Ana Sayfa 193. Sayı Koronavirüs ve psikoloji Tiksinti, belirsizlik ve kontrol

Koronavirüs ve psikoloji
Tiksinti, belirsizlik ve kontrol

681

Koronavirüs salgınıyla ilgili gelişmeleri takip ederken bize ne oluyor? Korkuyoruz. Panik oluyoruz. “Ya bize de bulaşırsa?” diye düşünüyoruz. Tehlikede hissediyoruz. Ne olacağını bilmiyoruz. İşte tüm bu yanıtların bizde yarattığı birtakım haller ve tepkiler var. Bir sırayla anlatacak olursak, şu sırayı gözetebiliriz: Tiksinti, belirsizlik ve kontrolde olma hissi.

Salgın gibi büyük kitleleri etkileyebilme potansiyeli olan durumlar yalnızca doktorlar, hemşireler vb. sağlık çalışanlarının ilgi ve tepki alanında değildir; pek çok disiplin (psikoloji, sosyoloji, politika, ekonomi gibi) salgını ve salgının etkilerini anlayabilme, kullanabilme, yönetebilme amacındadır. Açıkçası, son Koronavirüs (bilimsel adıyla konuşacak olursak 2019-nCoV) salgınıyla birlikte artan maske, dezenfektan, antibakteriyel ürünlerin satışlarını düşününce insanın ne denli pragmatik ve tuhaf bir varlık olduğunu düşünmemek elde değil. Bir yandan çok korkarken bir yandan bu korku sayesinde ürün pazarlayıp para kazanabiliyoruz biz insanlar. Dediğim gibi, tuhaf. Ama bir yandan da bir o kadar insana has, insanî görüyorum bu durumu. İnsanın olduğu yerde muhakkak bir tuhaflık vardır; şu ana kadarki psikoloji eğitimim ve sınırlı deneyimim bana bunu işaret etti. Koronavirüs salgını ile birlikte yine tuhaflıklar vuku buluyor: Haberler salgın ve ölüm sayılarıyla yıkılıyor, maske satışları fırlıyor ve insanlar ortalıkta satın alınacak maske bırakmıyor, kimileri bunu “gavurların başına gelen felaket (/ceza)” olarak görüp normal karşılarken kimileri komplo teorileri üzerinde yoğunlaşıp akılları karıştırıyor, komplo teorilerini savunanlarla tıp alanından biliminsanları karşı karşıya gelip narsisistik bir güç savaşında sözlü kılıçlarını birbirlerine çekiyor ve daha bir sürü şey. Ne oluyor? En nihayetinde kafalar bir hayli karışmış durumda; çünkü duygular karman çorman. Benim bir psikolog olarak yapabildiğim işlerden biri, “duygu ayıklamak”. “Burada ne var, bunun ardında ne var, ardında olanın ardında ne var, peki ya daha da geride hangisi var?” böyle sorular sormaya alışkınım kendi zihnimde düşünürken. Bu sebeple, hâlihazırdaki Koronavirüs salgını ile ilgili gelişmeleri -ben de bir parça kaygıyla- takip ederken bu şekildeki sorularımdan vazgeçmiyorum. Basit bir soru atayım ortaya: Koronavirüs salgınıyla ilgili gelişmeleri takip ederken bize ne oluyor, bu nasıl bir deneyim? Basitçe ilk aklıma gelen yanıtlarla devam ediyorum: Korkuyoruz. Panik oluyoruz. “Ya bize de bulaşırsa?” diye düşünüyoruz. Tehlikede hissediyoruz. Ne olacağını bilmiyoruz. İşte tüm bu cevapların bizde yarattığı birtakım haller ve tepkiler var. Bir sırayla anlatacak ve bağlayacak olursam, şu sırayı gözetmenin en uygunu olacağını düşünüyorum: Tiksinti, belirsizlik ve kontrolde olma hissi.

