Ana Sayfa 192. Sayı Depreme hazırlık yapılmadığı gibi, afet üstüne afet eklendi

Depreme hazırlık yapılmadığı gibi, afet üstüne afet eklendi

338

Cemal Gökçe
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı
Söyleşi: Özer Or

“Bugün gelmiş olduğumuz nokta iktidarın seçmiş olduğu yık-yap anlayışına ve rant tutkusuna dayalı kalkınma modelinin sonucudur. 99 depreminden ders almak bir yana, İstanbul daha da riskli bir duruma getirildi. Deprem afetinin yanına dört afet daha eklendi. Depremin gece ve gündüz olmasına ve depremin ivmesine bağlı olarak en az 75 ile 150 bin mertebesinde kaybın ortaya çıkması ciddi olasılık. Deprem sonrası ise hiç düşünülmüyor.”

Silivri açıklarında 26 Eylül 2019’da gerçekleşen 5.8 büyüklüğündeki depremin sarsıcı etkisi özellikle İstanbul’da yaşayanlar için endişeli bir soruya neden oldu: “Deprem ve onun yıkıcı etkisine hazırlıklı mıyız?”. Her doğal afet sonrasında olduğu gibi bu soru ile birlikte yeni tartışmalar da gündeme geldi: “Daha büyük bir deprem ne zaman olacak?”, “Deprem sonrasında ne yapmalıyız?”, “Olası bir afet soncunda evimizin içini nasıl tasarlamalı ve yanımızda neler bulundurmalıyız?”.

Bilim ve Gelecek’in geçtiğimiz sayısında TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Cemal Gökçe ile Kanal İstanbul ve olası Marmara Depremi’ne ilişkin yapmış olduğumuz söyleşinin Kanal İstanbul kısmını yayınlamıştık. Bu sayımızda ise deprem ve onun yıkıcı etkileriyle birlikte “ne yapmalı?” sorusuna yanıtlar aradığımız söyleşinin kalan kısmını yayınlıyoruz.

1999 depremi milat olabildi mi?

26 Eylül 2019’da gerçekleşen 5.8 büyüklüğündeki depremin 17 Ağustos 1999’dan beri beklenmekte olan Marmara Depremi için uyarı niteliğinde olduğu çok vurgulandı. Bu etkiyi, harekete geçmesi gereken kurumlar ve toplumsal duyarlılık açısından yeterli buluyor musunuz?
Deprem ülkemiz açısından da, İstanbul açısından da önemli bir konu. Hatırlanacağı gibi, 1999 yılında gerçekleşen depremde, dönemin Cumhurbaşkanı ve meslektaşımız da olan Süleyman Demirel, “Eyvah, altımız delikmiş” demişti. Oysa bundan yıllar önce Adapazarı’na otomobil fabrikası kurulması gündeme geldiğinde, meslek insanları Adapazarı’na bu fabrikanın kurulmaması gerektiği ifade etmişlerdi. Gerekçe olarak da Adapazarı’nın dolgu alanından oluşan bir kent olması gösteriliyordu. Eğer siz ovalara, patates ekeceğiniz, tarım yapacağınız yerlere fabrika kurarsanız, o fabrikanın etrafı ister istemez yapılaşır. Bu duruma engel olmanız mümkün değil. Aynı çerçevede herhangi bir yere yol yaparsanız, o yolun çevresinin yapılaşmasına engel olamazsınız. Bu bağlamda başta İnşaat Mühendisleri Odası olmak üzere meslek insanları Adapazarı’na otomobil fabrikası yapılmaması gerektiğini ifade etmişlerdi. Çünkü oraya otomobil fabrikası yapılması demek o fabrikanın çevresinin yapılaşmaya açılması demektir. Yani ada formunda olan bir bölgenin bir dolgu alanının yapılaşmaya açılması demektir.

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Cemal Gökçe.

Bu bölge aynı zamanda bir deprem bölgesidir. Kuzey Anadolu Fay Hattı Bingöl’ün Karlıova ilçesinden Yunanistan’a doğru gider. Dolayısıyla Erzincan’da yaşamış olduğumuz 1939 Depremi de Kuzey Anadolu Fayı üzerinde olan bir depremdi. Bu çerçevede bakıldığında Kuzey Anadolu Fay Hattı’na yakın bir yer olan Adapazarı’nda bir deprem yaşanacağını biliyoruz. Dolayısıyla bu fay hattının yakınında olan bir bölgede otomobil fabrikası yapılmaması gerektiği ifade edilmişti. O dönemin yöneticisi olan Süleyman Demirel, “Bin ton patates, bir otomobil etmez” demişti. Evet, matematiksel olarak doğru. Tabi ki ülkemize endüstri tesisleri yapılsın, bir sakınca görmüyoruz. Ancak bu fabrika Adapazarı’nda, Doğu Marmara gibi ülkemizin sanayisinin neredeyse yüzde 75’inin bulunduğu bir yerde mi yapılmalı? O dönemde meslek insanları fabrikanın İç Anadolu’da yapılabileceğini ifade etmişti. 1999 yılında yaşamış olduğumuz 7.4 büyüklüğündeki Gölcük merkezli deprem, dönemin meslek insanlarının ne kadar haklı olduklarını gösterdi.

