İçinde yaşadığımız ekolojik ortamda ne değişti de diğer primatların geçemediği bir eşiği geçerek belirli bir beyin büyüklüğünün üzerine çıkabildik ve sonrasında bu farklı ekolojik ortamda yeni bir evrimsel sürece girdik? Bu noktada insanların en özgün niteliklerinden biri olan kültürel evrim ortaya çıkıyor. Yalnızca kendi beynimizi değil, bir grup insanın beynini kullanmak ve bunu sürekli kılmak en önemli özelliğimiz. Dil burada kritik bir yere sahip ama “grup evrimi” de önemli bir rol oynuyor.
Ludwig Maximilians Üniversitesi (LMU Münih) Antropoloji ve İnsan Genomiği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Wolfgang Enard’la dil ve insan beyninin evrimi üzerine bir söyleşi yaptık.
Mantarlardan kuyruksuz maymunlara…
Öncelikle bize akademik geçmişinizden bahseder misiniz? İnsan evrimiyle ne zaman ve nasıl ilgilenmeye başladınız?
Üniversitede moleküler biyoloji öğrenimi gördüm. Bu sırada maya benzeri bir bitki patojeni üzerine çalıştım. Yani 90’lı yılların başında hücre biyolojisi ve klasik klonlama teknikleriyle uğraşıyorduk, bu bakımdan klasik bir moleküler biyoloğum. Aldığım bu ilk öğretim benim üzerimde çok etkiliydi. Bu sırada Münih’teydim ve Svante Paabo’yla burada tanıştım. Kendisi o zamanlar LMU’da profesördü. Daha sonra, o dönem yeni kurulmuş olan Leipzig’deki Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü’nün direktörü oldu ve ben de onun grubuna katılmaya karar verdim. Kendisini önceden tanıyordum fakat hiç birlikte çalışmamıştık. Enstitü yeni kurulduğu için herkes birbiriyle yeni tanışıyordu, dolayısıyla eğlenceli bir ortam vardı. Çok kalabalık da değildik. Böylece enstitüdeki herkesle hızlıca tanışma fırsatım oldu. Tabii yeni bir enstitü olduğu için teknik işlerde bazı aksaklıklar oluyordu fakat zamanla hepsini aştık diyebilirim.
Evrime gelince, her zaman evrimle ilgiliydim. Svante’nin grubu da “moleküler evrim” üzerine çalışıyordu ve ben moleküler biyoloji mezunuydum. Dolayısıyla benim için ideal çalışma alanı buydu. Mantarlarla çalışmayı ne kadar seviyor olsam da insanlar ve şempanzeler arasındaki farkları çalışmaya başladım.
Gerçekten radikal ve cesur bir karar değil mi bu? Mantarlardan kuyruksuz maymunlara, Münih’ten Leipzig’e geçmek…
Aslında daha cesur kararlar da gördüm. Eski Doğu Almanya bölgesi o zamanlar oldukça hareketli olsa da sonuçta hâlâ aynı ülke içerisindeydim. Zaten Leipzig’de çok uzun bir süre kalmadım. O zamanlar fareleri model organizma olarak kullanarak insan evrimi sırasında FOXP2 geninde ortaya çıkan bir mutasyonu inceliyorduk. Bu proje üzerinde çalışmayı çok istiyordum, fakat Max Planck gibi güvenli bir ortamda (finansal anlamda) bu tarz riskli projeleri yapmak mümkün değil. Böyle projeler sırasında başka laboratuar gruplarına veya ülkelere geçmek de mümkün değil tabii. Yine de sonunda Münih’e dönene kadar Leipzig’de kalmaya devam ettim. Bu açıdan klasik bir kariyerim yok. İnsanlar genelde Amerika’daki büyük gruplarda birkaç post-doc (doktora sonrası araştırma) yaptıktan sonra Almanya’ya geri dönüyorlar.
Yani post-doc’luktan grup liderliğine geçiş süreciniz görece hızlıydı diyebilir miyiz?
