Geçen hafta, Türklerin atla olan ilişkisine ve onun üzerinden savaş sanatına getirdikleri yenilikten kısaca bahsetmiş ve bunun ilk örneklerinden biri olarak da Türklerin MÖ 1000’li yıllarda Çin’de Chou Hanedanının kurulmasındaki rolüne değinmiştik.
Bu hafta konuyu genel anlamda atın Türkler tarafından evcilleştirilmesi, evcilleştirilen atın uygarlığa katkısı ve yine savaş sanatında oynadığı tarihsel role değineceğiz.
“Türkler, atın sırtında doğar, yaşar ve ölür.” Bu tümce bize ait değil, yabancı tarihçilerin yüzyıllar içinde oluşmuş bir saptamasıdır. Türk derken kuşkusuz Orta Asya steplerini yurt edinmiş eski Türk kavimlerini kastediyoruz. Yabancı tarihçiler de bunu o manada söylemektedirler. Yoksa bugün kendine Türk diyen milletlerin atla ilişkisi içler acısıdır. At neredeyse yüzyıllardır hayatımızdan çekip gitmiştir.
At ve at sporları konusunda bir uzman olan Carl Diem de Dünya Spor Tarihi adlı kitabında şöyle diyor: “Genç göçebe [Türk] üç yaşından itibaren atın üstüne bağlanır; bir nevi o at üstünde büyür ve onunla kentuarca [efsanelerdeki yarı insan yarı at yaratık] bütünleşir… Evcilleştirilmiş at, sahibini sadece bir yerden biri yere taşımaz, aynı zamanda onu ‘bozkırın hakimi’ kılar… At sahibini nereye kadar taşırsa, orası onun olur.”
Demek ki sahibini taşıyan at hem kendi yaşamını güvence altına almış olur hem de birçok açıdan sahibini irade sahibi yapar. Orta Asya kültürü konusunda önemli araştırmalara imza atmış İsveç kökenli uzman Sven Hedin ise şöyle demektedir: “Bozkırın evladının atın üstünde doğduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz… Anneler yavrularını at sırtında emzirir. Çocuklar, üç yaşına bastıklarında çocuklar için özel olarak tasarlanmış eyere bağlanırlar.”
Uçsuz bucaksız bozkırda at üstünde yaşamayı herkes, kız erkek fark etmez, neredeyse henüz kundaktayken öğrenir. “Çocuklar 4 yaşına bastıklarında artık iyi birer at sürücü olurlar ondan sonra da yetişkinlerin eyerlerini kullanırlar… [Göçebe kavimler] yorulduklarında bile attan inmez, başlarına atın boynuna yaslayarak uyurlar.”
Atın evcilleştirilme tarihi?
Peki, atın evcilleştirilme tarihi nasıl bir seyir izlemiştir? Kısaca bakalım…
İnsanlık tarihinin önemli bir evresi olan göçebe hayatı, avcılık ve toplayıcılık hayatının doğal bir sonucu olarak gelişmişti. Avlanmak için göçmek gerekirdi ve insan zamanla yaşamını her koşulda ve her mevsimde devam ettirebilmenin yollarını aradı. Bunun için yapılması gereken ilk şey hayvanları evcilleştirmekti. İlk evcilleştirilen hayvanlar küçükbaş hayvanlardı, ancak hemen onların ardından da bu hayvanların uçsuz bucaksız bozkırda yayılmasını sağlayabilmek ve yönetmek için doğanın en hızlı hayvanlarından biri olan ata ihtiyaç duyulmuştu.
Atın insan açısından hızı çok önemliydi, ancak o sahibine daha fazlasını da verdi.
Söyleyeceklerimiz klişe ifadeler değildir, her açıdan gerçektir: atın gücü, zekâsı, her koşula uyum gösterebilme kabiliyeti ve sahibine olan bağlılığı (neredeyse bütün kültürlerde hikâye, masal ve romanlara ilham kaynağı olmuştur) insanoğlunu muazzam bir yardımcıyla donatmış olmaktadır. Ancak işin bir başka yönü daha vardır, atın tüyü, kılı, derisi, sütü ve eti bozkır insanını büyük olanaklara sahip kılmaktadır.(1)
Atın ilk ne zaman ve nerede evcilleştirildiği konusu bilim dünyasınca hâlâ tartışılmaktadır. Atın avlan süreci taş devrine kadar götürülebilmektedir. Aynı şekilde atın, evcilleştirildiği tarihten kısa bir süre sonra da tanrılara kurban edildiği kanıtlarla ortaya konmuştur. Sonradan bu kültürü İskitler de devam ettirmişlerdir. Herodotos, İskitlerin en çok kurban ettikleri hayvanın at olduğunu söyler.(2)
Ancak gerçek anlamda atın evcilleştirilme tarihinin MÖ 4 binli yıllara kadar götürülebileceği belirtilmektedir. Orta Asya steplerinin (Moğolistan, Sibirya, Türkistan vs. buna dahildir) yanı sıra Güney Ukrayna, Mezopotamya gibi bölgelerde de atın evcilleştirildiğine dair önemli bulgular elde edilmiştir.