Biz de 1999 yılında gerçekleşen deprem ile birlikte, ki o zaman benim İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanlığı görevimdeki ilk yılımdı, farz edelim ki yöneticiler yerin altının delik olduğunu bilmiyorlardı, o zaman 99 depremi bir milat olsun demiştik. Oysa bu ülke yıllarca deprem yaşamıştı. En belli başlı olanı da, 1939 yılında gerçekleşen Erzincan depremiydi. Yine 1940-1950, 1950-1960 yılları arasında gerçekleşen depremler de vardı. 1967 yılında gerçekleşen Adapazarı depremi, 1971 Bingöl depremi, 1983 Erzurum Ilıca depremi, 1992 Erzincan depremi, 1995 Dinar depremi, 1998 Adana depremi var. Dolayısıyla ülkemiz toprağının depreme açık olduğunu, çok farklı yerlerde diri fayların bulunduğunu ve bu fayların da bir gün mutlaka deprem üreteceğini biliyorduk ve bunları her fırsatta ifade ediyorduk.

Türkiye’de yaşayan bizler, problemin kendisiyle ilgilenen değil, bu problemin ortaya çıkardığı sonuçlara göre hareket eden insanlarız. Eğer bir deprem can ve mal kayıpları ortaya çıkarmışsa, artık o deprem bir afettir. Dolayısıyla 1999 depremi bir afetti. Resmi rakamlara göre yaklaşık olarak 20 bin insanımızı toprağa gömmüştük. 340 bin yapıda ise büyük veya küçük ölçeklerde hasar meydana gelmişti. Avcılar bölgesinde evler yıkılmış, İstanbul’da bine yakın insan yaşamını yitirmişti. Pek bilinmez ancak İstanbul’da 30 bin yapı hasar görmüştü; 3 bin tanesi de ağır derecede hasarlıydı.

Bu minvalde elde ettiğimiz sonuç basit bir şekilde ifade edecek olursak şudur: İstanbul depremin merkezinden 110-120 kilometre uzakta olmasına rağmen bu ölçekte hasar alıyorsa, Marmara Denizi’nin altından geçen Kuzey Marmara Fay Hattı’nın deprem üretmesiyle birlikte yaşanmaz bir kente dönüşür. 99 depreminin bir milat olması gerektiğini işte tam da bu nedenle ifade etmiştik. Sorun depremin kendisinde değil, deprem bir doğa olayı ve yaşanacak. Ancak siz o doğa olayına ne kadar hazırlıklıysanız, risk durumunu ne kadar azaltmışsanız, o depremin sonuçlarını da o kadar az hasarla atlatırsınız. Hatta hasarsız da atlatabilirsiniz. İşte bu noktada çıkarılan sonuçlar ve yapılan çalışmalar ile birlikte tarafımızdan İstanbul başta olmak üzere mevcut yapı stokunun deprem güvenlikli bir hale getirilmesi gerektiği saptaması yapılmıştı.

İkinci olarak, yeni binaların deprem güvenliği dikkate alınarak yapılması gerektiği ve deprem güvenlikli bir yapı stokunun oluşturulması konusunda yasal düzenlemeler başta olmak üzere bir dizi çalışmaya ihtiyaç olduğu ifade edilmişti. Ancak bu gereklilikler yerine getirilmediği için 1999 depreminden 20 yıl sonra, Marmara Denizi’nde 5.8 büyüklüğünde bir depremin gerçekleşmesi panik yarattı. Oysa bu deprem orta büyüklükte bile değildi. Bu büyüklükteki bir depremle hasar görmemesi gereken yapılarda hasar meydana geldi. Dolayısıyla bu deprem ile birlikte başka bir durum daha anlaşılır hale geldi. Biz de İnşaat Mühendisleri Odası olarak yıllardır ifade ediyorduk. Örneğin İstanbul fiziksel şartlar açısından da sıkıntılı ve nemli bir kent. Ayrıca insanlarımız bir binada yaşamaya başladıktan sonra o binayı korumak için bakım ve onarım yapmıyorlar. Bodrum katları ve çatı katları halı ve kilim yıkama yerlerine dönüşüyorlar. Binaların içerisinde halı ve kilim yıkayarak zemini su ile karşı karşıya bırakmak ve İstanbul’un nemli havası gibi etmenler birleşerek, geçmişte yapılmış olan standardı son derece düşük betonarme yapılarda korozyona neden oluyor. Çünkü su ve nem ile birlikte çeliğin üzerinde bulunan yapı patlıyor ve düşüyor. Böylelikle çelik yapısında korozyon meydana geliyor. Korozyon meydana gelmesi, çeliğin mukavemetsiz kalması anlamına geliyor. 5.8 büyüklüğündeki depremin ardından binalarda kontrol çalışmaları yapıldığı sırada böylesi hasarların olduğu net bir biçimde anlaşıldı. Bu hasarların bir kısmı aslında deprem hasarları değil ancak yaşanan bu durum gösteriyor ki, korozyondan hasar almış yapılar İstanbul’da meydana gelecek 7 veya daha fazla büyüklükteki bir depremde ciddi sıkıntılar ortaya çıkaracak. Bu ciddi sıkıntılar, 5.8 büyüklüğündeki depremin ardından da gündeme geldi.

Önemli çalışmalar yapıldı ama…

Afet ulaşım yolları, bazı köprü ve viyadüklerin güçlendirilmesi hep gündemde oldu. Bu çalışmaları yeterli buluyor musunuz? Konut stoku daha çok özel mülkiyet olarak vatandaşların kullanımında olan bölgelerde. Buradaki sıkıntılar Kentsel Dönüşüm Projeleri ile aşılmaya çalışıldı. Konut stokunun yenilenmesi konusunda Kentsel Dönüşüm Projelerini yeterli buluyor musunuz?
Gerek 1999 yılında yaşanan Gölcük ve Düzce depremleri, deprem gerçeğini ülke yöneticilerinin önüne koydu. Bu depremler gerçekten çok önemliydi. Özellikle de 99 depremi, ülkemizin güneyinden kuzeyine, doğusundan batısına hemen hemen her aileyi uzaktan veya yakından etkiledi. Burada problem her ailenin akrabasını kaybetmiş olması veya akrabasının evinin hasar görmüş olması değildi. Aynı zamanda tanımış oldukları insanların hayatlarını kaybettiği veya depremin ardından oldukça fakirleşmiş olduğu gerçeği ile yüz yüze gelindi. Aynı zamanda 16 milyar dolar mertebesinde ekonomik bir kayıp ortaya çıktı. Ve sadece konutlar anlamında değil, apartmanların altında bulunan işyerlerinin, altyapının, köprülerin ve demiryollarının devre dışı kalmasına neden oldu.