Aslında doktorada 4 yıl, post-doc ve Münih’e gelene kadar Leipzig’de grup lideri olarak 8-9 yıl harcadım. Kariyer planlamada hiç iyi değilim maalesef…
Yine de şu an her şey yoluna girmiş durumda!
Evet, öyle görünüyor!
FOXP2 geninin etkisi
İnsan evrimi ve FOXP2 geni üzerine çalıştığınızdan bahsettiniz. Bu genin konuşma becerimiz ve dilin evrimi üzerindeki etkisinden söz edebilir misiniz? İnsanlar konuşma becerilerini bu gene mi borçlu?
Tabii. Dediğim gibi insanların yakın kuzenleri olan şempanzeler ve diğer kuyruksuz maymunlardan ne gibi farkları olduğuyla ilgileniyorduk. En bariz farklardan biri konuşma becerimiz ve dil. Burada konuşmak için gerekli olan soyut düşünme gibi yüksek bilişsel becerilerin yanında konuşma becerisinin kendisini de kastediyorum. Elbette bu konuyu incelemek için farklı bilimsel yaklaşımlar kullanılabilir. Örneğin, elinizde belirli bir özellikle (fenotip) ilişkili olduğunu bildiğiniz bir gen varsa -ki bu durumda konuşmayla ilgili bir gen olması gerekiyor- evrimsel süreç içerisinde -bu durumda insan evriminden söz ediyoruz elbette– bu genin nükleotid seviyesinde (sequence level) nasıl değiştiğini inceleyebilirsiniz.
1990’lı yıllarda Prof. Simon Fisher İngiltere’de konuşmayı öğrenmekte sorun yaşayan bir aile tespit etti ve bu hastalığa sahip aile bireylerinin hepsinin FOXP2 geninde bir “farklılık” olduğunu gösterdi. Biz bu geni insan evrimi bağlamında inceledik ve insanın evrimsel sürecinde bir değişikliğe uğrayıp uğramadığına baktık. Bir fenotiple ilişkili olduğu düşünülen bir genin aşağı yukarı ne yaptığını anlamak bile çok zor bir iş. Örneğin, beynimizle ilgili olduğunu düşündüğümüz bir gen, bu etkiyi çok dolaylı bir şekilde yapıyor ve beynin gelişimini doğrudan etkilemiyor olabilir.
Sonuç olarak, FOXP2 geninin bir transkripsiyon faktörünü kodladığını gördük. Transkripsiyon faktörleri bir veya bir grup genin aktivitesini kontrol eden proteinlerdir. Ayrıca bu genin beyinde ifade edildiğini (expressed) bulduk. Bu bulgu, konuşma becerimizin beynimizdeki moleküler mekanizmalarla yakından ilişkili olduğunu göstermiş oldu. Böylece şempanzelerin konuşmasının önünde fiziksel bir bariyer olduğu, fiziksel olarak konuşmalarının mümkün olmadığı yönündeki iddialar bir bakıma yanlışlandı. Esas engel, sesi üreten gırtlak (larinks) ve dildeki kasları kontrol eden nöral mekanizmalardaki eksiklik.
FOXP2 -pek çok gen gibi- yalnızca tek bir organda (beyinde) değil, vücudumuzun birçok yerinde farklı oranlarda ifade ediliyor. Buradaki en önemli bulgumuz ise şu: FOXP2 geninin, fare ve şempanzedeki “versiyonları” arasında yalnızca 1 amino asit fark var. Şempanze ve insan versiyonları arasındaysa 2 amino asit fark var. Fareler ve şempanzeler arasındaki “evrimsel mesafe”, insan ve şempanze arasındakinden çok daha büyük elbette. Şempanzelerle ortak atamız yaklaşık 6 milyon yıl önce hayattaydı ve insan-şempanze ayrımından sonra bu gen üzerinde 2 amino asit değişikliği daha meydana geldi. Tabii ki yalnızca bu iki amino asit değişikliğinin bize konuşma becerisini kazandırdığını söylemek mümkün değil, fakat bir şekilde bu sürece katkı sağladıkları söylenebilir. Uzun bir süre az bir değişim gösteren bu gende, insan-şempanze ayrımından sonraki görece kısa zamanda beklediğimizden fazla değişiklik görmek ve aynı zamanda bu genin konuşma bozukluklarıyla ilişkili olduğunu bilmek, bu geni daha da ilgi çekici yapıyor.