Atın dayanıklılığı, gücü ve hızı sadece ulaşımda değil, aynı zamanda genel anlamda bilginin ve becerinin dünya çapında yaygınlaşmasına büyük bir katkıda bulunmuştur.
İnsanların haberleşme işini (eğer kuşları ve Kızılderililerin dumanla işaretleşmesini saymazsak) esas olarak at üstlenmiştir. Bu nedenledir ki Divanü Lügat-it Türk: “At Türk’ün kanadır” der. Ama kuşkusuz bir süre sonra o, onu kullanabilen herkesin de kanadı olmuştur.
At, yerleşik insanın kültürel tarihinde; örneğin mitolojisinde, destanlarında, inancında çok önemli roller üstlenmişti, fakat göçebe halinde yaşayan insanoğlunun vazgeçilmez yoldaşı olmuştur. Hem siyasi hem ekonomik hem de askeri açıdan. Dünya at sayesinde küçülmüştür. Atın evcilleştirilmesi, tıpkı insanın aracı kullanabilmesi gibi insanlık tarihinin en önemli “buluşlarından” (başarılarından) biriydi. At, hızıyla insanlığı birbirine yakınlaştırmakla kalmamış, adeta küreselleşmenin motoru da olmuştur.(3)
Alet kullanarak hayvanlar aleminden kopuş yaşayan insanoğlu, ata hükmederek sadece dünyasını tanımamış, aynı zamanda üretim, pazar ve tüketim sürecini de düzenlemiştir. Kara ulaşımı binlerce yıl boyunca atın sırtında sağlanmıştır. At, sırtında dünyayı taşımakla kalmamış bir bakıma dünyayı küçülterek insanoğlunun avucuna teslim etmiştir.
Kuşkusuz atın evcilleştirilmesinin toplumsal koşulları oluşmadan onu evcilleştirmenin bir manası olamazdı. Yarar ve ihtiyaç ilkesi sonuçta her şey için geçerlidir, çünkü insanoğlu ihtiyaç duyduğu şeyi edinir ve onu hayatını kolaylaştırmanın bir parçası-aracı haline getirir. Ata duyulan ihtiyacın en halis koşulları kuşkusuz Orta Asya steplerinde ortaya çıkmıştı. Yüzlerce, binlerce evcil hayvan beslemek, sürüleri bir yerden alıp bir başka yere nakletmek; yazın yaylara, kışın kışlaklara çekilmek ancak at üstünde bir hayat sürenlerin üstlenebileceği bir yükümlülüktü. Çinli yazar Jiang Rong’un Çin’in kuzey bölgesinin, Küçük Moğolistan’ın koşullarından hareketle kaleme aldığı ve insanoğlunun kurt ve atla olan ilişkisini mükemmel bir betimlemeyle anlattığı kitabı Kurt Totemi(4) bozkır yaşamını ve göçebe hayatını canlı bir dille gözler önüne serer.
Konumuz aynı zamanda atın hangi tarihlerde ve hangi koşullarda savaş aracı haline getirildiğini de incelemektir.
