Bazı kitapları insanın iç dünyasında çıkabileceği bir keşif gezisi imkânı sunabilmesi bakımından kıymetli bulurum. Her kitapta rastlanabilecek bir nitelik değil. Bu niteliğe sahip kitapların da her insan için bu keşif gezisini kesinlikle vaat ettiğini söyleyemem. Bu özel bir karşılaşma. Kendi iç dünyasında çıkacağı keşfe hazır olmalı insan ve ancak hazırsa bunu ona vaat edebilecek kitabı eline alır zaten. Tesadüfen seçtiğimizi sanırız çoğu kez. Oysa bu keşif gezisine hazır olmayan, kitabıyla karşılaş(a)maz. Ben böyle olduğuna inanırım. Psikanalize merak sarmış biri olarak da tesadüflerin hakikatine her seferinde şaşırırım.
Öte, bu türden karşılaşmaların meydana gelmesini iyi bir ihtimal ile barındırdığını düşündüğüm bir kitap. Kitabın yazarı, sevgili hocam Sultan Komut’un tam karşısındaki masaya geçmem de yalnızca hoş bir tesadüf olmasa gerek ofiste. Onun iç dünyasından göreceğim, alacağım, özdeşleşeceğim ve ayrışacağım şeyler varmış.
Bu kitabın nesi var? Neden okunmalı? Neden önemli? Nasıl bir anlamı var? Bu soruların cevaplarını veremem. Çünkü bilmiyorum. Ama yine de şöyle cevaplar vermek gelir içimden: Bu kitabın nesi var diye sorarsanız; sizin ruhsal ihtiyaçlarınızda ne eksikse bunda o var. Neden okuyayım derseniz; siz o nedene bilinçli olarak erişemeseniz bile derinlerde bir sebebiniz muhakkak vardır ve bir bakarsınız kitabın satırlarında dolaşır gözleriniz. Önemi ve anlamına gelince, vesilesiyle bir keşif gezisi nasip olursa size o geziden kalan en güzel hatıra olacaktır; bazen keşfinizden memnun kalmasanız bile.
Birazdan aşağıda okuyacağınız söyleşi ve elbette kitabın kendisi size kitaba dair çok şey söyleyecektir. Herkese farklı şeyler söyleyecek, herkesle farklı konuşacaktır bu kitap. Ben ona dair neler söyleyebilirim diye yoğunlaşınca bu kitapla çok temel bir meselenin yolunu keşfe çıktığımı fark ettim. Bu yol, “ben” ve “ben olmayan”ı yürümekten geçiyor. Kitap boyunca her çevirdiğim sayfada, her yeni öyküde bir tanıdığa, bir de hiç tanıdık gelmeyen “ötede” birine rastlayabiliyorum.
Bize hiç benzemeyeni, öfkelendiğimizi, tiksindiğimizi, nefret ettiğimizi, yabancı olanı dışarıda sanırız. Oysa o, içimizden dışarı çıkmıştır. İçimizde olmasına katlanamadığımız için dışarı yansıtılmıştır belki de. İçimizdeki bu parça, bizim ruhsal dengemizi tehdit ediyor, bu tehdidin getirdiği gerilimle kalmak da epey zor oluyorsa onu dışarı atmak ve ona dışarıdan bakmak daha güvenli gelir. Çok rahatsız olduğum, feci öfkelendiğim ve nefret duygusu hissettiğim şeylere/insanlara/tavırlara böyle bakmaya çalışırım: Bu benim içimdeki hangi parçayı tetikledi ve ben kendimde karşılaşmaktan korktuğum neyi karşımdakine yansıttım? Nelere “ben” dedim de, neleri “ben olmayan” diye öteledim? Dr. Bahar Tezcan’ın önemli bir paylaşımı var buna dair: “Düşmanım dediğin o kişide kendinle karşılaşmak riski var,” diyor ve yorumluyor.
Yukarıda bahsi geçen mekanizma, psikanalitik kuramda “projeksiyon (yansıtma)” adıyla, insanın ruhsallığının savunma mekanizmalarından biri olarak geçer. Psikanalize ilgiliyseniz, yansıtma ile ilgili pek çok yazına rastlamak mümkün; kendinize ilgiliyseniz, bir gün içinde bile yansıtmaya başvurduğunuz hallerinize rastlamanız mümkün.