Bu depremle anlaşıldı ki, Türkiye’nin inşaat tasarım ve üretim süreci problemlidir. Yapı tasarımları deprem yönetmeliklerine uygun olarak gerçekleştirilmemektedir. Yapılmış olan tasarımların bilgiye dayalı bir denetimi yok ve bu yapılar üretim sürecindeyken yeterli ölçüde denetlenmiyor. Projesi ve tasarımı denetlenmemişse, yapı üretim sürecinde denetim gerçekleştirilmemişse veya bu yapıları denetleyen insanlar yeterli ölçüde bilgi sahibi değilse, deprem sırasında büyük ölçekli hasarların oluşması son derece normaldir. Denetim mekanizması içerisinde bulunan insanların sadece inşaat mühendisliği diploması alması yeterli değil. Ayrıca yapı tasarımını yapan kişiyi denetleyecek bilgiye sahip olması ve bunun için de denetim açısından sertifikalandırılmış olması da gerekir. Bu denetim mekanizması 99 depremi öncesinde yoktu. Bu nedenle 595 sayılı Yapı Denetim Kararnamesi çıkarıldı. Buna ek olarak 1938 yılında çıkarılmış olan 3458 sayılı Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Yasa’da düzenlemeler yapıldı. Bu yasa önemliydi ancak dönemine uygun olarak düzenlenmişti. Aradan 60 yıl geçmişti. Dolayısıyla günümüz koşullarına uygun olmaktan çıkmıştı. O dönemde yeterince inşaat mühendisi, elektrik mühendisi ve mimar olmadığından bir uzmanlık alanında mühendislik diploması alan biri başka uzmanlık alanlarının da işini yapıyordu. Ancak günümüz koşullarında, ana bilim dallarının altında yeni alt ana bilim dalları oluştu. “Diploma almış her inşaat mühendisi her türlü tasarımı yapabilir ve her türlü tasarımın altına imza atabilir” anlayışı vardı. Günümüz koşullarında inşaat mühendisliği diploması almak, bir uzmanlık işini yapmak için ön şart fakat yeter şart değil. Sertifikalandırma ile bilgiyi ve etik anlayışı kazandırmak çok önemli. Biz bu sertifikalandırılmanın yapılması gerektiğini savunuyorduk. 595 sayılı Yapı Denetim Kararnamesi, meslek odalarına bu sertifikalandırmayı yapabilirliklerine ilişkin yetki verdi. Bu yetkilendirme ile birlikte meslek insanları, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’na giderek Yapı Denetim Belgesi aldı.

Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu, çok farklı yerlerde diri fayların bulunduğunu ve bu fayların da bir gün mutlaka deprem üreteceğini biliyoruz.

595 sayılı kararnameye ek olarak bir de 3458 sayılı Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Yasa’nın yerine geçecek 601 sayılı bir kararname çıkarıldı. Belgeleme ile ilgili bu kararnamenin çıkarılması da bizim savunduğumuz bir önlemdi. Depremin hemen ardından 2000 yılında bu kararnamelerin çıkarılmış olması oldukça önemli. Ancak hemen ardından bazı meslek odaları yöneticilerinin dönemin muhalefet partilerinden Refah Partisi ile görüşmesinin ardından bu kararnameler Anayasa Mahkemesi’ne gönderildi ve kararnameler iptal edildi. Bu durum, ciddi problemlere neden oldu. 2001 yılında çıkarılmış olan 595 sayılı Yapı Denetim Kararnamesi yerine 4708 sayılı yasa çıkarıldı ancak ne yazık ki bu yasa, 595 sayılı kararnameden daha geriydi. Ancak yine de önemliydi, meslek odalarına ve meslek insanlarına çeşitli yetkiler veriyordu.

İstanbul Belediyesi bu süreçlerin ardından fark etti ki, İstanbul’a 120 kilometre uzaklıkta meydana gelen depremin etkileri oldukça şiddetliydi ve İstanbul’un 20 kilometre yakınında bulanan Kuzey Marmara Fay Hattı yeni bir depremi üretme potansiyeline sahipti. Böyle bir depremde İstanbul’un çok büyük bir hasar alacağının öngörülmesiyle birlikte, dört üniversiteye araştırma yetkisi verildi. Bu üniversiteler, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesiydi. İstanbul Belediyesi, bu üniversitelere İstanbul Depremi Master Planı çalışması yaptırdı. Bu çalışma son derece önemlidir. Bu çalışmalara İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi adına ben de katılıyordum. Aynı zamanda bir dönem oda başkanımız olan Atilla Ansal da master plan çalışmasının başkanı olarak çalışmaları yürütüyordu. 2003 yılında tamamlanan ve son derece değerli olan 1300 sayfalık bu çalışma, bilim ve bilgi insanlarının katılımıyla yedi sekiz aylık bir süreçte ortaya çıkarıldı. Devamında 2004 yılında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, depremin Türkiye açısından önemli olduğu bilinciyle “1. Deprem Şûrası”nı toplamaya karar verdi. 400 uzmanın katılımıyla komisyon çalışmaları uzun süre devam etti. İnşaat Mühendisleri Odası adına beş meslektaşımla birlikte bu komisyonlarda çalıştık.