MÖ. 2 binli yıllardan itibaren atın ilk önce Ön Asya’da ve Mısır’da savaş arabalarına koşulmak suretiyle kullanıldığı kanıtlıdır. Tarihsel belgeler ilk kez Hurrilerin (Kuzey Kafkasya’dan geldikleri tahmin edilmekte olan bir kavim) evcilleştirilmiş atları iki tekerlekli arabalara bağlayarak kullandıklarını göstermektedir. Bu konuda birçok kabartma ve rölyef de bulunmuştur. “Maryanni”, yani “arabalı savaşçılar” adı verilen Hurriler, MÖ 1800’lerden itibaren kelimenin gerçek anlamında bölge halklarına korkmayı öğretmişler ve bölgenin en güçlü devletini kurmuşlardır. Ancak birkaç yüz yıl sonra onlar da Hititlerin egemenliği altına girerek tarih sahnesinden çekilmişlerdir.(5)
Aynı dönemde Mısır’da savaş arabalarına koşulan atlar, sahiplerine olağanüstü bir konum kazandırmışlardır. Atın savaş sanatında oynadığı rolü inceleyen Stefan M. Maul, “Atın kökeni Mezopotamya’da değildir. O uzak diyarlardan, dağlık bölgelerin ardında yer alan steplerden getirtildiği için de Sümerler tarafından ‘dağ eşeği’ adıyla anılmıştır. MÖ 3. binyılın ortalarından itibaren atın Mezopotamya’da toplumsal hayatta yer aldığını saptıyoruz. O dönemlerde at saray erkanının arabasına koşulan nadir hayvanlardandır. Halkın ona sahip olması imkânsız gibidir. Sıradan insanlar esas olarak eşek ve katır kullanırlardı.”(6)
MÖ 2. binli yıllara kadar ağır teçhizatla donanmış piyadeler savaşın belirleyici unsuruyken, at arabalarının savaşta kullanılması bir anda bütün savaş kuramını değiştirmiş ve savaş tarihine başka bir yön vermiştir.
Atlı arabaların Mezopotamya’da ortaya çıkmasından birkaç yüz yıl sonra Hindistan’da da kullanıldığını görüyoruz. Aynı dönemde bozkır kavimlerinin atlı araba kullandıklarına ilişkin herhangi bir kayıt yoktur. Aslında mümkün de değildir, çünkü buna hem arazi uygun değildir hem de tarihsel koşullar bunu gereksiz kılmıştır.
Atlı arabaların askeri alanda kullanılması, esas olarak yerleşik bir yaşama geçmiş, tarıma dayalı üretime dayanarak önemli oranda bir uygarlık birikimi yaratmış; kentleşmede kayda değer atılım yapmış ve dolayısıyla ileri derecede sınıfsal farklılıklar yaratmış, kendi içinde hiyerarşik bir düzene sahip toplumlarda (devletlerin) görülmekteydi.
Fakat bu gelişmeden kısa bir süre sonra bozkır kavimlerinin geliştirdiği hafif atlı süvarilerin bütün diğer askeri avantajları yerle bir ettiğine tanık oluyoruz.
Batı kökenli tarihçiler, arkeologlar ve halkbilimciler ki bunların başında W. Schmid, O. Menghin(7), Macar Türkolog Deer, Köppers, W. Radloff vb. avcılıkla uğraşan ve dolayısıyla hayatları en eski tarihten itibaren hayvanları evcilleştirmekle geçen ve aynı şekilde atı evcilleştirerek onu binek hayvanı haline getiren Türk kavimler olduğunu belirtmektedirler.
Macar Türkolog Deer şunları belirtmektedir: “At olmadan istenildiği tarzda süratli yer değiştirme, meraların önceden seçilmesi ve aynı zamanda yarı vahşi hayvanların müdafaası ve bir arada tutulması imkânsızdır.”(8)
Eski Türklerde at, kutsal bir hayvan olarak anılmaktaydı. Ekonomik açıdan büyük bir getirisi vardı.(9) Göktanrı’ya, gökten indiği düşünülen at kurban edilirdi. Birçok yerde at, kurban edilmek suretiyle ölen sahibiyle birlikte defnedilmekteydi. Ya da atın kuyruğu kesilerek, savaşta ölen sahibinin mezarına konulurdu.(10)
Carl Diem’e göre Türklerin atı ehlileştirdikten sonra onu askeri alanda kullanabilmesinin altyapısını at üstünde oynanan oyunlar hazırlamıştır. Bir yönüyle at, oyunlar sayesinde dizginlenebilmiş, yönlendirilebilmiş ve savaşta sahibinin kopmaz parçası haline gelebilmiştir. At yarışları, at güreşleri, atlı top oyunları, cirit, çöğen, oğlak oyunları, kız kaçırma ve diğer atlı sporlar… Bu sporlar sadece sıradan halkın çok sevdiği sporlar değildi, aynı zamanda hakanların da şevkle katıldıkları merasimlerdi. Kuşkusuz at üzerinde oynanan oyunlar sadece at sürücüsünü değil, aynı zamanda atın kendisini de terbiye ediyor ve eğitiyordu.