Bir de “ben” ve “ben olmayan” (me / not me) var. Bu konseptler de psikanalitik kuramlarda Sullivan’ın teorisinde yer alıyor. “Ben” dediğimiz yapıyı tanımlamak nispeten daha bilinçli yaptığımız bir şey oluyor. Ben diye cümleye başladığımızda, ardına sıfat(lar) koymak çok daha rahat ve kolay. Neyin “ben” olduğunu bildiğimizi sanıyoruz. “Ben şuyum”, “ben iyiyim”, “ben iyi biriyim”, “ben güçlüyüm”, “ben akıllıyım” gibi şeyleri söylemek ve ‘ben olan’ kümesine dâhil etmek çoğumuz için daha kolay, daha makul ve daha kemikleşmiştir. Oysa bazı şeyleri “ben”in yanına eklemekte zorlanırız. “Ben deliyim”, “ben zayıfım”, “ben güçsüzüm”, “ben öfkeliyim”, “ben nefret doluyum” diyebilmek neden daha zordur? Herkes bir parça güçsüz, bir parça deli, bir parça iyi, bir parça kötü oysa…
“Ben olmayan” diye ötelediğimiz taraflarımızı bilincimize ne kadar çıkarabilir, onların ne kadar farkında olabilirsek daha bütünlüklü, daha özgür, daha barış dolu olabiliriz. Kendi içimizdeki bu dönüşüm, diğerleriyle olan ilişkilerimizi de etkiler.
Sultan Komut’un Öte’sindeki öykülerde bir bakın bakalım, “ben olmayan” kimleriniz var? Böylece sizinle söyleşimize başlamış oluruz. Sultan Komut ile söyleşimize de aşağıdan dâhil olun, buyrun.
– “Öte”, ilk öyküden itibaren insanı içindeki “öteki” ile yüzleştiriyor. Bizi bize çarpıyor aslında öyküler. İçimizde bir yerlerde ötelediğimiz meselelere dokunuyor. Sizin için kitabınızın temel meselesi nedir? Bu kitap neyi dert ediyor?
– Cevap sizin sorunuzda gizli esasen. “İlk öyküden itibaren insanı içindeki öteki ile yüzleştiriyor” diyorsunuz. Herhangi bir metnin esasında neyi dert ederse edinsin okurun kendi içindeki derde dokunduğunu düşünüyorum. Farklı referanslar verebilirim ama doğrudan söyleyeyim: Metinden çıkardığımız aslında bizim konumumuzla ve ötekilik durumlarımızla ilgilidir. Burada benim ifade ettiğimden ziyade, o öykülerde okurun karşı karşıya geldiği bir anlamda yüzleştiği ötekilikler önemli. Mesela yakın zamanda Öte hakkında kaleme alınan bir yazıda “Kadın özneyle erkek devlet, anlatı evreninde adeta “kast” temelinde geçirgensizlik yansıtıyor.” diye ifade edilmiş. (M. Sadık Aslankara, Cumhuriyet Kitap Eki).
Mutlulukla katılıyorum. Bu kitabın içindeki öyküler oldukça uzun bir zaman diliminde yazıldı ve bir dosyaya evrildikten sonra aslında bir dert etrafında döndüklerini fark ettik. Bu konuda editörüm Mehmet Said Aydın’ın önerisiyle ilk toplamdan çıkardığım metinler de oldu. Kalan metinler zaman içerisinde düzenlendi, deyim yerindeyse yeniden yazıldı. Belki benim kendi varlığımı konumlandırmamla, kendi metnimi yeniden okuduğumda olanaklar keşfetmemle de geli- şen bir süreç bu. Her yeni okuma ve her yeni yazmada metin evrildi denebilir. Bu nedenle sabit, durağan bir dert olmasa gerek. Okuru yönlendirmek, derdim budur, demek yerine kitabın derdinin okurun derdiyle kol kola yürüdüğünü düşündüğümü söyleyeyim. Okur olarak sen nerelerde durup düşündüysen, seni ne yaraladı ya da öfkelendirdiyse odur derdi Öte’nin.
– Kitabın bana çağrıştırdığı bir kelime var: tekrar. “Tekrar”larına sıkışmış insanlar, adeta semptomu “tekrar” olmuş ruhsallıklar… Ne dersiniz bu tekrar konusunda?
– Az önce bahsi geçen yeniden yazma süreçlerinde bu tekrarları da gözden geçirdim aslında. Öte adı dosyadan sonra ortaya çıktı. Tekrarları anlatmaya çalışırken bundan bahsetmeliyim. Birçok öykü kitabında kitabın adı bir öykünün adıdır. Ben öyle olsun istemedim. Bir şekilde hepsini ifade etsin, aynı zamanda hepsini dışarıda bıraksın istedim. Öte böyle bir kavram benim için. Hep orada olan ama asla gerçek olmayan, hep yaşanan ama asla sorgulanmayan, hem burada yanımızda hem de çok uzağımızda olan. Benim çocukluğum amcamların eviyle bizim ev arasında geçti. İki kardeş bitişik nizam bir ev inşa etmişlerdi, ortak bir duvarımız vardı yani. Evde değilsem ötedeydim. “Sultan nerede?” “Ötede.” Ötede olmak hem evde olmak hem evde olmamak demekti. Bu üzerinde düşünmeyi sevdiğim bir kavram. Fiil olarak düşündüğümüzde de benzer yerden okuyabilirim. Ötelediğimiz her şey bir nevi ifa etmeye en yakın olduğumuz yine de bunu gerçekleştirmediğimiz, gerçekleştirmeyerek her daim ifaya hazır beklettiğimiz; bu haliyle beden ve zihin yüzeyimize yapışan ve gerçek olmadıkça bizimle yaşayan bir edim. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak ötelediğimiz her şey o edimin tekrarı. Kitaptaki tekrarları bu bağlamda okuyabiliriz belki. Böyledir demek istemem, böyle okunabilir.
