Yaşamdaki her olguyu üretim biçimiyle ilişkilendirmek olasıdır ve ilişkilendirilmelidir de. Doğal olarak üstyapı kurumlarının tümünü, bu arada üniversiteyi de belirleyen ve biçimlendiren altyapıdır veya daha doğrudan bir deyimle üretim biçimidir. Ancak burada basit bir indirgemeciliğe düşmemek, her üretim biçiminin diğerlerinden bütünüyle farklı bir üniversite biçimi olduğunu iddia etmemek gerekiyor.
Üniversitenin temel işlevinin egemen ideolojinin yeniden üretimi olduğu anımsanacak olursa, üretim biçimi ile beraber üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan sınıf, yani egemen güç, değiştikçe, egemen ideolojinin de değişeceği anlaşılacaktır. Bu temel kural geçerli olmakla birlikte, temel olarak aynı üretim biçimine sahip ülkelerde, farklı üniversite modellerinin uygulanabildiğini de biliyoruz.
Feodal dönemde üniversite tam anlamıyla kiliseye bağımlıydı. Kilise ideolojik olarak, toprağa bağlı üretim biçimi ve bunun etrafında şekillenen üretim ilişkilerinin değişmeyeceğini savunuyor ve üniversite de aynı işlevi görüyordu. Bu açıdan ortaçağ üniversitesi bilimin karşısında yer alıyordu. Kapitalist sistem ise başlangıçta bilimin yanındaydı ve üniversitelerin bilime katkısını destekliyordu. Bunun temelde iki nedeni olduğu söylenebilir. İlk neden, bilimsel bulguların toplumun ve sermayenin ufkunu genişleterek piyasanın ve sermayenin genişlemesine katkıda bulunmasıdır. Bireysel ya da toplumsal olarak ufkun genişlemesi yeni ekonomik faaliyetlere yol açacağı için, piyasayı canlandıracaktır. İkinci neden ise bilimsel gelişmelerin üretim maliyetlerinde tasarrufa yol açmasıdır.
Bu şekilde kârlılık, dolayısıyla da sermaye birikimi artacaktır. Diğer yandan bilimsel faaliyetlerle sermaye ilişkisinin bir diğer boyutu daha vardır ve sermayeyi bilimsel çalışmaların karşısına çıkartır. Bunun da iki nedeni vardır. Birincisi, ideolojik olarak bilimsel çalışmaların herhangi bir dogmanın ve bunun içinde de düzenin değişebileceği fikrini doğurması ve/veya potansiyeli, ikincisi de bilimsel çalışmaların gün geçtikçe artan maliyeti ve bunun sınırlayıcı etkisidir. Sermaye bu durumda maliyetleri topluma yükleme yolunu seçmiştir. Başlangıçta özel bir hizmet olan üniversite eğitiminden sadece üst sınıflar yararlanabiliyordu. Kapitalizmle birlikte gerek emeğin verimliliğini artırma, gerekse çalışan sınıfları ideolojik olarak tahakküm altına alma kaygısıyla eğitim kamu kaynaklarından karşılanmaya başlanmıştır.
Burada süreci ve değişimi açıklayabilmek için sermayenin organik bileşimine, başka bir deyişle emek sermaye oranına bakmak gerekir. Bu oranın görece emek lehine olduğu, emeğin öneminin fazla olduğu durumlarda, üniversite kamu kaynaklarıyla finanse edilmiştir. Tersine bu oran sermaye lehine döndükçe, maliyetlerin artışı ve emeğe olan talebin kısılması, kamu yatırımlarını ve bu arada üniversite fonlarını azaltır.
Son bir aşama ise, üniversitenin doğrudan bir sermaye alanı olarak tanımlanıp, piyasa içine çekilmesidir. Burada kastedilen kamuya ait üniversitelerin çeşitli işlevlerinin özel sektöre devridir. Bir sonraki aşaması ise doğrudan özel üniversitelerin kurulup, eğitimin alınıp satılan bir mal haline getirilmesidir. Kimi coğrafyalarda sadece ve sadece özel eğitim ile kalkınılabileceği bile düşünülebilmektedir.
Bilim üretimi de tam olarak üniversitelerin eğitim işlevi gibi üretim biçiminden ve hatta onun tam olarak üretim biçimini değiştirmeyen küçük hareketlerinden etkilenmektedir. Bilimin alınıp satılan bir meta olması, daha doğrusu projecilik, eğitimin işlevinin özelleşmesiyle aynı döneme denk gelmektedir. Şirketlerin üretim aşamasında ortaya çıkan gündelik sorunlarının çözümü için hazırlanan projeler, hemen satılabilecek patentler, üniversitelerin temel bilimsel işlevi haline getirilmiştir.
Kaynak: İzge Günal, 50 Soruda Üniversite, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, Nisan 2013, S. 35-37