Geçen haftaki yazımızda belirttiğimiz gibi ilk kez Türk kavimleri tarafından oluşturulan hafif teçhizatlı (ok) süvari birlikleri, Shang Hanedanı (Çin) ordularını fena halde yenilgiye uğratmışlardı.(11) Sonradan Türk süvarileri, İran, Makedonya, Roma ve Bizans’a örnek teşkil etmişti. Tarihçi Köppers’e göre atın evcilleştirilmesi için “atlı-çoban kültüre sahip olmak gerekirdi.” İnsanlık tarihinde elde edilen bu başarı, diğer kavimlerin gelişmesinde de önemli bir oynamıştır. Bu sayede büyük devlet olabilmenin de koşulları oluşmuştur.”(12)
Atın gücünü, hızını ve kıvraklığını kullanmasını bilen halklar, 19. yüzyılın ortalarına kadar savaşlarda başarılı olmuşlardır. Savaş tarihini de iyi bilen Carl Diem, Napolyon’un Rusya yenilgisini de bir bakıma Rus steplerinde başarıyla at koşturan Kazakların vurucu etkisine bağlar. Nitekim Napolyon’un ordusunu Paris’e kadar kovalayan Rus ordusundaki Kazak Müslümanlar göz kamaştıran etkileriyle Prusya toplumunu da etkiler. Bu etki o kadar büyüktür ki büyük Alman düşünür ve yazarı Goethe bile Kazak Müslümanların komutanlarını evinde ağırlar, namaz kılışlarını izler ve onların yanlarında getirdikleri Kuran’dan hareketle etkilenerek Doğu edebiyatına olan ilgisi derinleşir.
Bunun ürünü sonradan Doğu-Batı Divanı olacaktır.
“Türk atışı”
Kuşkusuz at üstünde oynanan oyunların en önemli katkısı savaşlarda at ve silahı başarılı bir şekilde kullanmayı kolaylaştırmasıdır. Savaş teorisine “Türk atışı” olarak geçen at üstünde ok atma yöntemi sadece Türk kavimlere has bir olgudur. Küçük yaştan itibaren Türkler dörtnala koşan atın üzerinde ayağa kalkarak ok atmayı öğrenmektedirler. Çok eski kaya çizimlerinin de ortaya koyduğu gibi her yetişkin Türk, 50 metre uzaktaki hedefi üç farklı yönden vurmak zorundadır: Atın üzerinde ayağa kalkarak önden; atın üstünde yana kayarak yandan ve hedeften uzaklaşırken at üstünde geriye doğru dönerek vurabilmelidir. Savaş sanatına “kaçarken galip gelmek” taktiğini de Türkler kazandırmışlardır. Bu taktik çok ünlüdür. Belli bir stratejiye uygun hareket eden süvariler, bozguna uğramış numarasına başvurarak kaçma algısı yaratmakta, ancak bu arada geriye dönerek düşmanını ok vuruşuyla devirmektedir. Bu taktiğin uygulanabilmesi için sadece iyi ok atmayı bilmek yetmez aynı zamanda atla bütünleşmek de zorunludur. Kırgız kökenli süvariler bu sahneyi, “ata sımsıkı sarılınca onun heyecanı, şevki size de geçer, ama aynı zamanda sizin ateşiniz de atı hızlandırır ve ona yön verir” şeklinde ifade etmektedirler.
Türk boylarının kullandığı atlar genellikle uzun ince bacaklı, küçük ve dik başlı, sert tırnaklı binek atıdır. Savaşlarda seri hareket eden muazzam bir bedene sahiptir. Bu nedenle de Çinliler yüzyıllar sonra yazdıkları “Yıllıklar”da bunlara “Tien-ma” adını verirler, yani “Gök Tanrı Atı”. Çin devleti MÖ 5. yüzyıldan itibaren ordularında Türk savaş sanatını uygulayan okçu süvariler istihdam etmiştir. Bu atları da ilk dönemlerde Türk kavimlerden ipek karşılığında satın almışlardır.
At sadece Türki kavimlerin değil, Germenlerin, Yunanların mitolojisinden çok önemli bir yer teşkil eder. Homeros’un ölümsüz eseri İlyada’da da at, tanrılar katında konumlanmıştır. Troya Savaşı’nın en kritik anlarında Olimpos’un tanrıları savaşa müdahale etmek için tanrı ulaklarını kutsal atlara bindirerek Troya ovasına veya Ege Denizi’nin derin sularına indirirler. Olimpos’un tanrıları atlarını kendi elleriyle besler.(13)
Yunan mitolojisinin Güneş Tanrısı Sol, altın sarısı atların koşulduğu arabasına binerek sabah yürüyüşünü başlatır.
