Ünlü Fransız film yönetmeni Jean Jacques Annaud tarafından 1981 yılında üretilen Quest For Fire (Ateş İçin Arayış) insanın tarihöncesi hakkında gelmiş geçmiş en başarılı bilimkurgudur benim için. Farklı dillerde ve kültürlerde filmler üretmenin üstadı olan Annaud bu filmi Belçikalı J. H. Rosny’nin 1911 yılında yayınlanan yine aynı isimli romanından esinlenerek üretmiştir. Filmin çok gerçekçi ve oyuncuların son derece başarılı oluşu sanırım The Naked Ape (Çıplak Maymun) kitabı ile bildiğimiz Desmond Morris’in oyuncuların vücut dili ve hareketlerinden sorumlu danışman olmasında aranmalı. Hatta metal müzik grubu Iron Maiden’in 1983 yılında çıkardıkları Piece of Mind adlı albümlerinde bu filmden etkilenerek ürettikleri ve Steve Harris’in solo okuduğu Quest For Fire adlı parçası da dinlemeye değerdir. Filmden etkilenen Harris, bu parçada ateşin önemini filmin sahnelerini hayal ederek şarkıya dönüştürmüştür.
Filmde üç ayrı insan türünün birbirleri ile arasındaki ilişki ve aynı zamanda kendi gündelik yaşamları anlatılır. Bunlardan ilki iri, güçlü yapılı ve çoğunlukla sarışın Neanderthaller, ikincisi narin, zayıf, ancak yetenekli ve daha kompleks teknolojiye sahip olan Homo sapiens (modern insan) ve son olarak da bu türlere göre çok ilkin özelliklere sahip vücutları tamamen kıllarla kaplı Homo erectus olarak kurgulanmış.
Filme göre neanderthal ateş üretemez, sadece var olan ateşi taşır ve kullanır. Bir gün Homo erectuslar neanderthallerin yaşadığı mağaraya saldırır. Bu saldırıdan kurtulan neanderthaller yaşadıkları yerden kaçmak zorunda kalmışlardır. Bu sırada ateşi taşımakla görevli olan neanderthal suyun içerisinde ilerlerken düşer ve ateş söner. Soğuk iklimin çetin şartlarından dolayı ateşsiz kalmak onları büyük bir telaş ve güvensizlik içerisinde bırakır. Kabileyi emniyetli bir bölgeye taşıyan lider, güçlü kuvvetli genç bireylerden üç tanesini seçer ve tekrar ateş bulmaları için onları görevlendirir. Ateş bir sembol olarak hayatta kalabilmenin gücüdür. Ateşin bulunma yolu ise çoğunlukla ya doğadan ya da başka bir kabileden çalmaktır. Yaşamsal önemi olan ateş için arayış macerası böylece başlar. Ateşi arayış sürecinde neanderthal gençleri bir sürü tehlikeler atlatırlar. Bu serüven sırasında neanderthaller ilerde bir yerlerde duman görürler ve ateş olduğunu düşünerek oraya giderler. Ancak vardıkları zaman onları bir sürpriz beklemektedir. Yanan ateşin etrafı insanlara ait kafatası ve kemiklerle doludur, burada birileri insanları yemiştir. Bunlar kanibal Homo erectuslardır. Durumu fark edince korkarlar ve bir an önce ateşi çalıp oradan kaçmak isterler. Bu arada üzeri ilginç boyalar ve dövmeler ile kaplı, biraz da kendilerine benzeyen çıplak iki insanın bağlanmış olduğunu görürler. Bunlar modern insanlardır. Ateşi çalmak için plan yaparlar, ikisi erectusların ilgisini çekecek ve diğer bir tanesi de gizlice ateşi çalacaktır. Planlarını uygularlar ve ateşi çalarlar, ancak neanderthallerden biri bağlı tutulan modern insanları kurtarmak ister ve kurtarır. Modern insanlardan biri çok yaralı olduğu için kaçamaz, ancak sağlam olan genç kız neanderthaller ile kaçmayı başarır. Neanderthalin biri çatışma sırasında ciddi biçimde yaralanmıştır ve hemen bölgeden uzaklaşırlar. Sapiens kız onu iyileştirmek ister ve topladığı şifalı bitkiler ile onun yarasını sarar. Neanderthaller yaranın hızlıca iyileşmesinden dolayı onun bu deneyimi ve bilgisini hayretle karşılarlar. Aradan geçen uzun zaman ve olaylardan sonra -filmi izlemeyi düşünebilirsiniz diye önemli detayları anlatmıyorum- neanderthal ve sapiens kız birbirlerine aşık olurlar. Neanderthal dostlarımız modern insanın köyüne gider, onların gelişmiş teknolojisi ve kompleks sosyal yaşamı ile karşılaşır, tanışır. Modern insanlar kendi evlerini kendileri yapmışlar, ateşi yakabiliyorlar, farklı silahlar üretebiliyorlar ve lezzetli birçok yiyeceğe sahipler. Detayların bir kısmını atlarsak sapiens kız neanderthal ile yola devam etmek ister, ona aşık olmuştur. Ateşi üretemeyen, sadece taşıyan ve kullanan neanderthallere ateşi nasıl yakacaklarını öğretir sapiens kız. Böylece kahramanımız sapiens kız, kültür ve teknolojiyi iki kabile arasında taşımış olur. Aşık olup peşinden gittiği neanderthalin kabilesine bildiklerini öğretir ve onlara daha emniyetli bir yaşam sağlar. Bu film daha çok neaderthal ile modern insan arasındaki melezleşmeyi akıllara getirse de farklı bir bakış açısıyla kadının insan evrimindeki yerini de düşündürür. Kadın birey sadece doğurganlığı ile türün devamını değil aynı zamanda farklı kültürler arasında sosyal etkileşimi sağlayıcı ve öğretici bir rol oynayarak büyük oranda insanın kültürel evriminin de taşıyıcısıdır.
