Bir dönemin fikrine hâkim olabilmek için dönemdeki yönteme bakmak gerekir. Nitekim sosyal-pozitif bilimlerde ve siyasette kullanılan söylemler ve tartışmalar sürekli olarak dönemin ruhuna uygun olarak karşımıza çıkıyor. Doğan Ergun da Yöntemi Bulmak isimli kitabına Jean Paul Sartre’ın sözüyle başlıyor: “Yöntemi bulmak ve bilimi oluşturmak gerekir.” (1) Ancak, günümüzde yöntem konusundaki çalışmalar bize bir yandan yöntemin, bilimselliğin ve aklın dışlanmasını salık verirken diğer yandan nesnelliğin öznel yaklaşımlara indirgenmesini, kaba bir bireyci anlayışı “bilimsellik” olarak kabul ettiriyor. Bunun yanında yöntemin reddine dayalı bir yöntem anlayışı, bu tarz yaklaşımların ifadesiyle en “totaliter, sekter ve pozitivist” bir şekilde araştırma tekniklerini yöntem olarak karşımıza çıkarıyor. Son tahlilde bunlar, sadece günümüzün bir problemi değil, Sovyetlerin son on yılından bu yana süregelen bir şey.
Günümüzde de maalesef hiçbir bütünselliği kabul etmeyen ve her şeyi tekile-tikele indirgeyen görüş egemen durumdadır ve her türlü yöntemin reddiyesine dayalı bir “kuram” söz konusudur. Bu bir kuramdır; çünkü bütün bütünsellikleri reddeden bütünsel bir anlayışa, teorik ve fikri temellere sahiptir. Oysa bilim, yöntemiyle tanımlanır. (2) Yöntemi olmayan bir şey bilim olamaz. Tıpkı günümüzde olmadığı gibi.
Günümüz yöntem anlayışının tarihsel kökenleri
Tarihe baktığımızda tarih boyunca ortaya konan yöntemler, geçmişten günümüze bilimin kendi niteliğini kaybettirici bir eğilime sahip. 19. yüzyıldaki bilimsel yöntem çatışması temel olarak birey ve toplum ikileminde gerçekleşti. Sanayinin atılımı, onun kullanılmasına yönelik yöntemsel tartışmaları gündeme getirdi ve karşı karşıya duran iki ismin fikirleri gündemde oldu: Adam Smith ve Karl Marx. 20. yüzyıla girildiğinde ise sosyal bilimlerde nicel ölçütlerin kullanılması ve yaygınlaştırılması konuşulurken, dünyada kapitalist sistemi kökünden sarsan 1929 Büyük Buhranı yaşandı. Buhrana kadar birey, sürekli olarak her şeyin önüne kondu ve hatta 20. yüzyılın başlarındaki iktisatçılar, 1871’de William Stanley Jevons’ın yazdığı gibi teoriden de pratikten de toplumsal olguları çıkararak bireyi her şeyin muktediri haline getirdi. Buhrandan sonra ise John Maynard Keynes’in iktisada müdahale eden tavrı (ki buhrandan önce de ekonomiye müdahale edilmesini öngörüyordu) dünyaya hâkim oldu. Keynes, geleceğin bilinemez olmasından ötürü bireysel karar alma süreci ve daha tikel ölçüdeki bir ekonomik rasyonaliteyi kullanarak yöntemini buldu. İki dünya savaşı arası dönemde ise doğa bilimi yöntemlerini sosyal bilimlere indirgeme çabaları reddedildi; çünkü bunun toplum üzerinde “totaliter” bir araç oluşturduğu iddia edildi. Bu dönemde pozitivizm Viyana’da yeniden yorumlanırken ve Ludwig Wittgenstein’ın dil felsefesinden yola çıkarak sosyal bilimsel düşünce dil önermelerine ve söyleme indirgenirken, siyasal düşüncede akıl üstü akımlar ve öznelci kuramlar hızla arttı. Tıpkı günümüzde olduğu gibi gündelik toplumsal gerçeklerle, egemen toplumsal değerler arasındaki açı gitgide açıldı. Bunlar, Avrupa’ya faşizmi müjdeliyordu. Mantıksal pozitivistlerin bu yaklaşımı öznel tavrın ifadesini, nesnel bir bilgi aktarımı kisvesi altında kullanmak olmuştur.