5.8’lik son depremin ardından İstanbul’da kontrol çalışmaları yapıldığı sırada binalarda korozyona bağlı hasarların olduğu anlaşıldı. Bu durum meydana gelecek 7 veya daha fazla büyüklükteki bir depremde ciddi sıkıntılar ortaya çıkaracak.

Açıkça ifade etmek gerekir ki, “1. Deprem Şûrası”nda çıkan kararların altına bugün bile imza atarız. Çünkü bu çalışmada tespit edilen durumlar, riskler, olasılıklar hâlâ geçerli. Bir yanıyla söz konusu Master Planı’nın ortaya koymuş olduğu görüşleri analiz eden, bir yanıyla da meslek odalarını da işin içine katan bir perspektifle ele alınması nedeniyle kapsayıcı bir niteliği vardı. Ve en önemlisi bu şûrada, başta İstanbul olmak üzere pilot bölgeler oluşturulması ve bu bölgelerden başlanarak iyileştirme çalışmaları yapılması kararlaştırılmıştı.

Erzincan Depremi 1992 yılında olmuştu ancak İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi 1991 yılında “İstanbul ve Deprem Sempozyumu” yapmıştı. 1999 depreminin ardından üç tane daha sempozyum gerçekleştirdik. Ayrıca “Deprem Mühendisliği Konferansı” adıyla uluslararası katılımlı konferanslar yaptık. Bunun yanı sıra Japon İşbirliği Ajansı ile ortak çalışmalarımız oldu. 2009 yılında Bayındırlık ve İskân Bakanlığı tarafından “Kentleşme Şûrası” yapıldı. Sonuç bildirgesi de dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından okunmuştu. Bu bağlamda gerek “1. Deprem Şûrası”nın ortaya çıkarmış olduğu sonuçların, gerekse 2009 yılında yapılmış olan “Kentleşme Şûrası”nın sonuç bildirgesinin altına imzamızı atarız, bu çalışmalar önemli çalışmalardır.

“Meslek odaları yapılan her şeye karşıdır” söylemini kabul etmiyorsunuz o zaman…
Bu söylem ideolojik bir saldırıdır. Bize “Siz ideolojik davranıyorsunuz” diyorlar. Aslında tam tersi. Biz mesleğin gereklerinin yapılmadığı durumlarda refleks gösteririz. İstanbul Depremi Master Plan çalışması da Ali Müfit Gürtuna’nın İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde yapılmıştı. Kendisi bizim siyaseten çok yakın olmadığımız bir belediye başkanıydı. Buna rağmen hâlâ diyoruz ki, bu çalışma oldukça önemli bir çalışmaydı. 2004 yılında yapılan “1. Deprem Şûrası”, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nda AKP’li bir ismin yönetici olduğu bir dönemde yapılmıştı. Aynı şekilde “Kentleşme Şûrası” da bu dönemde yapılmıştı.

1999 yılında meydana gelen deprem ile birlikte İstanbul’da bulunan yapı stoku önemli ölçüde zarar görünce, İstanbul Valisi ve ana kent belediyesi ister istemez paniğe kapıldı. 2003 yılında İstanbul Deprem Master Planı çalışması yapıldı ancak bu çalışmanın öncesindeki süreçte de refleks gösterilmesi gerekirdi. İstanbul Valiliği, İstanbul’da bulunan yapı stokunu İstanbul Depremi’ne hazırlayacak bir İl Afet Merkez Kurulu oluşturdu. Bu kurulun oluşturulduğunu benden başka hiç kimse açıklamadı. 14 kişiden oluşan bu İl Afet Merkez Kurulu’nun bir üyesi de benim.

İstanbul’da ‘toplanma alanı’ var mı?

Bu kurulun varlığı neden açıklanmıyor, gizli kalması gereken bir kurul muydu?
Bu kurul 2003 yılına kadar çalışmalar yaptı. İstanbul’da bulunan yapı stokunun deprem güvenlikli olmadığını ifade eden kurul, nasıl daha güvenlikli hale getirileceği üzerinde çalışıyorken fark edildi ki, deprem gerçekleştiğinde insanlar evleri hasar görmese bile evlerinde kalmamaya çalışıyorlar, dışarı çıkıyorlar. Dolayısıyla toplanma alanlarına ihtiyaç var. 2002 yılının sonunda var olan koalisyon gitti onun yerine AKP iktidarı geldi. Erol Çakır’ın İstanbul Valisi olduğu 2003 yılına kadar kurul toplantıları da devam ediyordu. İstanbul İl Afet Merkez Kurulu’nun üyelerinden biri dönemin İstanbul Belediye Başkanı olan Ali Müfit Gürtuna’ydı. Diğer bir üye o dönem Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi’nin müdürü olan Ahmet Mete Işıkara’ydı. Yine İTÜ rektörü ve 1. Ordu’nun yetkilisi de kurul toplantılarına katılıyorlardı. Bu kurul tarafından 493 tane toplanma alanı belirlenmişti. Kurul toplantılarında 493 toplanma alanının yetersiz olduğu ifade edilmişti ve İstanbul’un her mahallesinde en az iki veya üç tane toplanma alanı olması gerektiği belirtilmişti. Burada dikkat çekilmesi gereken en önemli husus toplanma alanlarının sadece boş yer oluşturmak çerçevesinde görülemeyeceğidir. Bu toplanma alanları, en yakınında bulunan binaya o binanın uzunluğunun bir buçuk katı kadar mesafede olmalıdır. Böyle olmalıdır ki, binanın yıkılması durumunda toplanma alanında bulunan insanlar zarar görmesin. Bugün Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ve AFAD’ın binlerce toplanma alanı olduğuna dair açıklamaları var. Sokak aralarını, yolları ve enerji hatlarının altında bulunan arazileri toplanma alanı olarak belirlemişler. Bir deprem sırasında o toplanma alanında bulunan insanların kafasına bir tuğla veya bir kiremit mutlaka düşecek. Kurul toplantıları sırasında belirlenen 493 toplanma alanının yanına yenilerinin ilave edilmesi gerekirken, bu 493 toplanma alanının çok büyük bir kısmına Alışveriş Merkezleri, gökdelenler ve rezidanslar yapıldı. İstanbul daha önceki durumundan çok daha büyük problemler taşıyan bir kent haline getirildi.