Evolutionary Anthropology (Evrimsel Antropoloji) dergisinin son sayısında (19 Aralık 2012) Adrienne L. Zihlman (Kalifornia Ünv. Santa Cruz, Antropoloji Böl.) tarafından yayınlanan “The Real Females of Human Evolution” (İnsan Evriminin Gerçek Kadınları) makalesinde öne sürülen ilginç fikirler bana yukarıda söz ettiğim filmi hatırlattı. Zihlman antropolojide özellikle insanın biyo-kültürel evrimi alanında aykırı bir sestir. Bu alanda 1960’lı yıllarda insanın evrimsel süreçte insanlaşmasını büyük oranda “man-the-hunter” (avcı-erkek) erkek egemen algısı ile biçimlendiren “erkek-güç-silah-saldırı-yarış-av-et-başarı” sembollerinden oluşan eril söylemine karşı “woman-the-gatherer” (toplayıcı-kadın) çıkışı ile kadının kabilede baskın olan sosyal ve duygusal pozisyonunu ileri sürerek büyük bir ezberi bozmuştur. Bu bağlamda insan evriminde ve dolaylı olarak hayatımızda kadının yerini tarihöncesinden gelen bir perspektif ile paylaşmaya çalışacağım ve yazının genelinde direk çeviriler ile Zihlman’ın makalesine bağlı kalacağım ve yer yer kendi yorumlarımı da eklemeye çalışacağım. Bu makaleyi insan evrimi yani insanlaşma sürecinde kadının oynadığı rolün önemi hakkında tekrar düşünülmesi bakımından değerli buluyorum.
İnsanın evrimsel süreçteki doğasını açıklayabilmek için birçok tanım ileri sürüldü, bunlardan bazıları “the killer ape (katil kuyruksuz maymun)”, “the naked ape (çıplak kuyruksuz maymun)”, “the aquatic ape (sucul kuyruksuz büyük maymun)” ve “man the hunter (avcı erkek)” şeklinde sıralanabilir. Bütün bu tanımların ortak bir noktasının çoğunlukla erkek bireylerin davranışlarından yola çıkılarak ya da ona atfedilerek kurgulanmış olması dikkate değer. İnsanın evrimsel sürecinde insanlaşmayı karakterize eden sosyal ve kültürel değişimlerin cinsler arasında dağılımını yapmak ya da cinslerden birine diğerinden daha fazla rol biçmek son derece riskli. Özellikle insan atalarının sosyal organizasyonları hakkında çok yeterli kanıta ve bilgiye sahip olmadığımız dönemler yani ilk dik yürümeye ve ardından taş alet üretmeye başladığımız dönemler düşünülürse cinsler arası ilişkilerin yapısı hakkında kesin yargılarda bulunabilecek bilgiye sahip olmadığımızı fark etmiş oluruz. Bildiğimiz tek şey iki cins arasında eğer eşit bir dayanışma olmasaydı hayatta kalma şansları çok düşük olurdu. Günümüzde toplumsal cinsiyet bağlamında erkeğin kazandığı sosyal statü ve onun kaba gücü tarihöncesi ilişkilerde ona daha fazla rol biçmemize neden olmuş gibi görünüyor. Ancak erkek ve kadın arasındaki etkileşim ve kadının kabile içerisindeki rolü söz ettiğim dönemler dikkate alındığında halen gizemini korumaktadır. Zihlman alternatif çıkışı ile eril söylem tarafından gölgelenmiş bu gizemi görünür kılma kaygısı taşıyan çalışmalarının en önemli yayınlarını ilk kez 1976 ve devamında 1978 yılında yaptı (Women in Evolution, Part I: Innovation and Selection in Human Origins (1976) -İnsan Evriminde Kadın, Kısım I: İnsanın Kökeninde Yenilik ve Seçilim- ve Women in Evolution, Part II: Subsistence and Social Organization among Early Hominids (1978) -İnsan Evriminde Kadın, Part II: Erken İnsansılarda Hayatta Kalma ve Sosyal Organizasyon-). Bu çalışmalarda, soyut ve kültürel anlamda daha sofistike bir yaşam biçimini evrimleştirmede erkek ya da kadından herhangi bir cinsin daha önemli rol oynadığını düşündüren ikiye indirgenmiş basit bir çatışmanın çukuruna düşmeden, dönemin antropolojisinin erkek egemen söylemine karşı kadının insan evriminde ihmal edilmiş yerini işaret eder. Böylece bir paleoantropolog gözü ile diğer sosyal bilimcilere bir sembol olarak günümüz erkek kurgusunun etkisi altında olan beyinlerin tarihöncesi cinsler arası sosyal ve kültürel örüntüler hakkında manipülasyonlar yapmasının risk boyutunu gösterir. Zihlman, yukarıda söz ettiğim 1976 tarihli makalesinde daha çok büyük kuyruksuz maymunlardan insansılara giden evrimsel süreçte davranışların kökeni ve dişi bireylerin toplumdaki rolü, anne merkezli birimlerin oluşması, sosyalleşme ve akrabalık ilişkilerinde kadın bireylerin rolü ve son olarak anaerkil yatırım, seksüel seçilim ve insanlaşmanın kökeninde kadın gibi temel konuları tartışır. İkinci makalede ise dik yürüyen insan atalarından yani ilk hominidlerden modern insana kadar geçen süreçte fiziksel, kültürel ve sosyal evrim bakımından kadının rolünü keskinleştirir.