Bu verilere dayanarak dikkatle bakıldığında yöntem sorununda ve siyasette iki dünya savaşı arası dönemin daha radikal bir formunun günümüzde yaşandığını söyleyebiliriz. Mantıksal pozitivistlerin öznelliği nesnelleştirmesi, “bilimsel olmayan bir bilimsel anlayış”ın ortaya çıkmasına sebep oldu. Bunun da temel sebebi bilimselliğin ölçütlerinin yeterince tartışılmaması ve belirlenememesi olmuştur. Aynı dönemde Max Weber’in de anlayışı benzer bir nitelik taşıyor. Tarihe ve topluma kültür üzerinden bakarak bir algı yaratmaya çalışan Weber, her olayın tarih içerisinde bir kere yaşandığını ve dolayısıyla her olayın eşsiz olduğunu ifade ederken olayı bulunduğu nesnellikte değil, kendine özgü durumunda açıklayarak “özgücü” tavrı bize gösteriyor. Ancak, Weber’in yaklaşımı bununla sınırlı değil. Tıpkı dönemdaşları gibi o da Verstehen (anlama, yorumlayarak kavrama) kavramını ortaya atarak hem günümüz postmodern aklının düşünsel kaynağına büyük katkıda bulunuyor hem de geçmişten beri var olan bireyci akıma daha geniş bir yorum getiriyor.
1940’larda Avusturya ekolünü temsil eden Friedrich August von Hayek, Bilimselcilik ve Toplumun İncelemesi’nde “Tanıdığımız biçimiyle toplum, insanların benimsedikleri kavramlar ve fikirlerle inşa edilmiştir; sosyal olguları ancak insan zihnine yansıdıkları biçimde görür ve anlamlandırırız… Sosyal faaliyetin veya insan faaliyetlerinin konusu, çoğu zaman bilimin, fikirlerin karşıtı olarak tanımladığı nesnel gerçekler değildir… Sosyal bilimin gerçekleri yalnızca fikirlerdir, faaliyetlerini incelediğimiz insanların görüşleridir.” (3) diyerek hem bireyci anlayışa yeni bir soluk getirmeye devam ediyor hem de pasifist bir liberal görüşün yöntemsel temellerini ortaya atıyordu. Bilimsel yargılarda bulunuyormuş gibi kendini gösteren Karl Popper ise biliminsanı ve bilim arasına ayrım koyarak, biliminsanının bilime nesnel bakamayacağını ve kaçınılmaz bir bireyciliğe ittiğini söylemektedir. Burada Popper nesnellik için yanıp tutuşan biri olarak görülse de bu bireyciliğin nesnelliğin oluşması için gerekli olduğunu savunur. Dolayısıyla Popper’ın yöntemsel tavrı “öznelin ve nesnelin ötesinde” bir nesnelliği ifade eder: Bu da tam olarak hem günümüz siyasetindeki üçüncü yolculuğun düşünsel temelinde yer alır hem de “özgücü” tavrı apaçık bir şekilde bize göstermektedir. Bu yaklaşımlara tepki olarak “pozitivizme” dönüş şeklinde algılanan ampirist bir yöntem anlayışı da ortaya çıkmıştır. Bilimselliğin ölçütünü olgunun ampiriklik derecesine göre nitelendiren bu yaklaşım, yani ölü olguların toplamı olan “bilimde ampirizm” dünyayı kemirmektedir. (4)
Akla, yönteme ve bilime hüzünlü bir veda