2003 yılında İl Afet Kurulu toplantıları sırasında belirlenen 493 toplanma alanının yanına yenilerinin ilave edilmesi gerekirken, bu 493 toplanma alanının çok büyük bir kısmına alışveriş merkezleri, gökdelenler ve rezidanslar yapıldı.

Toplanma alanı demek sadece boş alan ya da binalardan uzak alan demek değildir. Toplanma alanlarının su, tuvalet gibi ihtiyaçlara yanıt vermesi, enerji hatlarına sahip olması gerekir. Gerekli araç ve gereçlerin konulacağı depoların bu toplanma alanlarında bulunması gerekir. İstanbul’da böyle bir toplanma alanı var mı? Sadece boş alan olarak bile bir toplanma alanı yok.

Yapı stokunun 1999’daki durumu neyse bugünkü mevcut durumdaki hali de o. İstanbul için risk devam ediyor. Özellikle de son 20 yıllık süreçte İstanbul öyle kötü yapılaştı ki, deprem güvenliğini sağlamadığını bildiğimiz evlerimizin içi sokaktan daha güvenli hale geldi. Meslek odaları ve ilgili Bakanlıkların çalışmalar yapması ve bilgi düzeyinin yüksek olmasına rağmen geldiğimiz noktanın iç açıcı bir durum olmadığını ifade etmek isterim.

Deprem toplanma alanlarının sadece binaları hasar gören insanların değil tüm şehir nüfusunun toplanabileceği ölçekte olması gerektiğini söylüyorsunuz. İnsanlar panikle evlerini terk edecekler ve bir süre evlerine geri dönemeyecekler…
Evet, kesinlikle böyle. Çünkü depremin ardından artçı depremler devam edecek. Yapıları hasar görmemiş olsa dahi insanlar evlerine geri dönemeyecekler. Çünkü oturdukları konutlara güvenmiyorlar. Toplanma alanlarının altyapılı bir çerçevede yapılması ve bu şekilde muhafaza edilmesi gerekirken geldiğimiz noktada bırakalım bilimsel ölçeklere uygun bir toplanma alanını, insanların ayakları üzerinde durabilecekleri bir toplanma alanı bile yok.

AFAD’ın kurulmasının ardından Ulusal Deprem Strateji ve Eylem Planı yapıldı. Bu çalışma değerliydi ve bizim de yıllardır ifade ettiğimiz sertifikalandırmaya dikkat çekiyordu. Bu çalışmanın ardından Bakanlık da duruma dikkat çekmiş ve TMMOB’a bir yazı göndererek 2004 yılındaki deprem şûrasından sonra yetkin mühendislikle ilgili bir yasa taslağı hazırlanması talebini iletmişti. Böyle bir taslak hazırlanmış ve Bakanlık’a gönderilmiş olmasına rağmen, bugüne kadar bir yasa çıkarılmış değil. Ancak Başbakanlık’a bağlı olan AFAD’ın Ulusal Deprem Strateji ve Eylem Planı’nın maddelerinden birinde 2017 yılının sonuna kadar Yetkin Mühendislik Yasası ile ilgili çalışmaların sonlandırılacağı ifade ediliyordu. Bu maddeye rağmen, bu çalışmayı yapacak kurumların TMMOB, üniversiteler ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olduğunun altı çizilmiş olmasına rağmen bugüne kadar bir toplantı dahi yapılmadı.

Ranta dayalı yapılaşma anlayışıyla İstanbul sadece deprem değil yeni afetlerle yüz yüze gelmeye başladı. Bunlardan biri de sel baskınları!