Bununla birlikte bu son makalesinde Zihlman kadının insan evrimindeki yeri ile ilgili bütün deneyimlerini ve bilgilerini cömert bir biçimde sunmuştur. Modern insanın kadın bireyleri biyolojik olarak içinde sınıflandırıldıkları maymunlar takımı ile değil diğer bütün memeli türlerinin dişi bireyleri ile evrimsel açıdan ortak özellikler paylaşırlar. Ona göre özellikle primat yani maymunlar takımında anne bireylerin kompleks yaşamları ve birden fazla sosyal rolleri vardır: doğurma, bebek bakımı ve besleme, sosyal eğitmenlik ve öğretim, arkadaşlık, akrabalık ve genel olarak kültürün ve geleneğin taşıyıcısı ve uygulayıcısı olmaları gibi. Kadınlar bütün bu farklı rolleri sadece doğurarak aktarmazlar, yoğun bir sosyal ve duygusal etkileşim bunu sağlar. Bu etkileşimin zeminini oluşturan bağ ise memeli türlerinin evrimsel kökeninde saklıdır.
Yavrusunu emziren ilk anne
İlk memeli anneleri tanımak için yaklaşık olarak 200 milyon yıl geriye gitmemiz gerekiyor, memeli ataların evrimleştiği ve fosil kayıtlarda ortaya çıktığı döneme. Bu dönem anne ile yavru arasında emzirme yoluyla oluşan ilk sosyal bağın ortaya çıktığı zamandır. Memelilerin yavruları ilk doğduklarından itibaren türlere göre değişen sürelerde annelerine bağımlıdırlar. Birçok memeli yavrusu duyma, koklama ve seslenme gibi birçok özelliğe sahip olarak doğar. Böylece yavru doğduğu andan itibaren annesini tanır, doğuştan sahip olduğu özellikleri ile annesinin ilgisini sürekli çeker, çünkü annesi onun hayatta kalabilmesinin yegâne sağlayıcısıdır. Anne hamilelik sürecinde metabolik hızına bağlı olarak daha fazla yağ depolar ve bu enerji deposu süt oluşturma, yoğun enerji tüketen duygusal beyin, besleme ve yavrusunun her türlü bakımı için gerekli motivasyonu sağlamakta kullanılır. Anne ve yavru arasındaki bu bağ diğer birçok sosyal etkileşimin oluşumuna da zemin sağlar. Zihlman’a göre anne ve yavru arasındaki bağ, günümüz memeli topluluklarındaki çeşitlilik ve başarının temel taşıdır. Yeni olmayan şey ise erişkin bir anne ve erkeğin çiftleşme sürecinde yaşadığı etkileşimdir. Bu tür seksüel etkileşimin yani erkek ve dişi arasındaki ilişkinin diğer bir söylem ile cinsiyetlerin kökeninin jeo-kronolojik kökeni ilk memeli annenin ortaya çıkışından çok daha eskidir. Bu nedenle memelilerde erkek ve kadın arasındaki ilişki anne ve bebek arasındaki ilişkiye göre ilkel özelliklere sahiptir. Baba ya da erkek, anne-bebek arasındaki ilişkiyi anlayabilmek ve bu ilişkide kendine bir pozisyon bulabilmek için sosyal ve duygusal olarak kendini geliştirmek zorundadır.