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan “American Dream” (Amerikan Rüyası) ve refah toplumu, yöntemsel konuda büyük çabalara girmedi. Zira bolluğun bulunduğu ve büyük sorunlarla karşılaşmayan Batı-merkezli dünyada bu tip tartışmaların bir anlamı yoktu. Benzer şekilde Marksizmin gelişimine baktığımızda da yaşamı İkinci Dünya Savaşı ve sonrasına denk gelen Louis Althusser, yapı kavramını ortaya atarak bir çeşit dengeyi göstermiştir; bu aslında savaştan sonra ortaya çıkan ekonomik, politik ve sınıfsal bir dengedir: ABD merkezli kapitalist blok ile Sovyetler Birliği merkezli sosyalist blok arasında bulunan denge, gelişmiş olanlar ile geri kalmış ülkeler arasındaki denge, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki denge… 1970’lere gelindiğinde ise piyasa ekonomilerinde kriz baş gösterdi ve 1929 Buhranı’ndan kapitalist dünyayı kurtaran Keynes’in geleneksel müdahaleci pratikleri gittikçe karmaşıklaşan sistemi kurtarmaya yetmedi. Yaşananlar karşısında tatmin edici çözüm önerilerinin getirilememesi iktisat bilimi başta olmak üzere sosyal bilimlerin genelinde yeni arayışlara sebep oldu. Bu sayede yöntem tartışmaları da yapılmaya başladı. Fakat yapılan bu tartışmalar Sovyetler Birliği’ne güvenin azaldığı, kapitalizmin dünyada tek muktedir güç olmasının yarattığı boyun eğme hissinin yaygınlaştığı, telaşın ve umutsuzluğun baş gösterdiği bir dönemde yapılmaya başladı. Bütün bu etkenler de ekonomik belirsizliğin sürekli bir hal kazanma eğiliminde oluşuyla birlikte yönteme duyulan güvensizliği gündeme getirdi. Yöntemdeki bu güvensizlik ortamı, akla, yönteme ve bilimin kendisine hüzünlü bir vedanın habercisiydi. Bu hüzünlü veda on yıl içinde kapitalizmi artık sosyalizmin bile kurtaramadığının görülmesinin ardından ideolojinin, insanlığın ve tarihin sonunu coşkuyla selamlayan postmodernizmin geçit törenine dönüşecekti.
Feyerabend: “Bilime karşı olan ne varsa kabulümdür”
Akla, bilime ve yönteme vedanın en büyük temsilcisi Paul Feyerabend olmuştur. Akla Veda, Yönteme Karşı ve Anarşizm Üzerine Tezler isimli kitaplarında açık bir şekilde aklın kendisine, bilimde yönteme karşı olduğunu belirten Feyerabend, kendisini bir “bilim anarşisti” olarak tanımlamaktadır. Kapitalizmin egemenliğini güçlendirdiği bir dönemde kullanılan bu söylem büyük bir radikalliği ve karşı çıkışı simgeliyor olsa da kökeni ve yöntemi liberal-muhafazakâr ittifaka dayanmaktadır; gerici eğilimler göstermektedir. Tıpkı son bir iki yıldır Avrupa’da kemer sıkma önlemlerini hedef olarak gösteren neo-liberalizme karşı duran sol tandanslı “liberal sol” partilerde olduğu gibi. Stanislav Andreski de, Sosyal Bilimlerin Cadıları’nda “Otoriteler korku uyandırdıkça, ortaya çıkan kafa karışıklığı ve saçmalıklar, bir toplumda tutucu eğilimleri güçlendirir.” ifadesini kullanır. Feyerabend’in söylemleri de egemenin korkusuna karşı alay ve radikalizm olarak kendisini gösterirken, bir yandan da kafa karışıklığı ve bilimde muhafazakârlığı karşımıza çıkarmaktadır. Konu bütününde Feyerabend’in temel önemi ise Francis Fukuyama’nın tarihin sonunu ilan etmesi gibi onun da “yöntemin sonu”nu ilan etmesi ve bu sondan itibaren bilimin ve aklın buharlaşıp dağılmasıdır. Günümüzün bilimsel yöntem(sizlik) anlayışının temelinde de yine Feyerabend bulunmaktadır.