Tiksinti
Çok az kişi tarafından bilinir ama Darwin biyoloji ve özellikle de evrim ile ilgili çalışmalarının yanı sıra bugün deneysel psikolojinin alanına girebilecek çalışmalar da yürütmüştür. 1872 yılında, The Expression of The Emotions in Man and Animals (İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadeleri) isimli bir çalışma yayınlamıştır. Burada, kültürden bağımsız olarak evrensel nitelikte diyebileceğimiz ve her biri kendine has bir yüz ifadesiyle belirtilen altı tane duygunun olduğundan söz etmiştir. Bu duygular öfke, korku, şaşırma, tiksinti, mutluluk ve üzüntüdür. Bu duygular bizde olduklarına göre, muhakkak bir işlevleri olsa gerek. Biz bu yazıda salgın psikolojisi ile bağlantılı olarak, tiksinti duygusu ve işlevleri üzerine odaklanacağız.

Tiksintinin bedende birçok işleve hizmet ettiği literatürde sıklıkla tartışılmıştır. Saflık durumunu devam ettirmek için tiksinti duygusu esastır. “Bulaşma”nın da yüksek derecede tiksinti ile ilişkili olduğu işaret edilmektedir. Tiksinti, zararlı ve toksik olanı yararlı ve iyicil olandan ayırmak üzere ortaya çıkan bir duygudur. Bedeni bozulmuş, toksik ya da bulaşıcı varlıklardan korumak gibi bir işlevi vardır. Bedenin açıklıkları, onu tehlikeye karşı kırılgan kılar; bu açıklıklar kabaca ikiye ayrılmıştır: Erojen bölgeler ve duyu organları. Cinsel organlar, anüs ve ağız erojen bölgeler tarafındayken gözler, kulaklar ve burun delikleri duyu organ açıklıkları olarak sınıflandırılır (Miller, 2009). Bedenin içine açılan bu açıklıklar, bedeni tehlikeye de açık kıldıkları için devreye ruhsal bir koruma sistemi girer: tiksinti.

Koronavirüs salgını ile birlikte yine tuhaflıklar vuku buluyor: Haberler salgın ve ölüm sayılarıyla yıkılıyor, maske satışları fırlıyor ve insanlar ortalıkta satın alınacak maske bırakmıyor.

Ancak burada bir parantez açmak istiyorum. Bedensel olan ile ruhsal olanı birbirinden keskince ayırmak ne uygundur ne de mümkün. Ruhsallığımızın (benliğimizin, kendiliğimizin de diyebiliriz) kendisi, en başta bedenimize gelen duyular ile inşa edilmiştir. Psikolojide insanın erken dönemlerinin çok önemli olduğu vurgulanır. Hatta bu vurgu öylesine yaygın ki, konuyu iyi bilmeyenlerin ve hâlâ psikolojiye “inanmadığını” söyleyenlerin (sanki inanılacak bir disiplinmiş gibi) dilinde esprilere malzeme bile olmakta: “Çocukluğuma mı ineceksin?”. Bir bebek, annesinden onun bedenine gelen duyumlarla kendiliğini yavaş yavaş geliştirir: annesinin ona dokunması, emzirmesi, sarılması, kucağına alması, altını değiştirmesi, bir şeyler söylemesi… Tüm bu uyaranlar dışarıdaki dünyaya ait iken, bebek bunları bedeni vasıtasıyla deneyimler ve kendi “iç dünyasını” bu deneyimler ile birlikte oluşturmaya başlar. Bu bağlamda beden ve ruh birbirinden ayrılamaz. Sürekli olarak birbirini yaratan, oluşturan, değiştiren ve dönüştüren bir dinamiktir aralarındaki. Zaman zaman bedensel rahatsızlıkların aslında psikolojik olduğunu doktorlardan duyarsınız. “Bu, psikosomatik bir şey. Bir psikoloğa görünün.” der mesela. İşte tam da o şey, beden ve ruhun sürekli olarak etkileşimde olmalarının bir ifadesidir. Kimi zaman ruhun dağılmasını (kaba bir söylemle delirmeyi) engellemek için beden kendisini öne atar; deride alerji olur mesela. Deride meydana gelen bu kabarıklık, ruhun dağılma riskine bir “sınır” koyar; kaldı ki zaten derimiz bizi ve dış dünyayı ayıran sınırın kendisidir. Kimi zamansa ruhsallık, bedeni korumak için duygular öne çıkarır; tiksinme duygusu mesela. Biraz daha ileri gidecek olursak, literatürde bazı araştırmacılar tiksintinin asıl işlevinin yalnızca bedenin sınırlarını korumak değil, kişinin benliğinin de sınırlarını korumak olduğunu ileri sürmüşlerdir. Zira bahsettiğim gibi beden ve ruh durmaksızın etkileşim halindedir. Nasıl ki bedenin bir denge hali varsa, biyolojide buna “homeostazi” denir, ruhun da bir homeostazi durumu vardır. Hem beden hem de ruh, homeostazi durumunu yani dinginliği korumak ister. Ve yine bir tanesinin homeostazisindeki bozulma diğerini de etkiler. Bedendeki homeostazi durumundaki herhangi bir aksama, ruhunkini de etkileyecektir, bu kaçınılmazdır.