– Dille oyun oynuyorsunuz kitabınızda. Öykülerin içeriği, dilinizdeki oyunla buluşunca okuyucuyu ebeliyor ve oyuna çekiveriyor. Aynı zamanda bir akademisyen olarak, dilin içerikle olan etkileşimi hakkında neler söyleyebilirsiniz? Hatta şunu da merakla ekleyebilirim; dil ve içerik etkileşiminin okurdaki etkisi nasıldır?
– Teşekkür ederim öncelikle. Ne kadar başarılı olduğum okur ve eleştirmenlerin yorumlarıyla benim de ölçebileceğim bir durum olmakla beraber öykülerin dili en çok önemsediğim husus oldu. Ne anlattığımdan ziyade nasıl anlattığımla ilgilendim daha çok. Yıllar içerisinde yaptığım düzenlemeler dil ve biçim düzenlemeleriydi. Bunu yaparken çeşitli imgelere, seslere, kokulara, duygulara, öfkelere yaslanmaya çalıştım.
Bir akademisyen olarak değil belki ama bir okur olarak da içerikten ziyade dili önemsiyorum. Kelime seçimleri, onların cümle içerisindeki kullanımları, birden çok anlam ifade edebilmeleri, kurgunun içerisindeki senin tabirinle “oyunlar”, ötelenen anlam ve ifadeler, eksik bırakılanlar, metinler arası göndermeler, yazarın bilinçli bıraktığı pencereler beni hep etkilemiştir. O metinlerde içerikten, anlatılan hikâyenin ne olduğundan ziyade yazarın bana açtığı kapıya odaklanırım ve metne dâhil olmaya çalışırım. Kapılarını sıkı sıkıya kapatmış metinler bazen hikâye açısından daha etkileyici olsa da beni okur olarak dışarıda bırakıyor.
– Elbet her öykünüzün bir hikâyesi var. Hikâyesini bilhassa anlatmak isteyeceğiniz bir öykünüzü seçseniz ve bizimle paylaşsanız bu hangisi olur?
– Hikâye bağlamında değil belki ama yazılış süreçleri açısından karşılaştırdığımda öykülerden birini seçebilirim belki. Son öykü, Kadınadam, diğerlerinden farklı bir süreçten geçti. O öykü hem farklı zamanlarda yazılmış birden çok öykü ve metnin bir araya gelerek kendi içinde bir bütün oluşturma hem de kitaptaki diğer öykülerle temas etme çabasının bir sonucu. O olmadan diğerlerini okumak mümkün ama eksik diyebilirim. Aslında şöyle de diyebilirim: Kadınadam diğer öyküleri kucaklamaya onlara kapı açmaya çalışıyor. Onu diğerlerinden bu şekilde ayırmış olayım. Onun dışında senin bahsettiğin anlamda bir hikâyeyi paylaşmanın okuru dâhil etmeye çalıştığım bir süreci zedeleyebileceğini düşündüğümden paylaşmamayı tercih ediyorum.
– İçimizde “öte”lediklerimizi nasıl “beri”mize getiririz sizce?
– Öte’yi beri’den ayrı kurgulamak imkânsız. İlişkisel zıtlık diye tanımlayabiliriz bu ikiliyi. Zıt olmalarının sebebi birbirleriyle olan ilişkileri. Bu soruya cevap verirken ötelemenin kaynağına da odaklanmak iyi olabilir. Bilinçli olarak orada olanlar, kendi “öte”lediklerimiz bir açıdan “beri”mizdedir de. Onu öte pozisyonunda bekletmemiz bizden uzaklaşmasına ya da aksine bize yakınlaşmasına dayanamamaktan kaynaklı olabilir. Kasıtlı “öte”lemek bu bahsettiğim. Ötelemek zorunda bırakıldıklarımız ise zaten berimizde olmasını istediklerimiz. İzin verilse belki biz oyuz, o kişi, o eylem, o duygu, o durumuz. Kesin cevap vermek zor.
Öte, Sultan Komut, Everest Yayınları, 2019, 105 s