Ana Sayfa Dergi Sayıları 186. Sayı “Doğmak istemiyorum, istemiyorum, istemiyorum…”

“Doğmak istemiyorum, istemiyorum, istemiyorum…”

316
0

Bir önceki yazıma, insanın okuyacağı kitapla karşılaşmasının tesadüf olmadığını söyleyerek başlamıştım. Neredeyse her yazısında bilinçdışının işlerine değinmeden geçmeyen biri olarak ben, yine diyeceğim ki kitap-okur karşılaşmasında da bilinçdışının parmağı elbet var. Ancak bu sefer aynı meselenin önemli başka bir sorusunu açımlayarak başlıyorum. O da, “Neden şimdi?”dir.

Zaman bir tuhaflık. Daha tuhafı herkesin, her şeyin “kendi zamanı”nın olması. Biz insanların, duyduğumuz bir şeyi gerçekten anlamamız/içselleştirmemiz kulağımızdan girdiği anda olmuyor. Bazen bir şeyi anlamamız, onu duyduktan aylar sonra gerçekleşiyor. Biriyle hoşbeş ediyoruz mesela, sohbet anında söylediği bir şeyi, bazen belki sadece bir kelimeyi, üzerinden aylar, yıllar en çok da yaşanmışlıklar geçtikçe anlıyoruz, anlamlandırıyoruz. Duyulanın, ham halde olanın içimizde işlenmesi, demlenmesi ve bir davranışa dönüşmek üzere sindirilmesi gerek. Yine terapiden örnek vereceğim. Terapi, zamanın tecrübesinin iyice tuhaflaştığı bir yer çünkü. Bazen tıkanan, bazen akan, bazen çabucak bitiveren, bazen zamanın dışında kalan, bazen onca seanslar süren tüm bir terapi sürecinin kendisinin tek bir zaman olduğu garip bir deneyim. Bazı anlar olur ki bu deneyimde, konuşulan bir şeyi o seansın içinde anlamazsınız. Hatta unutursunuz. Ancak başka bir seansta -belki altı ay sonra belki seneler sonra bilemiyorum- bambaşka bir şey konuştuğunuzu sanırken birdenbire “o şeyi” hatırlarsınız. “O şeyi” anlarsınız; çünkü anlamlandırırsınız. Unuttuğunuzu sandığınız o şey, tekrar bilincinize gelene kadar işlenmiştir. Başka şeylerle bağlantılar kurmuş, kendisine yeni yollar yapmış, hatta kendisini yeniden yapmıştır. Artık ham değildir, işlenmiş vaziyettedir. Anlamına kavuşmuştur, duyduğunuz “şey”den farklıdır.

Nereye varacağım? Niyetim, Cengiz Aytmatov’un Kassandra Damgası kitabına sizin de çekilmenizi kolaylaştıracak bir yazı yazmak. Ancak biliyorum ki bu çekilme olacaksa bile benim istediğim vakitte olmayacak. “Herkesin kendi vaktinde” olacak, olacaksa.

Bu kitabı ilk kez duyduğum gün tam olarak 24 Kasım 2018, notlarımdan biliyorum. Bir kongrede, Selçuk Kırlı’dan duydum. Kırlı’dan bir şeyler duymak zevklidir. Sesinden mi, anlatışından mı, içeriğinden mi, yoksa tüm bunları kendisinde harmanlayıp otantik bir havada sunmasından mı bilmiyorum. Bildiğim, Selçuk Kırlı’nın her seferinde ilginç bir şekilde beni derinden yakaladığıdır.

Şöyle yazmışım notlarıma:

“Cengiz Aytmatov- Kassandra Damgası

Kassandra Embriyolarının dünyaya gelmek istememe mesajı olarak annelerinin alnında bir iz, sivilce olarak belirmesi”

Ve hemen altındaki notta ise şu yazıyor:

“Mücadeleye sistemin içinde kalarak devam etmiş Aytmatov.”