Tiksinti, bulaşmaya karşı bir işlev yürütmesinin yanı sıra kendisi de bulaşıcıdır! Bu özelliği ise hayat kurtarıcıdır. Herhangi bir şey, tiksindirici olan bir şeyle temasa geçtiğinde o da tiksindirici hale gelir (Rozin ve Fallon, 1987). Bir adım ötesi, karşımızdakinin yüzünde bir şeye karşı tiksinti ifadesi görüyorsak biz de o şeyden tiksiniriz. Karşımızdakinin yüz ifadesi, bizim için bir uyarı sinyalidir. Tiksinti ifadesi bu sayede o toksik, zararlı, bulaşıcı varlığı görmeseler dahi diğer insanlara da tehlikeyi sezme olanağı verir. Kendisini henüz dil ile ifade edemeyen bir bebek, yüzündeki tiksinti ifadesi ile kendisini besleyen kişiye bozulmuş, ekşimiş bir mamanın uyarısını verebilir. Tüm bunların yanı sıra fizyolojik evrimsel yaklaşım sürüngenler ve yılanlar gibi canlıların neden tiksinti uyandırdıklarını da bu şekilde açıklar. Bedenin dengesine zarar verebilme potansiyeli olan bu canlılar insanlarda tiksinti duygusunu harekete geçirir ve böylece insan kendisini tehlikeden koruyabilir (Menninghaus, 2003).

Darwin, kültürden bağımsız olarak evrensel nitelikte diyebileceğimiz ve her biri kendine has bir yüz ifadesiyle belirtilen altı tane duygunun olduğundan söz etmiştir. Bu duygular öfke, korku, şaşırma, tiksinti, mutluluk ve üzüntüdür.

Salgınlara ve spesifik olarak koronavirüs salgınına gelirsek, bu ara en sık gözlemlediğim şey insanların tiksinti duygularındaki artış oldu. Toplu taşıma araçlarında tutunmak, en tiksindirici şeylerden biri. Aracın kalabalığının etkilediği havayı solumak (ya da havasızlığı solumak diyelim), insanları tiksindiriyor: “Ya hasta olanlar varsa ve bu iğrenç havayı soluyarak bana da hastalık bulaşırsa?” Biri hapşırdığında, insanlar otomatik olarak kafasını öte tarafa çeviriyor tiksinerek. Yukarıda bahsi geçen beden açıklıklarından biri olan burun deliklerini, hapşıran kişinin muhtemel bulaşıcı alanından uzağa doğru bir tarafa yöneltmek aslında yaptığı. İlginç bir şey daha var, o da maske takanlardan tiksinip kaçma davranışı. Maske çoğunlukla kişinin kendisini korumak üzere taktığı bir şeyken maske takmış birini gören insanlar maske takan kişiyi hastalıklı sanıp ondan tiksiniyor. Bir şekilde maske, zihinlerimizde “bulaşmak” ile ilişkili olduğu için ilk çağrışımı ve tepkisi, o uyaranı görür görmez neredeyse fark edemediğimiz bir hızda gelen tiksinti duygusu ve ardından ondan uzaklaşma tepkisi oluyor.