Zihlman memelileri yavru bakım süresinin uzunluğuna bağlı olarak ikiye ayrır; minimalist yani kısa yavru bakım süresine sahip olanlar ile daha uzun yavru bakım süresine sahip maksimalist türler. Bunu bir örnek ile daha anlaşılır hale getiriyor: yaklaşık 500 kg olan hamile deniz filleri yılın her aralık ayında Kaliforniya Santa Cruz sahillerine gelerek uygun bir yer bulup ilk 24 saat içinde yaklaşık 45 kg ağırlığında olan yavrularını doğururlar. Her anne deniz fili yavrusunu %55 yağ içeren besin değeri bakımından yoğun sütü ile yaklaşık 3 ya da 4 hafta besler. Yavrular daha sonra sütten kesilir, yüzmeyi ve avlanmayı öğrenerek kendi bireysel yaşamına dönerler. Bu sırada anne deniz filleri vücut ağırlıklarının üçte birini kaybederler. Yavrularını emzirmeyi sonlandırdıktan kısa süre sonra erkekler ile çiftleşirler. Bir dişi deniz fili 4 yaşına gelince yavru yapabilecek olgunluktadır ve yaklaşık 18 yıl olan yaşam süresi boyunca her yıl bir yavru dünyaya getirir. Yavru grubun diğer üyeleri ile sosyal bir etkileşim içinde değildir. Öğrenmesi gereken sosyal kurallar yok denecek kadar azdır. Anne deniz fili en uzun bağını yavrusu ile yaşar, en kısa sosyal bağ ise bir erkekle çiftleşmeden ibarettir.
Maksimalist memelilere verilecek en güzel örnek Afrika ve Asya’da yaşayan gri renkli dev filler olacaktır. Filler akraba dişilerin ve onların yavrularından oluşan anaerkil sürüler halinde yaşarlar. Çiftleşme dönemlerinde yalnız dolaşan erkekler sürüleri ziyaret eder. 22 ay süren hamilelik sürecinden sonra anne yavrusunu yaklaşık 4 yıl emzirir. Yavru doğduktan hemen sonra dört ayağı üzerinde dikilerek sürü ile birlikte hareket etmek zorundadır. Bu süreçte sadece anne değil sürünün diğer dişi üyeleri ve büyük yavrular yeni doğan yavruya bakım desteğinde bulunur. Yavru fil birçok bakıcı fil tarafından sosyal ilişkileri öğrenir. Bir filin ortalama ömrü yaklaşık 50 yıldır ve genç erkek yavrular 10 yaşlarına geldiklerinde sürüyü terk etmek zorundadırlar. Dişiler 15 yaşlarına geldiklerinde doğurganlık olgunluğuna erişirler. Deneyimli ve bilgili en yaşlı dişi sürüyü kontrol eder, sürünün hayatta kalmasını sağlayacak olan deneyimlerini diğerlerine aktarır.
Bir ay kadar kısa yavru bakım süresine sahip olan minimalist deniz fili ile bu sürenin 4 yıla ulaştığı maksimalist Afrika fili arasındaki sosyal ilişkilerdeki farklılık elbette her ikisinin içinde yaşadıkları çevre ve bu çevreye uyumu ile ilgili. Her ikisi de memeli türü olsa da birinin çoğunlukla suda diğerinin ise karada yaşıyor olması farklı sosyal ve duygusal adaptasyonları evrimleştirmelerine neden oluyor. Ancak bu uyumu dayatan koşullar Afrika fillerinde daha kompleks ve sofistike bir sosyal ilişkinin oluşmasını sağlıyor. Bunda karasal yaşamın koşulları, anne-yavru bağının uzunluğu ve bu süreçte oluşan sosyal ve duygusal etkileşimin etkisi büyük. Afrika fillerinde yavru bakım süresinin uzunluğu sadece anne ve yavruyu değil bu sürece diğer sürü üyelerinin de katılımını gerekli hale getiriyor. Böylece sadece anne ve yavrusu değil aynı zamanda sürünün diğer üyelerinin de bu sosyal ve duygusal ağa karışması akrabalık ilişkisinin pekişmesine ve derinleşmesine yol açıyor.
Yaşayan akrabalarımız primatlar
Peki, bizim de içinde bulunduğumuz primatlar yani maymunlar takımında durum nasıl? Maymunların sosyal yaşamı da yukarıda söz ettiğim memeli temelinden gelen anne-yavru bağı üzerinde gelişiyor. Grup içerisinde her yaştan ve her cinsten bireyin katıldığı gelişim evrelerine göre farklılaşan komleks bir sosyal ağ primatlarda gözlemleniyor. Bununla birlikte primatlarda çok özel bir durum var. Diğer birçok memeliden farklı olarak primat anneler sadece yavrularına süt sağlamıyorlar ayrıca yavrularını sütten kesilene kadar taşıyorlar. Yavru bu süreçte annesine sıkıca sarılarak sürekli onunla hareket ediyor. Bu nedenle anne sürekli vücuduna tutunan yavrusu için süt üretme dürtüsü ile yaşarken aynı zamanda sürekli büyüyen ve büyüdükçe ağırlaşan yavrusunu taşıyacak enerjiyi de sağlamak zorunda. Anne 7/24 yavrusunu vücuduna yakın taşırken her ikisi arasında olağanüstü duygusal bağlar ve özgüven gelişir, aynı zamanda anne gerekli sosyal ilişkileri ve ekolojik çevreyi ona öğreterek başarılı bir biçimde hayatta kalmasını sağlayacak deneyimi aktarır. Peki, anne için enerji ve zaman bakımından çok pahalı olan bu sistemin avantajı nedir? Hamile olan ya da doğmuş yavrusunu taşıyan anne maymun sürekli sosyal bir grup içerisinde hareket eder, beslenir ve korunur. En önemlisi tüm bu süreçler boyunca grubun gerek dişi gerekse erkek diğer üyeleri ile sosyal etkileşimde bulunur. Erkek maymunlar yavru bakımında çok sınırlı bir destek sunarlar ve bu destek daha çok istikrar ve koruma amaçlıdır.
