamile kadınların, aşının içerdiği Choriongonadotropin ve HCG sebebiyle düşük yapmaları olaylarını küresel güçlerle ilişkilendirerek öjenik bir tartışmaya da taşımış. Belki konu biraz daha örneklendirmeyi hak ediyordu. Ekolojik konularda olan biteni anlatmaya yönelik kitaplarda bu aşı olayları ile ilgili sürekli olarak, üstünkörü geçişlere aşina olmaya başladığımızdan ben biraz bu hisse kapıldım sanırım.
Erhan Ünal kitapta oldukça detaylı olarak tohum-toprak gaspı konusuna paralel olarak bir de su gaspı bölümünde farklı küresel firmaların, tekellerin nasıl işbirliğinde olduğunu ve dünyanın çeşitli bölgelerinde benzer yöntemlerle su gaspını gerçekleştirdiğini açıklıyor. Ülkemizdeki SUEN gibi devlet kurumlarının kimlere ve nasıl hizmet ettiğini farklı ülke örnekleriyle okudukça ortaya kapkaranlık bir tablo çıkıyor. Günümüz gazete haberlerinde sıkça göreceğimiz örnekler ve projeler hayata geçirildi bile. Sağlık sistemi, genel beslenme planı, çipli kimlikler, deri altı çipleri, kredi kartları vs. kitabının son bölümünde tezlerini kanıtlar nitelikle birkaç sayfalık konular olarak sunulmuş. Kitapta bence en büyük eksiklik ise sonuç olarak ne yapılabileceği konusunda olmuş. Aslında bu tarz ekolojik yıkımı anlatan birçok kitapta eksik nokta tam da burası. Amaç sadece olanı gözler önüne sermenin ötesine geçmiyor. Kalabalık olmak, bilinçli olmak, yeterli değil kanımca.
Yazardan bir alıntıyla kitabın sonuna doğru bir yolculuk yapalım: “Kendi malımıza, çocuklarımızın geleceği adına sahip çıkmak yerine köşe yazarlarının bizim yerimize arada bir sövüp saymasıyla rahatlayıp, ‘günlük küçük dünyamıza” dönüyoruz!”
Her bir bireyin, hatta canlının hakkı olan su ve besin zincirini paramparça edenleri ve ilişkilerini okudukça içim kararıyor. Peki, bunların doğruluğu hakkında emin miyiz? Bence artık ekolojik paranoyam ile gerçek arasında incecik bir çizgi kaldı. Ekoloji ve permakültür konulu kitapların raflarda daha çok yer alması ve okunması ve hatta üzerine kafa yorulması gerektiğini düşünüyorum.
Toprak Biterken – Küresel Oligarşi ve Yaşamın Gaspı, Erhan Ünal, Asi Kitap, 2017, 456 s.