Belirsizlik
Belirsizlik, insanı en çok rahatsız olan durumların başında gelir. Bunun için ayrıntılı literatür araştırması yapmaya gerek yok, bunu insan olarak kendi deneyimimizden bile biliyoruz. Ancak literatürde de bolca çalışılmış, üzerine düşünülmüş bir mesele olduğunu söylemek mümkün. Psikoterapist olarak tecrübemde de insanların bu deneyimde yalnız olmadıklarını görüyorum. Belirsizlik, belirsizliğin içinde kalmak, belirsizlikle başa çıkmaya çalışmak insanı epeyce zorlayan durumlar. En başta, belirsizliği tanımlamak bile çok zor çünkü belirsizliğin tanımı da belirsiz! Bazı araştırmacılar belirsizliği “şüphe etmek ve öngörememek” olarak nitelendirmenin uygun olacağını düşünürken bazıları gelecekte olabilecek olumsuz bir olayı beklerken insanın bulunduğu hal olarak açıklamakta (Küçükkömürler, 2017). Neresinden bakarsanız bakın, belirsizliğin insanın enerjisinin çokça bir kısmını tükettiği açık.

Zihinlerimiz, minimum enerji ile işlevlerine devam etmek üzerine programlı diyebiliriz. Bir şeyin kısa yolu yani daha az enerji ile hallolanı varsa, o yolu tercih ederiz; bu, biyolojik altyapısı olan zihinsel bir kural. Bu nedenle belirsizlikle karşı karşıya kaldığımızda, bizden müthiş bir enerji götürebilecek bu durumu kısa yoldan halletmek isteriz. Belirsizliği azaltmak ve minimuma indirmek, ortak bir motivasyondur. Belirsizlikle ne yapacağımızı bilemeyiz ve ne yapacağını bilememek insana çok çaresiz hissettirebilir. Bu çaresizlik, güçsüz ve aciz hissettirebilir. Güçsüz ve aciz hissetmek de insanı öfkelendirebilir. Nihayetinde belirsizlik ve onun uyandırdığı duygular hiç de iç açıcı değildir. Bundandır ki, belirsizliği yönetmeye eğilimliyizdir. Peki, belirsizliği nasıl yönetiriz? Onunla nasıl başa çıkmaya çalışırız? Bunun farklı yolları var. Birazdan onlardan kısaca söz edeceğim. Ancak tam bu noktada bağlandığımız yer, “kontrolde olma hissi”dir.

Kontrolde olma hissi
Sanıyorum ki insanın tabiatından gelen bir tümgüçlülük hali arzusu mevcuttur. Yeni doğmuş bir insan yavrusu için böyle bir konumda olmak ne güzeldir: Karnınız acıkır yemek gelir, altınıza yaparsınız altınız temizlenir, ağlarsınız ilgilenmek için biri gelir. Sanki “ol dersiniz ve oluverir her şey” bu tecrübede. Ancak büyürken, bu tümgüçlülük halinin bir yanılsama olduğunu yavaş yavaş kavrarsınız. Küçük hayal kırıklıkları yaşarsınız. Artık o ilk zamanlardaki gibi acıktığınızı hissettiğiniz her anda anında meme gelmez, gecikmeler olur. Ağlarsınız ama birilerinin de işleri vardır ve gelmeleri ilk zamana göre biraz gecikebilir. Böyle böyle o tümgüçlülük halimiz silinir ancak arzunun kolay kolay silineceğini pek sanmıyorum. Yetişkin hayatında zaman zaman bu arzunun sızdığı noktaları görmek mümkün. Belirsizlikle karşılaştığımız zamanlar da bunlardan bir tanesi. Ne olup biteceğini kestiremiyorsunuz, bilmiyorsunuz, kontrol sizde değil ve kontrolde hissetmemek sizi çok zorluyor. O zaman ne yapıyorsunuz? Kendinizi kontrolde hissettirecek eylemlere yöneliyorsunuz belirsizlikle başa çıkmak için. Bu eylemlerden bir tanesi, sizi belirsizlikte bırakan şeye karşı bilgi toplamaktır. Ne kadar çok bilirseniz o kadar çok kontrolde hissedersiniz. Bilmek, belirsizliğe hakim olmayı getirecekmiş gibi hissedersiniz. Örneğin koronavirüs salgınında biz insanlar, bizi sıkan ve yoran bir belirsizlik ile karşı karşıyayız. Ne olacak? Daha çok insan ölecek mi? Bu salgın durdurulabilecek mi? Buraya da gelecek mi, bize de bulaşacak mı? Bilmiyoruz. Ama bilmedikçe daha çok bilmek istiyoruz. Koronavirüse dair yazılar okuyoruz, haberleri izliyoruz, onu araştırıyoruz; yani ona dair bilgi topluyoruz ki yanıtını bilemediğimiz esas soruların belirsizliğini virüse ve salgına dair bilgilerimizle örtebilelim.