Şempanzeler hakkında düşünmeye başlayınca kendi türümüze daha da yaklaştığımızı anlıyoruz. Şempanzeler uzun ömürleri ve uzun bebek bakım süresi ile filleri anımsatıyorlar. Ancak fillerden farklı olarak diğer maymunlarda olduğu gibi şempanzeler de yavrularını yaklaşık 4-5 yıl emziriyorlar ve sürekli taşıyorlar. Elbette konu şempanzelere geldiğinde bu kuyruksuz büyük maymunlar hakkındaki bilgilerimizin çoğunu onun gözlemlerine ve deneyimine borçlu olduğumuz Jane Goodall’ı anmak gerekli. Goodall, ünlü paleoantropolog Luis Leakey tarafından Gombe ve Tanzanya arazi çalışmalarında ekonomik olarak desteklenmiştir. Goodall, yavruları Flint, Fifi, Figan ve Faben ile etrafı çevrelenmiş Flo adını verdiği anne şempanze ile ilk kez karşılaştığında onun ne kadar sabırlı ve kendine güvenen bir lider anne olduğunu not etmişti. Yavrulardan Fifi o dönem henüz genç bir erişkin idi. Flo annaanne olduğunda yani yavrularından Fifi ilk yavrusu Fanni’yi doğurduğunda yaklaşık 50 yaşındaydı. Takip eden on yıl içerisinde Flo’nun ardından Fifi lider anne konumuna geçti. Daha önce insanla herhangi bir etkileşimde bulunmamış bu şempanze ailesini gözlemlerken Goodall onların farklı organik materyalleri alet olarak kullandıklarını keşfetti. 1960-70’li yıllara denk gelen bu dönemde antropologlar alet kullanımının sadece insana özgü bir davranış biçimi olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü alet kullanmak gibi kompleks bir davranış biçimi daha büyük beyin ve iyi gelişmiş bilişsel yetenekler gerektirmeliydi. Uzun yıllardır insan atalarına ait fosil buluntular ve taş aletler keşfedilen Olduvai Gorge (Tanzanya) bölgesinde çalışmalarını sürdüren Luis Leakey, Goodall’ın bu keşfini duyunca çok heyecanlanmıştı. Bu keşif, insanların ve şempanze, goril ve orangutanın da içinde sınıflandırıldığı kuyruksuz büyük maymunlar ile olan evrimsel açıklığı darlaştırıyordu. Örneğin şempanzeler çürümüş ağaç gövdelerinin içerisinde yaşayan ve protein bakımından oldukça zengin olan termitleri yiyebilmek için ince uzun dalları kullanıyorlardı. Parmakların girmediği deliklerden bu dalları sokarak termitleri ağaç gövdesinden dışarı çıkarıyorlardı. Goodall bu gözlemlerini yaparken yavruların annelerinin dizleri dibinde oturup onu izleyerek bunu nasıl yaptıklarını öğrenip annelerini bir model olarak kopyaladıklarını not etti. Annesi gibi davranan yavrular uygun dal parçasını seçip ağacın uygun bölümünden yaklaşarak termitleri çıkarmaya çalışıyorlardı. Yavru bir şempanzenin termit yakalamada usta olması neredeyse 5 yıl sürüyordu. Goodall kimi şempanzelerin termit yakalamada diğerlerinden daha başarılı olduklarını da gözlemledi, onları şampiyon termit avcıları diye tanımladı.
Dişi şempanzelerde alet kullanma yeteneği ve öğretimi
Şempanzelerde alet kullanıma dair bilgiler Christophe ve Hedwige Boesch’un çalışmaları ile daha da çoğaldı. Araştırmacılar şempanzelerin sadece termit avcılığı değil aynı zamanda sert kabuklu yemişlerin kabuklarını kırmak için sert bir zemin üzerinde ağaç parçalarını kullanarak kabukları kırdıklarını gözlemlediler. Yaklaşık 10 yaşında bir şempanze yemiş kabuğu kırabilecek olgunluğa ulaşıyor. Araştırmacılar bu yeteneği derecelendirmek için ilk aşamada şempanzelerin kaç vuruşta yemişin kabuğunu kırdığı ve ikinci aşamada ise dakikada kaç yemişin yendiği şeklinde kategorize ettiler. Bu derecelendirmede dişi bireyler erkek bireylerden daha başarılı oluyorlardı. Ancak bunun nedeni yetenekten ziyade konsantrasyondu, erkek bireyler yemiş kırmak yerine farklı sosyal aktivitelerde bulunmayı yeğliyorlardı. Elizabeth Lonsdorf ve meslektaşları genç şempanze bireylerinin öğrenme süreçlerini araştırmak için gözlemler yaptılar. 14 tane genç şempanzeyi termit avlarken videoya kaydettiler. Gözlemlerinin sonucunda dişi olan genç bireyler zamanlarının çoğunu annelerini termit avlarken gözlemlemekle geçirirken erkek olan genç bireylerin zamanlarının önemli bir bölümünde alakasız oyunlar oynamayı tercih ettiklerini saptadılar. Genç dişiler erkeklere oranla daha erken yaşta termit avlamada annelerine benzer biçimde yetkinleşiyorlardı.