Feyerabend’in yöntem hakkındaki söylemlerine bakıldığında ise bahsettiğimiz radikalliğin oldukça keskin olduğunu görürüz. Feyerabend, bilim tarihinde söz konusu bütün yöntemlerin çöpe atılması gerektiğini ve bilimin yöntemi olmaması gerektiğini söyler. Bunun yanında zikrettiğimiz Weber ve Hayek gibi isimlerin Feyerabend’den daha önce söylediği bir liberal ezberi tekrarlar: Nesnel bir gerçeklik yoktur, herkesin kendi gerçeklikleri vardır. Feyerabend anarşist bir bilgi kuramı olarak öne sürdüğü “…elimizde kalan estetik yargılardır, zevk meselesi yargılardır, kendi özel isteklerimizdir.” (5) ifadesiyle, akıl hocalarının söylemlerini “kapsayıp aşarak” liberal kapitalist düzenin arzuladığı bireyciliği ve öznelciliği kutsamıştır. Yöntemlerin reddiyesine dayalı bir yöntem oluşturan Feyerabend, bu düşüncesini dönemdaşlarının düşünce unsurlarının birkaç parçasını bir araya getirerek kurmuştur. Bu noktada Feyerabend’in düşüncesi bir sentezdir. Feyerabend, Popper, Imre Lakatos ve Thomas Kuhn’un yaklaşımlarının “bazı” unsurlarını bir araya getirip eleştirel bir yorumla sunarak bu sentezi yapmıştır. Bu sentezin temelinde ise ana akım yaklaşımlara karşı alternatif yaklaşımları savunma eğilimi yatmaktadır. Günümüz siyasetinde ve sosyal bilimlerinde de benzer biçimde “alternatif” olan savunulmaktadır; başka bir toplumun ya da siyasetin mümkünlüğü hiçbir şekilde tartışılmamaktadır. Tartışıldığını iddia edenler de Feyerabend’in düştüğü gibi muhafazakârlığın kıskacına yakalanmaktadırlar. Bulunduğu dönem içinde Feyerabend yöntemsizliği savunmasının tartışma ve eleştiriyi yok edeceği yönünde kendisine getirilen eleştirilere karşı çıkmaktadır. Feyerabend, yöntemsizliğin böylesi bir ortamı yok etmeyeceğini, aksine zaten asık suratlı ve ciddi olan bilim ortamını özgürleştirerek açıklık ve serbestlik getireceğini öne sürmektedir. Günümüzde de bunun yansıması kapitalizme karşı çıkışı sağlayacak alet edevatın yok edilmesinin yöntemsel açıdan bir özgürleşme ve “güler yüzlülük” şeklinde olmuştur.
Totalitarizme karşı bir liberal-çok kültürcü
Feyerabend’in, özgürleşmenin bilimden kurtularak sağlanacağını söylemesinin temelinde bilimin insan aklı üzerinde kurduğu baskının olması yatıyor. Ona göre, bu özgürleşme ilerlemeyi de sağlayacaktır. Hatta Feyerabend, insan aklını belirli sınırlar içine hapseden düşünce yapılarını yıkarak ilerleyen bilimin, tutucu ve gerici bir güce dönüştüğünü, bunun da bilimin ilerlemesini engellediğini söylüyor. Böylece kurduğu “bilimsiz bilimi” bilimselleştirmek gibi bir çabaya girmiş oluyor. İlerleme konusuna çözüm olarak düşünsel temelindeki sentezi gösteren Feyerabend, alternatif yaklaşımların ve eleştirel bir ortamın ortaya çıkmasını söylerken, hoşgörüyü bir olmazsa olmaz olarak sunuyor. Feyerabend’e göre bilimin amacı insanın özgürleşmesidir. İlerleme de bilimin yöntemsizleşmesi ve insanın özgürleşmesinden geçer. Feyerabend, daha birçok örneğini bulabileceğimiz liberal-çokkültürcü söylemlerinin en meşhurunu bize gösteriyor: “İnsanların yeni bir kölelik türüne razı olsunlar diye değil, istekleri bizimkilerden ne kadar farklı olursa olsun kendi isteklerini gerçekleştirebilsinler diye özgürleştirmek istiyoruz” diyor. Feyerabend, bilimselleştirmeye çalıştığı cümlelerine bilimsel olarak kabul edilen kuramsal yaklaşımların dışında bilimsel olmayan yaklaşımlara da hoşgörüyle bakılması gerektiğini salık vererek devam ediyor. Günümüzde de çok sık bir şekilde karşılaştığımız bu söylemin siyasetteki ve sosyal bilimlerdeki yansıması “öteki” kavramı çevresinde şekillenmiştir. Bu anlayışın yarattığı öteki kavramı, herkesin birbirine saygı duyduğu ama bir yandan da sevmek zorunda olduğu “uzlaşmacı” bir toplum yapısını ve siyaseti öngörüyor. Feyerabend kabaca, Hıristiyanlık zamanında imanda bulunan tahammülsüzlük gücünün bugün bilimin