Toplu taşıma araçlarında tutunmak, en tiksindirici şeylerden biri. Aracın kalabalığının etkilediği havayı solumak, insanları tiksindiriyor: “Ya hasta olanlar varsa ve bu iğrenç havayı soluyarak bana da hastalık bulaşırsa?”

Bilgi toplamaktan sonra bu gibi belirsizlik durumlarında yöneldiğimiz başka başa çıkma yollarından bir tanesi, otoriteye sığınmadır. Küçük çocuklar, anlayamadıkları veya güçlerinin yetmediği sorunlarda yetişkine sığınırlar. Yetişkin, bildiği varsayılandır. Güçlüdür. Problemleri çözebilir. Salgın gibi ciddi bir belirsizlik durumunun yarattığı korku ve acizlik duygusu, bizi çocukça hislerimize ve çocukken izlediğimiz başa çıkma yollarına götürebilir. Korkumuzu teskin edecek ve bildiğine, çözebileceğine inandığımız bir otoriteye sığınmak isteriz. “Devlet bunu çözer.”, “Siyasîler bunun önlemini almışlardır.”, “Bir sürü biliminsanı var onlar buraya kadar ulaşmasına izin vermez.”, “Allah/Tanrı bizim için en doğrusunu bilir, bizi korur.” şeklindeki düşüncelerle kısa süreliğine zihnimizi ferah tutmaya çalışırız. Devlet, siyasîler, biliminsanları, Allah, Tanrı… Tüm bunlar otorite figürlerine karşılık gelir ve kendimizi bu virüsün yayılmasıyla ilgili elimiz kolumuz bağlı hissederken bize nefes alacak bir alan açarlar.

Bir başka başa çıkma yolundan bahsedecek olursak bu da “bize bir şey olmaz” cümlesiyle özetlenebilecek bir zihin durumudur. Bize bir şey olmazcılık belki bir parça o “tümgüçlü hâl”in bir parça da “inkâr” mekanizmasının içine girebilir. İnsan acizlik, tehlikeye açıklık ve kırılganlık hisleri karşısında zorlanabilir. Zira bu hisler ona hiç de “kontrolde” hissettirmez. Kontrol ve güç, birbiriyle ilişkide iki konsepttir. Kontrolde olmak güçlü hissettirebilir. Aciziyet duygusundan insanı uzaklaştırıp yerine güçlü olduğu hissini koyabilir. İnsan, hem güçlüdür hem zayıftır. Zayıf ve aciz hissettiği parçaları da vardır; güçlü ve dayanıklı parçaları da. Tüm bu parçaları kucaklamak her zaman öyle kolay değil; özellikle de belirsizlikle cebelleşirken. Böyle bir durumda yine o bebekken deneyimlediğimiz tümgüçlü hale dönmek isteyebiliriz farkında olmadan, zihnimizin daha derinlerinde. Tehlikeyi inkâr edebilir, görmezden gelebiliriz tam da görmek istemediğimiz için. Tehlikeyi görmek ve varlığını kabul etmek korku, aciziyet, kırılganlık gibi tatsız duygulara temas ettirecektir. Bu temastan kaçarız. Tümgüçlüymüş gibi davranırız, yeteri kadar davranırsak öyle olacağımız illüzyonundayızdır belki de. “Bize bir şey olmaz.”, “Virüs bize bulaşmaz!”. Kaygıdan kaçmak için biz insanların nasıl yollar bulduğunu görmek epey enteresan. Ancak bir noktada da sürekli yüksek bir kaygı düzeyiyle yaşayamayız. Sürekli olarak belirsizliğin yarattığı korku, panik ve kaygı ile yaşamaya devam etmek ve gündelik işlevselliğimizi korumak mümkün değildir. Ancak bir şekilde, bu düzenin içinde yaşamaya devam etmek yani işlevselliğimizi de korumak zorundayızdır. Tam da bu sebepten, bizi kısa süreliğine de olsa gündelik işlerimize odaklanmaya geri döndürebilecek şeylere tutunmaya ihtiyacımız vardır.