Aynı şekilde Hz. Muhammed, Cebrail’in getirdiği kutsal at Burak’a binerek göğe çıkar.
Bugün hâlâ Anadolu’nun birçok bölgesinde Hz. Ali’nin atı Düldül’ün ayak izleri “keşfedilir” ve bu yerler kutsal sayılır.
Asya’da, Balkanlar’da ve Anadolu’da atın merkezi rol oynadığı birçok efsane, hikâye ve destan derlenmiştir.
Sibirya’nın en eski mezarlarında insanla atı yan yana buluruz. Baykal Gölü’nün batısında Minusinsk’teki Afanasyeva bölgesinde; Katanda boyunda yer alan çok sayıdaki mezarda at iskeletine düzenli bir şekilde rastlanmıştır. Güney Sibirya’da ilk kez kazı çalışmaları başlatan ve Türk boylarının tarihlerine ilişkin önemli bilimsel kanıtlar ortaya çıkaran William Radloff onlarca mezarın açılmasına eşlik etmiştir. Radloff’un verdiği bilgilere bakılırsa Katanda bölgesindeki mezarların tarihi MÖ 2 binli yıllara geri gitmektedir. Radloff’un bulguları sayesinde, Türk kavimlerinin tarihini Cilalı Taş Devrinden başlamak üzere Yeni Demir Çağına kadar takip edebilmekteyiz.
Yuların, gemin ve üzenginin keşfi
Atın evcilleştirilmesiyle birlikte yular kullanımı da ortaya çıkmıştır. At koşumları, eyer ve gem atın yönlendirilmesi için zorunlu yardımcı unsurlardı. Ancak üzengi çok daha ileri bir aşamada ortaya çıkmıştır. Üzengi, sadece ata binmeyi kolaylaştırmıyordu, aynı zamanda süvarinin at üstündeki manevrasını da kolaylaştıran bir araçtı.
Orta Asya’da yaşayan kavimlerin ata, onunla bütünleşircesine hükmettikleri çok açıktır. Çok sonraları kaleme alınan anı ve gözlemler de bu gerçeği doğrulamaktadır. Demir çağına kadar üzenginin kullanılmamış olduğunu düşünmek pek doğru olmaz, çünkü atın evcilleştirildiği ilk dönemlerde ip ve deriden yapılmış üzenginin kullanıldığı kesindir. Carl Diem, üzenginin kullanıldığı en eski görselin Hindistan’da bulunduğunu ve bunun tahminen MÖ 1200’e tarihlendirilebileceğini belirtmektedir.(14)
Sonradan hem yuların hem eyerin hem de üzenginin geliştirilerek ihtiyaca uygun hale getirildiği çok açıktır. Ancak atların nallanması için biraz daha beklemek gerekecektir, nitekim Radloff da Sibirya mezarlarında nala rastlamadığını belirtmektedir.(15)
Orta Asya’daki mezarlarda bulunan kalıntılar, çağlar arası geçişleri de muazzam bir şekilde ortaya koymaktadır. Kullanılan araçlar, metaller, nesneler, ortaya konan işçiliğin kalitesi, gömme adetleri vb. tarihlendirmeyi de kolaylaştırmaktadır. Bunların yanı sıra Radloff, Sibirya’dan adlı muhteşem eserinde birçok kaya çizimlerinden de bahsetmekte ve bunları betimlemektedir.
