Ana Sayfa Bilim Gündemi Doktora öğrencilerinin psikolojik durumu alarm veriyor

Doktora öğrencilerinin psikolojik durumu alarm veriyor

3086
0

Nature Dergisi her iki senede bir doktora öğrencilerinin hayat şartları ve kariyer hedeflerine dair beklentilerini inceleyen dünya çapında anket çalışmaları gerçekleştiriyor. İnternet üzerinden (Nature.com) yayınlanan bu anketlere hemen her bilim dalından doktora öğrencileri katılıyor. Soru cevap ve serbest yorum bölümlerinden oluşan ankette öğrencilere, çalışma koşullarının yarattığı rahatsızlıklar, gelecek kaygıları, çalışma ve sosyal hayat dengesi, akademide mobbing ve taciz gibi konularda sorular sorulurken, öğrencilerin akademik hayata dair duygu ve görüşlerini kendi cümleleriyle anlatmalarına da imkan veriliyor. Ankete katılan öğrencilerin bir kısmıyla birebir görüşmeler de yapılıyor.

Geçtiğimiz Kasım ayında bu anket çalışmalarının beşincisi [1] yayınlandı. Toplamda 6,320 doktor öğrencisinin (%36’sı Avrupa, %27’si Asya –yaklaşık 19%’luk dilim Çin’e ait– %27’si Kuzey veya Orta Amerika ve %9’u Güney Amerika, Afrika ve Avustralya’dan) katıldığı araştırmanın sonuçları durumun geçtiğimiz senelere göre daha da vahimleştiğini ortaya koyuyor. 2017’de gerçekleştirilen çalışmaya [2] katılan 5,700 öğrencinin %29’u anksiyete ve depresyon gibi psikolojik rahatsızlıklar yaşadıklarını, bu öğrencilerden %45’i ise daha önce anksiyete veya depresyon gerekçesiyle profesyonel yardım talebinde bulunmuş olduğunu belirtmişti. Son yapılan çalışmada ise katılımcıların %36’sının –yani üçte birinden fazlasının– doktora çalışmalarından kaynaklanan anksiyete ve depresyondan dolayı daha önce yardım talebinde bulunduğu saptanmış. Çalışma üniversite ve enstitülerin sağladığı psikolojik destek hizmetlerinin durumuna da ışık tutuyor. Depresyon veya anksiyete nedeniyle yardım talebinde bulunduğunu belirten katılımcıların sadece %26’sı bağlı olduğu kurumun psikolojik destek biriminden gerçekten destek gördüğünü belirtiyor (bu oran 2017’de %35 çıkmış). Yaklaşık %10’luk kesim üniversitelerinin ilgili birimlerine başvurdukları halde kendileriyle ilgilenecek, müsait olan birini dahi bulamadıklarını belirtiyor.

Katılımcılardan temel kaygılarını sıralamaları istendiğinde ise iş beklentileriyle ilgili belirsizlikler ve çalışma-sosyal hayat dengesini kurmaktaki zorluklar diğer faktörlere nazaran öne çıkıyor. Bu ikisi 2017’deki ankette de liste başı olmuş. Diğer yandan, öğrencilerin öncelikli kaygıları bölgeden bölgeye farklılık gösteriyor. Afrika’daki katılımcılar özellikle çalışmaları için sağlanan fonu güvence altında tutmanın zorluğu ve mezun olduktan sonra karşılaşmaları muhtemel olan finansal baskıdan muzdaripler. Afrikalı katılımcıların yarısından fazlası öğrenim kredisi borçlarını önde gelen ilk beş kaygıları arasında sıralıyor. Borç kaygısı Asya (%31) ve Kuzey ve Orta Amerika’da (%29) Avrupa’ya (%21) göre daha ağır görünüyor. Diğer bir bulgu, Kuzey Amerikalı katılımcılarda “impostor (sahtekar) sendromu”nun, yani bulunduğu pozisyona kendini layık görmeme duygusunun, görülme olasılığı diğer bölgelere nazaran daha yüksek çıktığı. Avrupa’da ise çalışma-sosyal hayat dengesizliği yaygın şikayetler arasından öne çıkıyor.

Genele bakıldığında, katılımcıların yaklaşık %40’ı çalışma-sosyal hayat dengesizliğinden dolayı memnuniyetsizlik yaşadığını belirtiyor. Uzun mesai saatleri bunun en önemli nedenlerinden biri. Zira katılımcıların %76’sı haftada 41 saatin üzerinde mesai yaptığını belirtiyor. Bu oranın yarısından fazlasını haftada 51 saatin üzerinde mesai yapanlar oluşturuyor. Ayrıca bağlı oldukları üniversitenin bazen gecelemeyi gerektiren uzun mesai kültürüne sahip olduğunu belirtenlerin oranı %49’a (aksini düşünenler %29, nötr olanlar ise %32) karşılık geliyor. Bunun yanı sıra %37’lik (aksini düşünenler %34, nötr olanlar ise %29) kesim kendi üniversitesinin iyi bir çalışma-sosyal hayat dengesinin kurulmasına yönelik destekte bulunduğunu belirtiyor. Doktora çalışmaları için fon bulamayıp doktorasını bir yandan dışarıdan çalışarak sürdüren katılımcıların beyanlarını da hesaba katarsak sosyal hayata zaman ayıramamanın ekonomik nedenleri de olabiliyor. Ayrıca katılımcıların %10’u bakımından sorumlu oldukları yetişkin yakınlara sahipken, yine %10’u sorumlu oldukları yetişkin olmayan (12 yaş altı) yakınlara sahip.