Türkiye, belirsizliğe tahammülü düşük bir ülke
Bu yazıyla ilgili okumalar yaparken, Küçükkömürler (2017)’in çalışmasında ilginç bir bilgiye rasgeldim. Toplumların kültürleriyle ilgili olarak belirsizlik ile ilişkilerinin farklılaştığına dair güzel bir değerlendirmeydi. Bu da beni, aslında uzun zamandır düşündüğüm bir meseleyi daha derinlemesine düşünmeye davet etti. O mesele şu ki; bizler psikoterapistler olarak bireylerin çeşitli kişilik yapılanmaları olduğunu düşünüyor ve bununla çalışıyoruz. Her birey kendine özgü, biricik; her bireyin ruhsal yapılanması ötekinden farklı. Dolayısıyla birine iyi gelen, diğerine iyi gelmeyebiliyor. Herkesin stres veren bir durumla başa çıkma yöntemi ve ona verdiği tepkiler farklı. Bireysel düzlemde bunları konuşurken, aslında toplumsal düzeyde toplumların da bir kişilik örgütlenmesi olduğunu söylemek sanırım mümkün. Nasıl ki kişinin ana rahmine düştüğünden itibaren tüm hayat hikâyesi onun kişiliğini inşa ediyorsa, toplumların da bir hikâyesi var ve bu hikâye de onların kişiliğini oluşturuyor. Bunu bir bakıma “kültür” olarak da düşünebiliriz; ancak bahsetmeye çalıştığım kültürün de ötesinde, onu da içine alan, daha geniş, organik ve dinamik bir oluşum. Küçükkömürler’in makalesinde, Hofstede’nin çalışmalarında, belirsizliğe tahammülü düşük olan kültürlerin bununla başa çıkabilmek adına çeşitli inançlar ve kurumlar oluşturdukları belirtilmekte. Türkiye için baktığımızda, Türkiye’nin belirsizliğe tahammül etmekte zorlanan bir yapısı olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda dinî ve kültürel ritüellerin ülkede önemli bir yer tutması (nazar boncuğu, kurşun döktürme vb.), yapılan anayasa değişiklikleri ve kısa süreli çözümlere odaklanmış planlar (örneğin deprem için uzun vadeli ve kalıcı çözümler yerine kısa vadede sorunun üstünü kapatacak çözümleri uygulamaya koymak gibi) Türkiye’nin belirsizliğe tahammülünün düşük bir seviyede olmasıyla ilişkilendirilebilecek aksiyonlardır (Küçükkömürler, 2017).

Belirsizlikle ne yapacağımızı bilemeyiz ve bu insanı çok çaresiz hissettirebilir. Güçsüz ve aciz hissetmek de insanı öfkelendirebilir.

Şimdi bu bakış açısını da hesaba katarak salgın ile ilgili haberleri, yazıları, konuşulanları takip etmek acaba nasıl olur? Haberleri izlerken bir kulağınız da toplumların koronavirüs salgınına dair verdiği tepkilerin nasıl farklılaşabiliyor olduğunu duyarsa nasıl olur? Hatta, bir özdeğerlendirme ile kapanışı yapayım: Benim bu konuda, kendi alanımın sınırları içerisinde, söyleyebileceğim birkaç şeyi yazmaya motive olmam ve bu yazıyı hazırlamam da belki belirsizlikle başa çıkmayı destekleyen yollardan biridir. Keza, dikkatinizi çekip bu yazıyı okumanız da sizin için öyle.

KAYNAKLAR

– https://blogs.scientificamerican.com/

– Küçükkömürler, S. (2017), Belirsizliğin Psikolojik Etkileri, Nesne-Psikoloji Dergisi5(10), 329-344.

– Miller, W. I. (2009), The anatomy of disgust, Retrieved from https://ebookcentral.proquest.com

– Menninghaus, W. (2003), Disgust: theory and history of a strong sensation, Retrieved from https://ebookcentral.proquest.com

– Rozin, P., & Fallon, A. E. (1987). A perspective on disgust. Psychological review94(1), 23.

Önceki İçerikTürkiye’den umut verici örnekler
Öncü deprem ana depremi tahminde kullanılabilir mi?
Sonraki İçerikEvelyne Bloch-Dano’nun Sebzeleri