Şimdiki soru ise şu: Bu iki amino asit değişikliğinin, bir memeli vücudunda konuşmayı etkileyecek -potansiyel olarak konuşmayı mümkün kılacak- ne yaptığını/neyi değiştirdiğini nasıl test edebiliriz? Bu soruya yanıt aramanın tek yolu model organizma olarak fareleri kullanmak. Elbette bu fenotipi farelerde çalışmak çokça kısıtlamaya sahip, çünkü fareler fizyolojik olarak şempanzelerden ve insanlardan çok farklı, mesela konuşamıyorlar! Yine de fare modelleri çok kötü olmayabilir. Örneğin fareler Alzheimer olmamalarına rağmen Alzheimer deneylerinde de kullanılıyor ve iyi sonuçlar verebiliyorlar. Dolayısıyla elimizdeki imkân şimdilik bu.
Organizma karmaşıklaştıkça sorular zorlaşıyor
Yeni gelişmekte olan organoid araştırmaları daha güçlü ve “insansı” bir model sunuyor mu peki?
İnsan evrimi konusunda çıkarımlarda bulunmaya çalışmak, elimizdeki verilerle insanlık tarihini yeniden canlandırmaya çalışmaya benziyor. Tarih bilimi yazılara ve arkeolojik bulgulara yaslanarak belli dönemleri inceleyip akla yatkın hikâyeler ortaya çıkarabiliyor. Bazense ellerinde yeterli veri olmadığı için tarihin bir dönemi karanlık kalıyor ve ne olduğunu bilmiyoruz. Aynı durum insanın evrimsel tarihi ve hangi genlerin hangi özellikleri ortaya çıkardığını araştırırken de geçerli. Üzerinde çalıştığımız organizmaya dair elimizde yeterli veri olduğunda akla yatkın bir hikâye oluşturabiliyoruz. Organizma karmaşıklaştıkça, sorular da zorlaşıyor. Sonuç olarak, elimizde bir zaman makinesi olmadıkça geçmişle ilgili soruları tam olarak yanıtlamak veya yanıtlarımızdan emin olmak mümkün değil. Aynı kural geçmişle alakalı bütün sorular için geçerli, tek yapabildiğimiz mantıklı hikâyeler ortaya atmak. Organizmaya dair bilgimiz ne kadar fazlaysa hikâyemizden o kadar emin olabiliyoruz. Örneğin, hangi hayvanın hangi renkleri gördüğünü gözlerindeki proteinlerin hangi ışık spektrumunu absorbe edebildiğini inceleyerek anlamaya çalışabiliriz. Bu bize çok güçlü bir hikâye verecektir, çünkü bir rengi görebilme kapasitesiyle gözdeki proteinlerin absorbe ettikleri ışık spektrumu arasında çok güçlü bir bağlantı var. Konuşma gibi oldukça karmaşık ve nasıl işlediğini tam olarak bilmediğimiz bir mekanizma için ise böyle güçlü bir hikâye üretmek mümkün değil. Soruya dönersek, organoidler hücrelerin insan biyolojisi bağlamında nasıl davrandığını, geliştiğini ve dönüştüğünü araştırmamızı kolaylaştıran çok güçlü araçlar. Elbette canlıları daha iyi anlamamıza yardım edecektir, fakat hiçbir zaman bir şeyleri ispatlamamızı sağlamayacaklar. Organoid çalışmalarının ne gibi sınırları/kısıtları olduğunu da henüz tam olarak bilemiyoruz.
Neandertaller konuşabiliyor muydu?
Denisova ve Neandertal genomlarında da FOXP2 geni var mı? Eğer varsa, bu insanlar da konuşabiliyor muydu?
