Önce Shakespeare sazı eline alır:
“Altın! Sarı, pırıl pırıl, halis altın! Yok tanrılar…
Şu kadarı yeter bunun çevirmeye karayı aka; eğriyi doğruya,
Kötüyü iyiye; soysuzu soyluya; kocamışı gence; yüreksizi yiğide.
… İşte bu
Rahiplerinizi, kölelerinizi çeker alır elinizden;
Koca adamların yastıklarını alır başlarının altından;
Bu sarı köle
Bağlar, çözer dinleri; günahkârı kutsar;
Cüzamlıya bile taptırır insanı; alır hırsızı,
Unvan verir, nişan verir, şan verir,
Oturtur senatörle yan yana: budur
Kocamış dulu yeniden gelin eden;
Hastanenin, çıbanlarını görse kusacağı kadını
Allar pullar da bu, ilkyazına kavuşturur.
Çekil karşımdan, kahrolası çamur,
İnsanlığın orta malı orospu, sen,
Ulusları birbirine düşüren.”
(W. Shakespeare, Atinalı Timon, Çev. Murat Belge)
Yaş sırasına göre gidiyoruz. Söz Goethe’de:
“Hay kör şeytan! Ellerinin de ayaklarının da
Kafanın da kıçının da senin oldukları açık,
Ama sevine sevine zevkine vardığın tüm bu şeyler
Bu yüzden daha mı az benim?
Eğer altı damızlık atın parasını verirsem
Onların güçleri benim güçlerim olmaz mı?
Hızla gidenim ve zengin bir beyim ben
Sanki yirmi dört ayağım varmış gibi.”
(Goethe, Faust)
26 yaşındaki genç Marx, 1844 Elyazmaları adlı kitabında bu iki ustanın yukarıdaki pasajlarını aktardıktan sonra yorumlamaya başlar. Verdikleri örnekleri tek tek ele alır ve kinayeli bir para-birey-toplum ilişkisi analizi/eleştirisi yapar. Konuyu şöyle bağlar:
“Eğer sen insanı insan olarak ve onun dünya ile ilişkisini de insanal bir ilişki olarak görürsen, sevgiyi ancak sevgi ile, güveni ancak güven ile vb. değiştirebilirsin. Eğer sanattan zevk almak istersen, sanat kültürüne sahip bir insan olman gerekir; eğer öbür insanlar üzerinde etkili olmak istersen, öbür insanlar üzerinde gerçekten canlandırıcı ve uyarıcı bir etkisi bulunan bir insan olman gerekir. İnsan ile -ve doğa ile- ilişkilerinin her biri, senin gerçek bireysel yaşamının, iradenin nesnesine uygun düşen belirgin belirli bir belirtisi olmalıdır. Eğer sen karşılıklı sevgi uyandırmadan seversen, yani senin sevgin, sevgi olarak, karşılıklı aşkı uyandırmazsa, eğer seven insan olarak senin dirimsel belirtin ile sen kendini sevilen insan durumuna dönüştürmüyorsan, senin aşkın erksizdir ve bu da bir mutsuzluktur.” (K. Marx, 1844 Elyazmaları, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 1. baskı, Temmuz 1976, s.234-2359
Bu noktada sohbete bizim Kul Nesimi’yi de dahil etmek gerek. Marx’ın uzun paragrafını iki dizede özetleyivermiş Nesimi (keşke Marx onunla da tanışmış olsaydı):
“Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar”
Ozanlık başka bir şey…
Ama Marx’ı da yabana atmayalım. Romantik Marx, aynı eserinde şu müthiş pasajıyla ozanlığa yaklaşır:
“Ne kadar az yer, ne kadar az içer, ne kadar az kitap satın alır, tiyatroya, baloya, meyhaneye ne kadar az gider, ne kadar az düşünür, sever, kuram kurar, ne kadar az şarkı söyler, konuşur, kılıç (eskrim) oynarsan, vb., o kadar çok biriktirir, ne güvelerin ne de tozun yiyebilecekleri hazineni, sermayeni, o kadar çok artırırsın. Sen ne kadar azsan, yaşamını ne kadar az belirtirsen, o kadar çoğa sahip olursun, yabancılaşmış yaşamın o kadar büyür, yabancılaşmış varlığından o kadar çok biriktirirsin.” (aynı eser, s.210)
Bu satırları yazdığında Marx’ın henüz “Marksist” olmadığını da anımsatmak gerek.
Komünist ütopya şöyle bir şey: Dostlarınızla Hayyam’ın meyhanesine gidiyorsunuz, yan masada böyle bir üçlü -hafif çakırkeyif- sohbet ediyor.
Diğer masaları da bir ara yazarız.