Araştırma sonuçları akademide mobbing olaylarının boyutunu da gün ışığına çıkarıyor. Katılımcılara –genel anlamıyla– taciz veya ayrımcılığa maruz kaldıkları deneyimler yaşayıp yaşamadıkları sorulduğunda, katılımcıların %21’i (kadınların yaklaşık %25’i, erkeklerin ise %16’sına karşılık geliyor) bu soruya evet yanıtı verirken, yine aynı oranda katılımcı tehdit ve zorbalığa maruz kaldığını belirtiyor. Bu tarz olaylar yaşadığını belirten katılımcıların çoğunluğu (yaklaşık %72’si) cinsiyet ve etnik köken temelli ayrımcılık ve tacize maruz kaldıklarını belirtirken, %15’lik kesim cinsel tacize uğradığını belirtiyor. Öğrenciler bu olayların sorumlularının ise çoğunlukla kendi akademik danışmanları (supervisor) olduğunu belirtiyor. Akademik danışmanlar öğrencilerinin başarı veya başarısızlığının değerlendiricisi konumunda olduğundan, böyle durumlarda onlara karşı gelmek veya üst mercilerden yardım istemek oldukça zor. Zira öğrencilerin sadece eğitim kariyerleri değil aynı zamanda ilerideki mesleki hayatları üzerinde de danışmanların değerlendirmeleri belirleyici oluyor. Aynı mesele birçok öğrencinin danışmanlarına psikolojik problemleriyle ilgili açılmasını da zorlaştırıyor. Ülkeler bazında bakıldığında, taciz ve ayrımcılığın en yüksek görüldüğü yer %24 ile Kuzey Amerika iken, en düşük görüldüğü yer ise %18 ile Avustralya.

Diğer yandan katılımcıların %75’i doktora yapma kararından dolayı şöyle ya da böyle tatmin olduğunu belirtiyor (bu oran 2017’deki %78’lik orana göre hafif bir düşüş gösteriyor). Bunların arasından %27’si doktora yakmaktan yüksek düzeyde tatmin olma duygusu hissettiğini belirtiyor. Ancak bu öğrencilerin paylaştığı problemler de var. %45’lik bir kesim doktoraya başladığındakine göre tatmin olma duygusunun azaldığını belirtiyor (aksini belirtenler ise %42’lik dilime karşılık geliyor). Doktora programlarının öğrencilerin beklentilerini karşılamaması burada önemli bir etmen gibi görünüyor. Zira yine yaklaşık %40’lık bir kesim programın beklentilerini karşılamadığını belirtiyor. Ayrıca katılımcıların sadece %26’sı doktora programının kendilerini tatmin edici bir kariyer için ‘iyi bir şekilde’ hazırladığını düşünüyor. Bu duruma rağmen katılımcıların çoğu (%56’si) gelecek hedefi olarak akademide kalmayı tercih ettiklerini belirtiyor. Endüstriye kaymak isteyenlerin oranı ise %28 seviyesinde. Bu oranlar 2017’deki çalışmada %52’ye %22 çıkmış.

Bu bulgular Birleşik Krallık’ta eğitim gören 50,000 lisansüstü öğrencisiyle gerçekleştirilen araştırmanın [3] sonuçlarıyla uyumluluk gösteriyor. İngiltere merkezli bir yüksek eğitim yönetim organizasyonu olan AdvenceHE tarafından gerçekleştirilen ve yine geçtiğimiz Kasım ayında sonuçları yayınlan anket çalışmasına göre, öğrenciler genel olarak yaptıkları işe karşı olumlu duygular beslemekle beraber anksiyeteden muzdarip olduklarını belirtiyorlar. Sonuçlara göre katılımcıların %86’sı çeşitli seviyelerde anksiyete yaşıyor (bu oranın genel popülasyondakinden yüksek olduğu da belirtilmiş). Yani doktora öğrencileri sıklıkla yaptıkları işi ‘sevmek’ ve ona ‘katlanmak’ duygularını bir arada yaşıyor.