Yık-yap anlayışı ve rant tutkusu

Son 20 yılda ne yapıldı?
2012 yılında çıkarılmış olan Kentsel Dönüşüm Yasası, müteahhit anlayışıyla çıkarılmıştır. Yık-yap anlayışı bir müteahhit anlayışıdır. 99 depreminden sonra 2007 yılında bir deprem yönetmeliği çıkarılmıştı. Her yapıyı yıkıp baştan yapmak mümkün olmadığı ve bazı binaların da buna ihtiyacı olmadığı fark edildiği için bu yönetmeliğe güçlendirmeye ilişkin bir bölüm eklendi. Ancak 2012 yılında getirilmiş olan Kentsel Dönüşüm Yasası ile birlikte güçlendirme konusu devre dışı bırakıldı. Bizim gibi az gelişmiş ülkelerde paranın ve kaynakların doğru kullanılması esastır. Bu durumun sürdürülebilir olması açısından var olan yapı stokunun güçlendirilerek kullanılması gerekmekteydi. Çünkü yıkıp yeniden bina yaparsanız, doğada bulunan malzemeleri ekstra tüketmiş olursunuz. Maden Mühendisleri Odası’nın maden çalışmalarına ilişkin bir toplantısına davet edilmiştim. Burada Anadolu Yakası’ndaki ve Avrupa Yakası’ndaki agrega miktarının 20 yıl içerisinde tükeneceği ifade edilmişti. Agrega dediğimiz, taşların küçük parçalar haline getirilmiş durumudur ve betonun bir türevidir. Gelecek kuşaklar kendilerine yeni yapılar yapacaklarında, yol veya okul yapacaklarında, hastane veya metro yapacaklarında bu agregaları Bulgaristan’dan mı getireceğiz? Bu çerçevede var olan yapı stokunun güçlendirilmesinin yeni yapılacak olan yapının maliyetinin yüzde 50’sini geçmeyecek bir durumu varsa, güçlendirmeye gidilmesi gerekir. Deprem ile ilgili yapılan çalışmalar ve şûra toplantıları, sadece binaların yıkılıp yerlerine yenilerinin yapılması gerektiğini değil, aynı zamanda yapı stokunun bir kısmının güçlendirilmesi gerektiği anlayışını da ortaya koymuştu. Bu çerçevede Zeytinburnu başta olmak üzere pilot bölgeler belirlenmişti. Ancak ne yazık ki 2012 yılında çıkarılmış olan kentsel dönüşüm yasası bu durumu ortadan kaldırdı. Türkiye’de ekonomik anlamda üretime dayalı olmayan ve sadece bina yapım aşamasında istihdam sağlayan inşaat sektörüne dayalı bir kalkınma modeli seçildi. Dağa, taşa, İstanbul’un her yerine ihtiyaç temelli olmayan yapılar yapıldı.

Planlama anlayışının tamamen dışında gelişen bir yapılaşma ortaya çıktı. Bilim ve bilgi dışı, kent gelişimine aykırı, TOKİ’ye devredilerek aklın almayacağı ölçüde inşaatlar yapıldı. Orman alanları, su havzaları, dağ taş tümüyle inşaata dönüştürüldü. 2012 yılına gelindiğinde hazineye ait araziler, boş alanlar inşaata dönüştü. Böylesi bir ekonomik kalkınma modeli tercih edildiği için, yeni inşaat alanlara ihtiyaç duyuldu. Bu durum özellikle 2002’den sonra ülkemizi yöneten siyasi iktidarın kalkınma modeli olarak inşaat sektörünü seçmiş olmasının sonucudur. Öte yandan kentsel dönüşüm riskin özellikle yüksek olduğu yerlerde uygulanmadı.

Yani kentsel dönüşüm adı altında rantın yüksek olduğu yerlere mi odaklanıldı?
Evet. Rantın yüksel olduğu yerlerden başlandı ve o bölgeler yeni afetler ortaya çıkardı. Örneğin beş katlı yapıyı yıktı yedi katlı yaptı. On daire on beş daire oldu. Mimari yapı değişti ama sokak değişmedi. Daire alanı küçüldü ama daire sayısı büyüdü. Daire sayısı artınca nüfus arttı. Nüfus artınca otomobil sayısı arttı. Demografik yapı bozuldu.

Yapılar yenilense bile riskler artıyor. Sağlıklı bir çevrenin olmaması da yeni bir risk oluşturuyor.

Bu durumda depremde insanların yangın çıkacak yerlere ulaşabilme şansı yok. Kurtarma çalışmaları yapabilme şansı yok. Dolayısıyla orman alanlarının su havzalarının özellikle model olarak seçilen rantı yüksek olan yerlerde kentsel dönüşüm uygulamalarıyla kent yeni afetlerle karşı karşıya bırakıldı.

Afet üstüne afet eklendi

Dönüşüme verilen yasal ve finansal destekler güçlendirme çalışmalarına verilmiyor mu?
Kesinlikle verilmiyor. Hatta gündemde bile yok. Yıkım özendiriliyor. Bakın gelmiş olduğumuz nokta itibariyle bugün deprem afetinin yanına yeni afetler eklendi. Ben 43 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Beyoğlu’nu su bastığını görmedim. Şimdi Beyoğlu’nu su basıyor. Üsküdar’ı su bastığını görmedim. Ayamama deresini hatırlayın. 2009 yılında yağan yağmurun ortaya çıkarmış olduğu afet ile 31 insanımızı yitirdik. Sen dere boylarını, derelerin taşkın alanlarını dikkate almadan oraları yapılaşmaya açarsan, derelerin taşkın alanını daraltırsan, yağacak yağmur suyu nereye gidecek? Kentle uğraşan, meteoroloji ve su bilimiyle uğraşan biliminsanları derler ki, öyle bir kent olmalı ki, yağan yağmurun %75-80’ini toprak almalı, geriye kalan %20-25 mertebesindeki su da akıp normal olarak su kanallarına yönelmeli.

Ama sen her yeri betona dönüştürürsen, o yağacak yağmuru alacak toprak kalmazsa bu sefer betonun üzerinden hızla akan sular en çukur yerlerde birleşecek. Sele dönüşecek. Neticede depreme, sel ve su baskınları da afet olarak ilave oldu!

Bu kadar çok bina yaptınız. Isı adaları oluştu. Kent sıcaklığı gittikçe arttı ve hava kirlendi. Bu kadar çok konut yaptığınız için insanlara İstanbul’a “gel gel” demeye başladınız. Çünkü o kadar konut yaptınız ve bunları satmanız lazım. Oysa İstanbul’un dışında sadece Adapazarı’na yönelik olarak söylediğim gibi fabrikayı Adapazarı ovasına yapıp, orayı konuta döndürmek yerine Anadolu’nun herhangi bir yerinde yapsaydınız çekim merkezi de orası olacaktı. İstanbul’un dışında çekim merkezi oluştursanız bu kadar çok konut yapmaya da gerek kalmaz.