Genç dişi şempanzeler doğurma olgunluğuna erişmeye yakın evlerini bırakıp yeni bir gruba geçiş yapıyorlar. Bu geçiş ile birlikte büyüme sürecinde öğrendikleri bütün bilgi ve deneyimleri de gittikleri yeni gruba taşıyorlar. Tetsuro Matsuzawai, Afrika’nın batısında Gine’de yaptığı araştırmalarda bunu kanıtlayan bir gözlem yaptı. Bossou’da (Gine) şempanzeler yemiş kabuklarını kırmak için çekiç yerine taşlar ve kütük parçalarını, sert zemin yani örs yerine ise düz yüzeyli ağaçlar ve taşları kullanıyorlar. Ancak buradaki şempanzeler diğer şempanzelerden farklı olarak farklı bir yemiş -palmiye yemişi- ile besleniyorlar. Araştırmacı Matsuwaza bu şempanzelere, nasıl davranacaklarını görmek için palmiye yemişi yerine diğer şempanzelerin yediği coula yemişlerinden verdi. Şempanzelerin çoğu daha önce görmedikleri bu yemişi görmezden geldiler. Sadece daha önce bu yemişin bulunduğu bölgeden Bossou’ya geçiş yapmış yaşlı bir dişi şempanze anında coula yemişini tanıdı ve kırıp yemeye başladı. Onu izleyen iki genç de onu kopyalayıp coula yemişini yemeye başladılar. Böylece yaşlı dişi daha önce edindiği bilgi ve deneyimi içinde bulunduğu yeni ortama aktarmış oldu. Bu durum dişi bireylerin alet kullanmak ve yiyecekleri tanımak gibi birçok yaşamsal deneyimin farklı gruplar arasında taşınmasını sağlaması, insan evriminde de dişi bireylerin gruplar arası hareketliliğinden dolayı benzer bir rol oynadığını düşündürdü.
Avlayan ve paylaşan dişiler
Birçoklarımız güçlü yapılarından dolayı daha çok erkek şempanzelerin avlandığını ve paylaştığını düşünürüz. Bu durum bizi sürekli olarak erkeğin avlanıp besin sağlayarak grubun hayatta kalmasını sağladığına kanalize eder. Dişi şempanzeler de küçük hayvanları avlayıp paylaşırlar. Sadece dişi şempanzeler değil, dişi orangutanlar ve dişi gibonlar da küçük hayvanları avlarlar. Hatta dişi şempanzeler avlanırken kimi zaman alet bile kullanırlar. Tanzanya Mahale bölgesinde dişi bir şempanzenin biçimlendirilmiş bir dal parçasını sincapları bulundukları ağaç kovuğundan çıkarmak için kullandığı kayıt edilmiştir. Birkaç yılın ardından bu bölgede yaşayan şempanzelerin ağızları ile parçalayıp keskinleştirdikleri yaklaşık 70 cm uzunluğundaki dal parçasının popüler bir alet haline geldiği ve yuvalarından sincap ve benzeri küçük hayvanları yakalamak için kullandıkları gözlemlendi. Bu davranışın daha çok dişi bireyler tarafından gerçekleştirildiğinin gözlemlenmesi ise önemli bir ayrıntı.
1960’lı yılarda başlayıp gelişen teknoloji sayesinde daha da ilerleyen mitokondri, protein ve çekirdek DNA çalışmaları şempanzeler ile paylaştığımız son ortak atadan genetik farklılaşmanın yaklaşık 5,4 milyon yıl önce Afrika’da gerçekleştiğini öneriyordu. Güncel goril genom çalışmalarına göre şempanze-insan evrimsel farklılaşmasının 3,7 milyon yıl ve insan-şempanze-goril evrimsel farklılaşmasının ise 5,95 milyon yıl önce gerçekleştiği duyuruldu (Scally ve diğ. 2012. Nature, 483:169-175). Yeni bulgular insan ile şempanzenin bilinenden daha yakın akraba olduğunu gösteriyor. Jane Goodall’ın çalışmalarından bu yana antropologlar şempanze davranışlarının kendi davranışlarımız ile olan benzerlikleri üzerinde buluşuyorlar. Paylaştığımız sosyal, duygusal ve üstüne üstlük genetik benzerliğin sonucunda şaşırmak artık beklenmedik bir davranış olarak karşılanıyor. Şempanze davranışlarının insan atalarının davranışlarını anlamak için bir model olarak çalışılması kabul gördüğü kadar antropologlar arasında tartışmaya da neden olmuştur. Ancak biyolojik ve sosyal olarak yaşayan en yakın akrabalarımızın şempanzeler olması onlar ile aramızda olan evrimsel bağı ve kendi atalarımızın sosyal davranışlarını anlamak için yegâne kanıt oldukları gerçeğini sürekli canlı tutuyor.