Bu sonuçlarla paralellik gösteren Dünya’nın farklı bölgelerinde gerçekleştirilmiş olan irili ufaklı başka çalışmalar da var. Örneğin, Belçika Flandre’deki üniversitelerde okuyan 3,659 doktora öğrencisiyle yapılan diğer bir çalışmada [4] (2017), ankete katılan doktora öğrencilerinin yaklaşık üçte birinin depresyon gibi yaygın bir psikiyatrik bozukluğa sahip olma veya bu hastalıkları geliştirme riski altında olduğu tespit edilmiş. Katılımcıların %32’sinin yaygın psikiyatrik bozukluk riskine işaret eden en az dört semptoma sahip olduğu belirlenmiş. Bu oranın yüksek eğitim görmüş insanlardan oluşan karşılaştırma grubunda gözlemlenenin iki katıdan daha yüksek olduğu belirtilmiş. En yaygın olarak bildirilen semptomlar arasında sürekli gerginlik hissi, mutsuzluk ve depresiflik, kaygı nedeniyle uyuyamama, zorlukların üstesinden gelememe ve günlük aktivitelerden keyif alamama hali belirtilmiş. Bu semptomlara yol açan en önemli nedenler arasında yüksek çalışma temposu, iş kontrolünün zayıflığı ve iş yükümlülükleriyle çakışmadan dolayı aile ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çekiyor olmanın geldiği tespit edilmiş.

Daimi akademik pozisyonların kıtlığı ve sert rekabet şartları düşünüldüğünde doktora sonrası da belirsizliklerle dolu. Doktorasını almış insanların daimi kadro bulana kadar doktora sonrası araştırmacı (postdoc) olarak düşük maaşlarla olağanın üzerinde mesai saatleri boyunca çalıştıkları geçici pozisyonlara mecbur kaldıkları bilinen bir gerçek. Zira doktora sonrası araştırma geçmişi olmayan genç bilim insanlarının kalburüstü bir üniversitede öğretim üyeliği kadrosu elde edebilmesi bugünün şartlarında pek de mümkün değil. 2018’de yayımlanan diğer bir çalışma[5] doktora sonrası araştırmacılarla yapılmış. Öne çıkan 5 Amerikan üniversitesinden 97 –daimi kadrosu olmayan– araştırmacı ve 35 proje yürütücüsü öğretim üyesi (PI) ve üniversite idarecisi ile mülakatlara dayanan çalışmanın en can alıcı kısmı denizaşırı ülkelerden gelen araştırmacıların vizelerinin uzatılmaması tehdidi ile diğer araştırmacılara göre çok daha çetin koşullarda çalışmaya zorlanmaları. Bu öğrencilerin vizelerinin belirli periyotlarla yinelenmesi gerekiyor ve yineleme işlemi için enstitü onayı şart. Bu onay çoğu zaman genç araştırmacıların dahil oldukları projenin yöneticisi olan tek bir öğretim üyesinin iki dudağı arasında olduğundan, genç araştırmacılara karşı bir koz olarak kullanılmaya son derece müsait.

Çalışmaya göre bu koz sonuna kadar kullanılıyor; bazı kurumlarda durum öylesine kötü ki haftalık mesai süresi 100 saati geçen, işleri yetiştirebilmek için laboratuvar ortamında uyumak durumunda kalan yabancı öğrenciler olduğu belirtilmiş. Elimizde yukarda değindiğimiz gibi sadece anektodal raporlar olduğundan problemin boyutunu öngörmek zor. Fakat çeşitli araştırmalara göre ABD’deki doktora sonrası araştırmacıların yaklaşık yarısının deniz aşırı ülkelerden gelen ve kısa dönem vizeye tabi insanlardan oluştuğu tahmin ediliyor. Nature’ın yukarıda değinilen son çalışmasında da katılımcıların %40’ı eğitimini kendi ülkeleri dışında sürdüren insanlardı. Yani sömürünün boyutları hayli ciddi olabilir.

Kısacası aşırı performans odaklı mevcut akademik sistem genç araştırmacıları yıpratıyor, onları hasta ediyor. Oysa akademik düzenin geleceğin bilim insanlarını destekleyici ve koruyucu bir rolü olması gerekir. Üniversitelerin içerisindeki psikolojik destek birimlerinin etkinliğinin arttırılması ya da danışman-öğrenci ilişkilerindeki problemlere dair farkındalığı arttırıcı eğitimlerin düzenlenmesi bu yükselen krizin çözümüne belirli düzeyde katkı sağlayabilir, ama nihai çözüm bu salt performansa dayalı “Makale yayınla ya da yok ol” kültürünün köklü bir değişimden geçiyor.

Kaynaklar
1) https://www.nature.com/articles/d41586-019-03459-7#ref-CR2
2) https://www.nature.com/articles/nj7677-549a
3) https://www.advance-he.ac.uk/news-and-views/postgraduate-researchers-are-positive-about-their-experience-despite-high-anxiety
4) https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0048733317300422
5) https://www.nature.com/articles/d41586-018-07479-7?utm_source=facebook&utm_medium=social&utm_content=organic&utm_campaign=NGMT_2_SJH_Nature&fbclid=IwAR2RIU54UxDFYX9UniL0hoFyTJ_sJruKVPx_m85aspARjdlgaFAiiz9lltE