“Bir metin, yazarın ruhsallığından bağımsız düşünülebilir mi?” epeyce klişeleşmiş bir soru artık. Benim kafa yormak istediğim, yazarın ve okurun ruhsallıklarının metin denen o buluşma noktasında çarpışmasıyla gerçekleşen etkileşimin sonucuna dair. Evet, bana kalırsa bu bir “çarpışma”. İki öznelliğin, iki ruhun çarpışması ve doğası itibarıyla saldırgan diyebilirim. Başka bir insanın ruhundan çıkan ideaların ve duyguların bizim bedenimize ve ruhumuza girmesiyle nasıl başa çıkıyoruz okur olarak? İşte şimdi en başta yazdığım “zaman”a bağlanıyoruz. İçimiz, bu çarpışmaya hazır mı? İnsan ancak hazır olduğunda okuyacağı kitabı alır eline ve ancak hazır olduğunda bu çarpışmanın ona vaat edeceği keşfe cesaret eder.

24 Kasım 2018’de bu kitaba dair bir şeyler duyduğumda, içimde oluşan garip heyecan ve merakı hatırlıyorum. O kitap bir yemek olsaydı, o anda mideye indirmek isterdim. Ancak kongreden çıktığımda, gidip kitabı almadım. Ertesi gün de almadım. Ve sonraki gün de elim gitmedi. Zihnimdeyse, bu kitabı okuma fikri pişti. Onunla karşılaşabileceğime dair güvenim demlendi. Bu çarpışmadan sağ çıkabilirim diyebildiğim noktada kitabı edinebilmek üzere harekete geçebildim. Zamanı vardı, zamanım vardı, gelmesini bekledim.

Kitapta, kendisine “Uzay Rahibi” diyen bir bilim insanı, Papa’ya bir mektup yolluyor ve tüm insanlığı sarsabilecek bir buluşu olduğunu bildiriyor.

Uzay Rahibi, embriyoların ana rahmindeki ilk haftalarda “hayatta kendilerini bekleyenleri hissetme ve bu kadere tepki gösterme yeteneğine sahip olduklarını” buluyor. Bu embriyolar, doğmak istemiyor. Annelerinin alnına bir işaret gönderiyor. Ancak, bir süre sonra “kaderlerine boyun eğerek” -belki Aytmatov’un hayatı gibi, sistemin/düzenin içinde kalarak- bu işareti göndermeyi bırakıyorlar.

Aytmatov, sistemin içinde kalarak mücadeleye devam etmişse, Kassandra Embriyolarının işaret göndermeyi bırakarak kaderlerine boyun eğmesinin nesi birbirine benziyor?

Bunun cevabını, kitabın sonlarına doğru Uzay Rahibi’nin kendi hayatına dair yazdığı samimi mektupla verebiliyoruz. Doğmak istemeyen asi bir embriyo, doğmak felaketine uğradığında hıncı söner mi? Belki o kadar hınçlanır ki bu talihsizliğe, koca bir biliminsanı olur ve konuşacak dili bile olmayan ruhların çaresiz isteğinin yolladığı işaretin elçisi olur, dili olur. Tüm hayatı boyunca o hınç ile ne yapar? Ve her şey geride kaldığında, en az hıncı kadar şiddetli hissettiği suçluluk duygusu onu nereye götürür? Annesinin zaten hiç çıkmak istemediği rahmini anımsatan, uzaya mı?

Kassandra Damgası, insanın içindeki en derin düşlemlere dokunan bir roman. Tam da bu yüzden hemen kendisine çeken, sürükleyen; ancak bir o kadar da rahatsız eden, okunması zor cinsten. Size çarpmasına hazırım diyorsanız, umarım elinize alırsınız. Tabii zamanı(nız) geldiğinde…

Cengiz Aytmatov, Kassandra Damgası, Nora Kitap, 2018, 288 s.