Senegal Fongoli’de uzun yıllardır -erken insan atalarına benzer bir ekolojik ortamda yaşayan- açık alan şempanzeleri (bonobo) üzerinde süren çalışmalar onların grup içi ve gruplar arası sosyal etkileşimleri ve yiyecek paylaşımları açısından orman şempanzelerinden daha farklı bir kültüre sahip olduklarını gösterdi. Bonobolar orman şempanzelerinden farklı olarak kullandıkları çeşitli aletler ile toprağı kazıp bitki köklerini çıkartabiliyorlar. Ayrıca çok sıcak günlerde kaya sığınakları ve mağaralarda saklanarak vücut ısı dengelerini koruyabiliyorlar. Fosil kayıtlara göre dik yürümenin ormanlık alanda ortaya çıktığı kabul görse de daha sonra bu davranışın savan benzeri kısmen ağaçlık açık alanlarda daha da evrimleştiği ve yetkinleştiği konusunda antropologlar hemfikir sayılır. Erken insan atalarının fizyolojileri ve anatomileri savan ekolojisinin mozaik özelliklerinden daha fazla faydalanabilecek şekilde evrimleşmiştir.
Fosil kayıtlar ve hareket davranışlarının (lokomotor) evrimi
İnsan atalarına dair fosiller çok ender bulunsalar da 1900’lü yılların ilk çeyreğinden itibaren sayıları artarak çoğalan fosiller atalarımızın hareket davranışları, uyumları ve dişi bireylerin sosyal ilişkilerdeki rolleri hakkındaki bilgilerimizi artırmıştır. Erken insan ataları olan australopithecuslar 2 ile 4 milyon yıl öncesi bir zaman diliminde sadece Afrika’da yaşamışlardır. Bu türler yaklaşık olarak şempanze ile benzer büyüklükte beyin hacmine, fakat onlardan farklı olarak isteğe bağlı dik yürüme yeteneğine sahiptiler. Etiyopya’nın Middle Awash bölgesinde Hadar lokalitesinde 1970’li yıllarda keşfedilmiş ünlü insan atası fosili Lucy’nin (Australopithecus afarensis) kalça kemikleri, omurgası ve bacak kemiklerinin anatomisi onun dik yürüme yeteneğini sahip olduğunu gösteriyor. Ayrıca ilerleyen yıllarda Mary Leakey tarafından Tanzanya’da Laetoli bölgesinde keşfedilen eşsiz ayak izi fosilleri bizlere 3,5 milyon yıl önce atalarımızın dik yürüdüğü hakkında hiçbir şüphenin olmadığını kanıtlıyor.
Son yıllarda farklı insan atası türlerine ait özellikle ayak bilek ve ayak fosillerinde görülen anatomik farklılıklar türler arasında farklı dik yürüme davranışlarının olabileceğini düşündürdü. Bu türler dik yürüyorlardı ancak muhtemelen farklı bir biyomekanik çözüm üretmişlerdi. Eğer gün içerisinde yiyecek taşıyarak ve toplayarak birkaç kilometre hareket emek zorundaysanız dik yürümek en iyi çözüm. Orman şempanzeleri ve savan şempanzelerinin gündelik hareket alanı 3 km’yi geçmemektedir. Buna karşın, avcı ve toplayıcı kabilelerin bireyleri gündelik rutin olarak 10-15 km yiyecek toplamak için yürümektedirler. Ayrıca erkekler av takibi sırasında daha fazla mesafe kat etmektedirler. Kadınlar bebeklerini 3 yaşına gelene kadar taşırlar ve kendileri ile birlikte yiyecek toplamaya götürmektedirler. Richard Lee bir çalışmasında avcı-toplayıcı bir kabilede yaşayan kadının, doğumdan itibaren bebeği sütten kesilene kadar, yiyecek ve alet toplamak için bebeğini taşıyarak neredeyse toplam 5000 km hareket ettiğini hesapladı.