Bu kadar çok insanın İstanbul’a gelmesi havayı da kirletti, iklimi de bozdu. İstanbul’da yapılmış olan kentsel dönüşüm uygulamalarıyla yani insanları zorla evlerinden çıkararak başka yerlere göndermiş olmak İstanbul’da aynı zamanda sosyal ve toplumsal sorunlar ortaya çıkarıyor. Böylece deprem afetinin yanına dört afet daha eklediniz. Hani siz İstanbul’u deprem afetine hazırlıyordunuz? Bugün İstanbul 1999 durumundan daha iyi değil tam tersine beş afetle karşı karşıya.

Yapılar yenilense bile riskler arttı diyorsunuz?
İstanbul’daki yapı stokunun depreme güvenlikli bir hale getirme konusunda deprem bir şans olarak kullanılabilirdi. Çünkü İstanbul’u masaya yatırmak ve yeniden planlamak, beş yıl oturup buna çalışmak lazım demiştim. Yapılmış olan İstanbul deprem master planı bunu gerektiriyordu. 2004 yılında yapılmış olan Deprem Şûrası bunu gerektiriyordu. 2009 yılında yapılan Kentleşme Şûrası bunu gerektiriyordu. İstanbul’u masaya yatıracaksın ve yeniden planlayacaksın. Plana uygun olarak öncelikli bölgelerden başlamak üzere gerek bir kısım yapıları yıkarak gerekse bir kısım yapıları güçlendirerek boş alanlara da dokunmayarak İstanbul’u 20-25 yıl içerisinde yapı ve çevre güvenliği açısından gerçekten yaşanılabilecek bir kent haline getirilebilirdiniz. 99 depremi İstanbul açısından bir şanstı ama bu şans rant çerçevesinde kullanıldığı için var olan yapı stoku güçlendirilip deprem güvenlikli bir hale getirilmedi. Dolayısıyla İstanbul’da insanların evlerinden çıkıp gidebilecekleri boş alan kalmadığı için 5.8 büyüklüğündeki deprem bile korkuya neden oldu. İnsanlar haklı olarak şu soruyu sordu: “Evimden dışarı çıktığımda nereye gideceğim?”

Geçtiğimiz yıl Şubat ayında Kartal’da bir bina çökmüş ve 21 kişi yaşamını yitirmişti. Deprem sonrası kurtarma operasyonlarına hazırlıklı olunması gereken İstanbul gibi bir metropolde kurtarma ve enkaz kaldırma işlemleri günlerce sürmüştü.

Bugün gelmiş olduğumuz nokta iktidarın seçmiş olduğu kalkınma modelinin sonucudur.

Deprem sonrası hiç düşünülmüyor
İlginç bir algı var. Sanki bizler yapılaşmaya, köprü, yol, havaalanı, metro, okul, hastane vb. yapılmasına karşıymışız gibi. Tabi ki hayır! Ama temel öngörü ve temel sorun şuradadır: İhtiyaç temelli olacak çerçevede yani modern bir kent ortaya çıkartmak çerçevesinde bir planlamanın yapılıp titizlikle o planlamanın arkasından gitmek gerekir. Ama ne yazık ki depreme hazırlanmanın ölçülerini bilimsel gereklilikler ışığında ortaya koyan meslek odalarının yapı stokuna müdahale etme sorumlulukları tümüyle ortadan kaldırıldı. Meslek odasıyla meslek insanları arasındaki ilişkiyi koparan bir strateji oluşturuldu. 2018’de uygulanmaya başlanmış olan İmar Barışı ise bunun tuzu biberi oldu. Bakanın ifade ettiği çerçevede yapıların deprem güvenlikleri de dahil olmak üzere barış adı altında af meşru gösterildi. TBMM’de oy birliğiyle alınan bu karar ve o karara parmak kaldıran herkes suçludur, vebal altındadır.

Hatırlanacağı gibi Kartal’da bir yapı kendi kendine yıkıldı. Ambulanslar enkaz alanına iki saate ulaşamadı. 1999’dan bu yana ifade ettiğimiz bir şey var. Depreme hazırlanma, deprem anı ve deprem sonrasını hafifletmek ve rahatlatmayı içerir. Çevre güvenliğini ne kadar sağlıklı bir çerçevede kurgulayıp uygularsanız, deprem anında da o denli hızlı hale gelirsiniz. Kurtarma beceriniz ve şansınız o kadar artar.

Özellikle deprem gibi felakette karşılaşılacak en büyük sorunlardan biri de yangınlar. Şehrin şurasında veya burasında yangınlar çıktığında o yangınlara nasıl müdahale edilecek? Dolayısıyla Kartal’daki yapının enkazı beş günde kaldırıldıysa, İstanbul’da oldukça fazla sayıda yapının enkazı uzun süre kaldırılamayacak ve İstanbul yangına teslim edilecektir.