Yenisey bölgesinde yeni demir çağı dönemine (MÖ 5. yüzyıl) ait olduğu belirtilen bazı av sahneleri çeşitli taş ve kaya üzerine resmedilmiştir. Bunları Radloff şöyle tarif etmektedir:
“Ok ve yayla silahlanmış at üzerinde avcılar vardır ve karaca, geyik, sığır ve tilki gibi hayvanları takip ediyorlar. Süvarilerden biri böyle bir hayvanı takip ederken eyerinin üzerinde ayakta olduğu halde öldürücü okunu onun peşinden yollamaktadır… Bu durum ve yayları değil de ancak üzerindeki insanları tasvir eden kaya resimleri, eski demir devri (MÖ 9. yüzyıl) insanlarının muhakkak surette süvari halk olduğunu ispat etmektedir. Zaten Çin yıllıkları da Türklerin bize ta eskiden beri süvari halklar olarak tanıtmaktadır. Bu şaşılacak bir şey değildir, çünkü Türkler sonraları da bütün tarih boyunca meydana çıktıkları yerlerde at üstünde gruplar halinde görülmektedirler… Süvari halklar, ölülerini öteki dünyaya uzun yolculuğa gönderirken, pek tabii olarak binek ve hayvan takımlarını da birlikte gömmüşlerdir. Demir devri mezarlarında rastlanılan eski eserler, bu devir insanlarının eskiden beri eyer ve üzengiyi bildiklerini göstermektedir. Ben kendim de Butkarma boyundaki eski bir mezarda birkaç tane üzengi buldum.”(16)
“Demir devrinden kalma madeni eski eserler ispat ediyor ki bu devrin halkları, ta baştan itibaren bakır, demir, altın ve gümüşü tanıyorlardı. Bu madenlerin bizzat Altay’da çıkarılarak işlendiği de herhalde hiçbir şüphe ile karşılanmasa gerektir. Bakırla altın, Altay’da birçok asırlardan beri çıkarılıyor ve işleniyordu, demirle gümüş, demir devrinin ilk zamanlarında ticaret vasıtasıyla dışardan gelmiş olabilir, fakat sonradan bunlar da Altay’da çıkarılmıştır; birçok yerde gümüş ocaklarında bulunmuş olan Çud kuyuları ve yine birçok yerde rastlandığı gibi demir cürufu yatakları bunu ispat etmektedir.([17)
Bu arada Radloff’tan bir başka önemli bilgi daha ediniyoruz. Eski demir çağına ait mezarlarda erkek, kadın, çocuk ve atlar birlikte defnedilebilirken, yeni demir çağıyla birlikte ayrışmaya gidildiği; erkeklere ait mezarların ayrıştığı, ama onların atlarıyla birlikte gömülmeye devam ettiği saptanmıştır. Kadınlarsa bu dönemden sonra küçük çocuklarla birlikte gömülmeye başlanıyor.
Makalemizi Laszlo Rasonyi’nin Menghin’den aktardığı şu saptamayla veya tartışma notuyla sonlandıralım:
“Hülasa olarak şunu söyleyebiliriz; Ural-Altay kavimlerinin iki sahada dünya tarihi açısından kesin şekilde önemli rolleri olmuştur: 1. İktisadi alanda hayvan yetiştirmeyi geliştirme; 2. Toplumsal alanda ise, olağanüstü devlet kurma yeteneği…”(18)
Dipnotlar
1) Yusuf Halaçoğlu, DİA, c.4, s.26.
2) Herodotos, Historien, Buch IV, Kröner Verlag, Stuttgart, 1971, s.61.
3) Stefan M. Maul, “Pferdestaerken, Das Pferd bewegt die Menschheit”, Reiss-Engelhorn-Museen, Mainz, 2007.
4) Jiang Rong, Kurt Totemi, Çev. Avi Pardo, Can Yayınları, İstanbul, 2013.
5) Carl Diem, Asiatische Reiterspiele, s.15.
6) Stefan M. Maul, “Pferdestaerken, Das Pferd bewegt die Menschheit”.
7) O. Menghin, Die Weltgeschichtliche Rolle der Ural-Ataischen Völker, Budapest, 1929.
8) J. Deer, “Step Kültürü”, DTCF Dergisi, Sayı 1-2, Ankara, 1954, s.161.
9) L. Rasonyi, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Ens., Ankara, 1993, s.4
10) Yusuf Halaçoğlu, DİA, c.4, s.26.[11) W. Eberhard, Geschichte Chinas -Von den Anfaengen bis zur Gegenwart, Kröner Verlag, Stuttgart, 1971.
12) W. Köppers, “Cihan Tarihi Işığında İlk Türkler ve İlk İndo-Germenlik”, TTK, Belleten, Sayı 20, 1941, s.471.
13) Homeros, İlyada, çev. Azra Erhat-A. Kadir, Can Yayınları, İstanbul, 2004.
14) Carl Diem, Weltgeschichte des Sports, Bd. 1, Cotta Verlag, 1971, s.329.
15) W. Radloff, Sibirya’dan II,1, s.146.
16) W. Radloff, Sibirya’dan II, s.144-145.
17) W. Radloff, Sibirya’dan, II, s.136.
18) Akt. Laszlo Rasonyi, aynı yerde.