Fosil kayıtlarda kadın bireyler
Atalarımıza ait fosil buluntular ender oluşları, sahip oldukları tür içi morfolojik çeşitliliğin derecesi ve cinsiyet farklılıkları nedeniyle cinsler arası anatomik ayrımlar yapmak kolay değildir. Atalarımıza ait bir fosilin dişi mi yoksa erkek bir bireye ait olduğunu anlamak eğer karşılaştırma yapabilecek zengin bir koleksiyona sahip değilsek son derece güçtür. Bugüne kadar bulunmuş insan atası fosilleri içerisinde Lucy (Australopithecus afarensis) en ünlü kadın fosillerinden biridir. Bununla birlikte fosil buluntuların azlığı nedeniyle erkek ve kadın birey arasındaki anatomik boyut farkı kesin olarak bilinmemektedir. Güney Afrika’da Malapa adasında bulunmuş ve 2 milyon yıl öncesine tarihlendirilmiş Australopithecus sediba buluntuları erkek ve kadın birey arasındaki boyut farkına açıklama getirmektedir. Bu fosillerden biri çocuk ve biri büyük olasılıkla dişi bireye ait olmalıdır. İnsan ataları da bizler ve akrabalarımız şempanzeler gibi yavruları ile güçlü sosyal bağlara sahiptiler. Zihlman, Malapa’dan bulunmuş bu çocuk ve yetişkin kadına it olan iskeletin anne ve çocuğuna ait olabileceğini düşünüyor. Güney Afrika buluntuları çoğunlukla mağara dolgularından geldiği için bu tip alanlarda daha bütün fosiller bulunma olasılığı yüksektir. Bununla birlikte fosil buluntular arasında erkek ve kadına ait kesin anatomik ayrımlar yapabilmek için daha fazla fosil buluntuya ve kanıta ihtiyaç var.
Anatomik olarak modern insanlar yaklaşık olarak 200 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıktılar. Modern insan Afrika dışına çıkmadan önce Afrika’da birçok bölgeye dağılmış morfolojik ve genetik olarak çeşitlenmişti. Güney ve Doğu Afrika’da en eski arkeolojik lokaliteler 160 bin yıl öncesine tarihlendirildi. Bu tarihlerde bulunan lokalitelerde modern insanların deniz kabukları ve çeşitli su ürünleri ile beslendiğini gösteren kanıtlar mevcut. Afrika’nın okyanus kıyıları boyunca bulunan modern insan lokalitelerinde atalarımız için su ürünlerinin bir besin kaynağı olarak diyetlerine büyük oranda dahil olduğunu görüyoruz. Atalarımız yaklaşık 100 bin ile 60 bin yılları arasında Afrika dışına göç ettiler. Muhtemelen kadın bireyler uzun süren göç şartlarına karşı hem kendilerinin hem de yavrularının hayatta kalmasını sağlayabilecek donanımlara sahiptiler. Kıyı şeridini takip edip su ürünleri tüketerek yaklaşık 40 ile 50 bin yıl önce Avustralya’ya vardılar. Beyaz adamın manipülasyonundan önce Avustralyalı Aborjin kadınları topladıkları deniz kabuklarını tüketerek besin ihtiyaçlarının büyük bir bölümünü karşılıyorlardı. Hem çocuklarına bakan hem de avlanıp yiyecek sağlayan Aborjin kadınları bu bakımdan Kalahari kabilelerinden farklıydılar.
Zihlman, türümüzün kadın bireylerinin sahip olduğu sosyal ve duygusal iletişimin bir memeli karakteri olarak primat atalarından devir aldıkları anne-yavru sosyal bağı ve kabileler arası hareketlilik üzerinde geliştiğini ileri sürüyor. Kadınlar insanın tarihöncesinden bu yana bebek bakımında yegâne kişi, dayanışma temelli arkadaşlık ilişkilerinin oluşturulmasında bir sosyal aracı, çocukların eğitiminde bir usta, aile bağının omurgası ve kabileler arası kültürel taşıyıcı olarak nesiller boyu merkezi bir rol oynamıştır. Zihlman, makalesini Afrika’nın güneyinde Kalahari’de uzun yıllar avcı-toplayıcı kabileler içerisinde katılımcı gözlemci olarak yaşamış ve çalışmış Elizabeth Marshall Thomas’ın arazi çalışmasından bir kaydı paylaşarak sonlandırır. Bu öykü kadının tarihöncesinden günümüze fiziksel ve duygusal dayanıklılığını, sosyal bağın gücünü ve bu bağlamda insanlaşmanın seviyesini sembolize eder.
“Salgın bir hastalık yüzünden kabilede bir dul kadın ve iki çocuğu son derece hastadır. Kabile yaşadıkları kıtlıktan dolayı göç etmek zorunda kalmıştır. Kabile bireyleri salgın hastalık ve yiyecek yokluğunun getirdiği zor koşullardan dolayı hasta olan dul kadına ve onun çocuklarına yardım edecek durumda değildir. Ancak dul kadının annesi de kabilededir. Bu tıknaz ve yaşlı kadın dul kızını sırtına alır, bebeği göğsüne sarar ve 4 yaşındaki diğer çocuğu ise yan tarafına bağlar. Yaşlı anne kızını ve torunlarını yaklaşık 70 km öteye kabilenin yeni kamp alanına taşır. Kabileden bir gün sonra ancak yeni kamp alanına ulaşmıştır ve kızı ile torunlarının hayatını kurtarmıştır.
Kaynak: Bilim ve Gelecek, Sayı:107, Ocak 2013, s.32