kendisinde olduğunu söylüyor. Aynı şekilde bilimsel düşüncenin gerçekleştirdiği devrim, Feyerabend’e aynı düşüncenin, içinde başka düşünce biçimlerine yaşama hakkı tanımadığı totaliter bir diktatörlük kurmasıyla sonuçlanmış gibi görünüyor. Böylece birbirinden ayrılmaz olan iki kavram, “totalitarizm ve liberal-çok kültürcülük” Feyerabend’in düşüncesinde bir evlilik yapıyor. Ve bunun sonucunda ortaya çıkan önerme “liberal-çok kültürcü olmayan her şey totaliterdir” şeklindeki bütünsel bir “söylem”e işaret ediyor ve ötekileştirme, totaliterlik ve düşünce diktatörlüğü tam da burada devreye girmiş oluyor. Bununla birlikte Feyerabend, farklı düşünme biçimlerine hayat hakkı tanımayan bir hegemonya kurulmasının yozlaşma olduğunu ve “insanı özgürleştirme yolunun anahtarı bizim elimizdedir, bunu bizden başka kimse yapamaz” iddiasının kendisiyle çeliştiğini söylüyor. Bu sözüyle Feyerabend, özgürleşmenin anahtarının kendi elinde, yöntemsizliğin ve bilimdışılığın elinde olduğunu söyleyerek bir hegemonya kuruyor ve kendisiyle çelişiyor. Feyerabend, bahsettiği bütün özgürleşme ve karşısındakine hak tanıma tavrının ilerici olduğunu ifade ediyor: “Bütünsel bir düşünce sisteminin insan aklı üzerinde kurduğu hâkimiyeti yıkan her ideoloji, insanın özgürleşmesine hizmet eder. İnsanı geçmişin mirası inançları sorgulamaya iten her ideoloji aydınlanmayı destekler.” (7) Eserlerinde bilimin totaliter olduğunu çokça dile getiren Feyerabend, yöntemsiz bir şekilde kuramını oluşturması dolayısıyla bahsettiği bilimde ilerleme anlayışı da oldukça basit bir şekilde anlamsızlaşmış oluyor. Feyerabend, böylece buharlaşan her şeyi katılaştırıyor.
Sonuç yerine: Zizek’ten Feyerabend’e yanıt
Feyerabend’in de yöntem konusunun içine yerleştirerek ifade ettiği ve günümüzde de kapitalist sisteme muhalif olmayı ya da bilimsel bir dille konuşmayı engelleyen totalitarizm nosyonunun ve adını hiç geçirmese de kastettiği liberal-çok kültürcü yaklaşımın bugün de idame ettirilmesi hem siyasette liberal-muhafazakâr mantığın hem de bilimsizliğin radikalleşmiş bir şekilde devam ettiğini göstermektedir. Her iki yaklaşım da Sloven filozof Slavoj Zizek’in deyimiyle “Bizi düşünmeye sevk etmek yerine bizi kendi tanımladığı tarihsel gerçeklikle ilgili yeni bir içgörü edinmeye zorlar ve düşünme zahmetinden kurtarır, ya da hatta, düşünmemizi aktif bir şekilde önler.” (8) Bunun da bize gösterdiği şey, akla gerçekten veda edilmesi ve “önleme” ile birlikte Feyerabend’in ateşli bir şekilde karşı çıktığı ötekileştirmenin gerçekleşmesidir. Liberal-çok kültürcü yaklaşım hakkında Zizek çok net bir tabir kullanır: “…daha yakından bakılınca, (ilerlemeci liberallerin) çok kültürcü hoşgörülerinin ve farklılıklara duydukları saygının, ötekileri uygun bir mesafede tutma ihtiyacı paydasında göç karşıtlarıyla buluştukları görülür. ‘Ötekilere tamam, onlara saygı duyarım’ der liberaller ‘ama benim alanıma pek fazla sokulmamalılar. Bunu yaptıkları an beni taciz ederler. Pozitif ayrımcılığa tam destek veririm fakat yüksek sesle rap müziği dinlemeye hazır değilim’ diye ilave ederler. Bugünün kapitalist toplumlarında yükselen merkezi insan hakkı, taciz edilmeme hakkıdır yani ötekilerle arasında güvenli bir mesafenin olması hakkı.” (9) Dolayısıyla günümüzdeki anlayışta bulunduğu gibi Feyerabend de döneminde görmüş olduğu huzursuzluk, belirsizlik ve güvensizlik ortamında bu şekilde geçmişi ötekileştirerek kendi kimliğini radikalleştirmiş ve aslında eski olanı “yeni” olarak önümüze koyma fırsatı bulmuştur. Feyerabend’in yaptığı bugünün politik ikiyüzlülüğünden farklı değildir. Tek farkı, bunu anarşizm ve bilimsel olmayan bir bilimsellik iddiasıyla yapmış olmasıdır. Zizek, bunu da “kafeinsiz kahve, sekssiz seks” gibi tabirlerle kapitalist tüketim mantığının çekiciliğini açıkladığı çok sayıda makalesinde anlatır.