Envanter çıkarmanın önemi

İmar barışı ile süreç mal sahibinin beyanına bırakıldı ve bu yapılar için deprem güvenliği açısından hiçbir inceleme yapılmadı. Yine de bu yapılarla ilgili elde edilmiş veri nasıl değerlendirilmeli? İmar barışı sürecinde bu yapılarda ayrıca hangi incelemeler yapılsaydı daha sağlıklı bir sonuç sağlanabilirdi? En azından envantere bir katkısı olabilir diyeceğiz ancak bildiğimiz kadarıyla kurumların elinde böyle bir envanter de yok.
Deprem Master planı, 1. Deprem Şûrası gibi çalışmalar bu envanter çalışmalarını önüne almıştı. Mutlaka bu kentin bir envanterinin çıkarılması gerekirdi. Dolayısıyla riski yüksek olan bölgeler ve yapılar öne alınacak ve oralar başta olmak üzere İstanbul rehabilite edilebilecekti.

İnanın, merkezi hükümetin kaynağına bile ihtiyaç duymadan her yıl 1,5-2 milyar dolar ayırarak ve İstanbul’un en riskli bölgelerinden başlayıp 20-25 yıl içerisinde İstanbul belediyesi bile İstanbul’u rehabilite edebilirdi. Ama ne yazık ki sadece rant anlayışı ve inşaat sektöründen elde edilecek gelirler tercih edildi. Ve özellikle TOKİ kanalıyla ele alınan yapılar ön plana çıkarıldı.

Bu perspektifle baktığımızda İmar Barışı’nın bir para toplama aracı olduğunu görürüz. Yapı stokunun güvenliği yapı sahibinin kendisine teslim edildiği bir ülke depreme hazırlanamaz.

Yapı stokuna ilişkin bilgilerin tümü Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerinde var. Oturulsun her ilde birkaç ay o dosyalar çıkarılsın ve bir çalışma yapılsın. Böylelikle kentlerde yapı stokunun envanteri de ortaya çıkarılmış olur. Tabi böyle bir durumda ne yapılması gerekiyor? Tümüyle kaçak olan bir binanın deprem güvenliği olur mu? Olmaz. Dolayısıyla bunun gereğini yerine getireceksin.

Ama kimse bunu tartışmak istemiyor.
Kentlerde bulunan yapıların mülkiyeti kişilere ait olabilir, burada bir sorun yok. Fakat o yapı başka insanlarla birlikte yaşandığı için aynı zamanda kamu malıdır. O yapının herhangi bir afette deprem başta olmak üzere yıkılması sadece o yapının içerisinde oturan aileye zarar vermez. Eğer yapı bir yol üzerindeyse o yolun kapanmasına neden olur. Eğer yapı bir sokaktaysa oraya itfaiye araçlarının girememesine neden olur. Dolayısıyla her yapının bir kamu malı olması gerektiği fikrinden hareketle tümüyle kaçak olan o yapıların yıkılması lazım. Çünkü yarın olabilecek bir afette kamu zararı oluşacak.

Normal bir emekçi vatandaş başını sokabileceği 70-80 metrekarelik bir yer alamazken birileri gidiyor orman alanındaki, su havzasındaki veya herhangi bir yerdeki meraya, hazine arazisine el koyuyor ve hem senin hakkını gasp ediyor hem de bir yapıya sahip oluyor. Güvenlikli bir yapı oluşturmuyor. Bu çerçevede Çevre ve Şehircilik İl Müdürlükleri ve onlardan hareketle belediyeler kendi dosyalarında olan bu yapılar için hiç zaman kaybetmeden harekete geçmeli ve dosyalar taranmalıdır.

Toplanma alanları, en yakınında bulunan binaya o binanın uzunluğunun bir buçuk katı kadar mesafede olmalıdır. Böyle olmalıdır ki, binanın yıkılması durumunda toplanma alanında bulunan insanlar zarar görmesin.

Tümüyle kaçak olan yapılar en riskli yapılardır. Ruhsat alınıp üzerine kaçak yapı eklenen yapılar ikinci derece en riskli yapılardır. Ruhsat almış ama mühendislik hizmeti görmemiş yapılar da üçüncü ve dördüncü derece riskli yapılardır. İşte envanter ortaya çıktı. Yeniden boyutlu bir çalışmaya ihtiyaç yoktur. Var olan çalışmanın değerlendirilmiş olması riskli yapıları ortaya çıkaracaktır. Bizim 99 yılından bu yana yapmış olduğumuz çalışmalarda yapılan sağlıklı değerlendirmenin şu olduğunu düşünüyorum. Depremin gece ve gündüz olmasına ve depremin ivmesine bağlı olarak en az 75 ile 150 bin mertebesinde kaybın ortaya çıkması ciddi olasılık.

Can kaybı?
Evet, can kaybı. 99 depreminde Körfez bölgesinde % 25 mertebesinde yapı devre dışı kaldı. Yapıların % 6’sı yerle bir oldu. % 7’si ağır hasar gördü. % 12’si de orta derecede hazar gördü. Yani % 25 ne demek? Sen orta derece hasar görmüş bir yapıyı güçlendirmeden oturamazsın. O zaman İstanbul’da kafadan % 25 mertebesinde yapı devre dışı kalacaktır. Bunun anlamı ise İstanbul’un nüfusuna oranla en az 2-3 milyon insanın sokakta kalması demektir. % 25 insanı barındıracak, onların sağlık ihtiyaçlarını, yeme-içme ihtiyaçlarını, tuvalet ihtiyaçlarını, su ihtiyaçlarını karşılayacak, ayakta duracaklarına yetecek bile boş alan yok. Kimse birbirini kandırmasın.

Siz 3 milyon deyince dikkatimi çekti. Yeni yapılacak Uydukent’in nüfusunun bu mertebede olması öngörülüyor.
Biz 3 milyon insan evsiz kalacak diyoruz, onlar bir 3 milyon daha taşıyor buraya!

Önceki İçerikOlasılık problemleri
Sonraki İçerikNewton-Hooke çekişmesi ve klasik mekaniğin icadı