Zizek’in Feyerabend’e ikinci cevabı da totalitarizm hakkındadır. Hiçbir şekilde söz hakkı tanımayan ve kötüye kullanımı da totaliter olan bir kavram olan totaliterliği, geleneksel muhafazakârlar ve postmodernistler paylaşırlar. Aralarındaki fark daha ziyade bir vurgu farkıdır: Kimilerine göre ‘totalitarizm’, modernist Aydınlanmanın totalitarizm nosyonunun bizzat kendisine nakşolmuş ‘zaruri’ çıktısıdır; kimilerine göreyse, bu daha ziyade Aydınlanmanın kendi potansiyelini tam olarak kendine ikmal eden bir tehdittir. (10) Bu da kendisinin anarşist olduğunu iddia eden Feyerabend’in yukarıda tarihsel gelişimini verdiğimiz düşüncesinin temellerinin postmodern-liberal-muhafazakâr bir ittifak içinde olduğunu bize gösteriyor. Feyerabend, yarattığı yöntemsizlik düsturu ve kullandığı totalitarizm nosyonuyla birlikte günümüzde mevcut düzeni zorlayacak siyasi projelere doğru en ufak bir reaksiyon gösteren kişilerin dışlanmasına ve “ötekileştirilmesine” sebep olmuştur. Zizek, bunu “ahlaka dönüş” olarak tanımlayarak, ne kadar muhafazakâr bir düşünce olduğunu çok net bir şekilde anlatır: “Konformist liberal şerefsizler bu yolla var olan düzeni savunurken, kendilerine ikiyüzlü bir tatmin bulurlar: Çürümüşlüğün, sömürünün ve bu gibi şeylerin diz boyu olduğunu bilirler ama gidişatı değiştirmek için bulunulacak her girişim, ‘totalitarizm’ hayaletine verilen bir hayat öpücüğü ile ahlaki olarak tehlikeli ve kabul edilemez ilan edilip reddedilir. (11)
KAYNAKLAR
1) Doğan Ergun, Yöntemi Bulmak (Türkiye’de Toplumsal Bilimlerin Bunalımı), İmge Kitabevi, s.8.
2) Doğan Ergun, age, s.113.
3) F. Hayek (1942), s.277, 278, 279.
4) Yalçın Küçük, Seçme Teknik Çalışmalar, AİTİA Yayınları, s.25. “Sanatta popülizm, politikada dar pratik, bilimde ampirisizm Türkiye’yi kemiriyor” sözüne atıfla.
5) Feyerabend (1970), s.228.
6) Feyerabend (1981), s.163.
7) Feyerabend (1981), s.156-7.
8) Slavoj Zizek, Biri Totalitarizm mi Dedi?: Bir Nosyonun (kötüye) Kullanımına Beş Müdahale, Epos Yayınları, s.9.
9) Slavoj Zizek, “Liberal multiculturalism masks an oldbarbarismwith a humanface”, http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2010/oct/03/immigration-policy-roma-rightwing-europe.
10) Slavoj Zizek, age, 10-11.
11) Slavoj Zizek, age, 9.
Kaynak: Bilim ve Gelecek, Sayı:106, Aralık 2012, s.34-37