Maalesef Denisova insanlarının ve Neandertallerin konuşup konuşamadığını bilemiyoruz. Bulunan kemik kalıntılarına bakarak konuşuyor olabileceklerine dair yorumlar yapılmıştı, fakat bu ispatlanamadı. Kısacası konuşup konuşamadıklarını bilmiyoruz. Bununla birlikte FOXP2’nin konuşma becerimize -eğer sağlıyorsa- nasıl bir katkı sağladığını da bilmiyoruz. Elbette FOXP2’nin konuşmamıza katkı sağlayan tek gen olması da imkânsız. Yalnızca 2 amino asidin değişmesiyle konuşma becerisi kazanmış olmamız mümkün değil. Bu bir Range Rover’ı, hızlı bir yarış arabasına dönüştürmek istediğinizde başınıza geleceklere benziyor. Bunu yapabilmek için bütün sistemi değiştirmeli, yeni duruma adapte etmelisiniz. Yalnızca motoru değiştirerek bir arabayı başka bir arabaya dönüştüremeyiz: Arabanın diğer parçalarını da uyarlamak, sonuç olarak bütün sistemi değiştirmek gerekiyor. Konunun felsefi yanı oldukça karmaşık ve neyin önemli olduğuna karar vermek oldukça zor.
Benzer şekilde, Neandertallerin konuşup konuşamadığını anlamamız da çok zor. Neandertal genomu hakkındaki bilgilerimizin sınırlı olması işi daha da zorlaştırıyor. Bununla birlikte, FOXP2’nin insandaki versiyonun aynısının Neandertallerde de olduğunu biliyoruz. Yani sözünü ettiğim 2 amino asitlik fark Neandertallerde de var. Fakat konuşup konuşmadıklarını bilmediğimiz için bu durumun ne ifade ettiği hakkında bir çıkarım yapamıyoruz. Elimizde Denisova ve Neandertal insanlarının genom verilerinin kısmen de olsa bulunması ümit verici, fakat bahsettiğim tarzda güçlü açıklamalar elde etmemiz için yeterli değil. Yine de bir gün insanın evrimsel tarihinin bazı dönemlerini daha iyi anlamamızın mümkün olacağına inanıyorum. Bunun için farklı model organizmaları kullanmak, organoid gibi sistemleri geliştirmek ve beynin nasıl çalıştığını daha iyi anlamak gerekecek.
Özelliklerimizi evrimle kazandık
Tabii ki her zaman belirli kısıtlar olacak, fakat insanın evrimsel tarihini bir gün daha iyi anlayacağız, sonuçta işin içinde bir mucize yok. Elbette “özel” bir tür olduğumuz doğru, fakat bu noktaya tıpkı diğer türler gibi bir evrimsel sürecin sonucunda ulaştığımız çok açık. Konuşma becerimizin ve dilin ortaya çıkması için de aynı şeyler geçerli. İşin içinde anlaşılması imkânsız mucizeler yok. Sonuç olarak ortaya çıkan tür diğer türlerden farklı olabilir, fakat bu sahip olduğumuz tüm özellikleri temel evrimsel mekanizmaların işlemesi sonucu elde ettiğimiz gerçeğini değiştirmiyor.
İnsana özgü fenotiplerin maddi kökenlerini bulmak ve anlamak gerçekten önemli. Aksi halde gerçekten de işin içinde mucizeler olduğunu düşünmeye çok eğilimliyiz…
Evet, tabii ki bu durum insan psikolojisi, tarihimiz ve dinlerle de ilişkili. İnsanlar kendilerinin özel olduğunu düşünmeye çok yatkınlar. Üstelik bu durum sadece insan türünün üstün olduğunu düşünmekle sınırlı değil. Belli insan grupları da kendilerini üstün sayabiliyor, tarih bu tür örneklerle dolu. İki durum da aynı psikolojik temellere dayanıyor olmalı. Bu tarz eğilimlerimizin olması tarihi gerçek şekliyle anlamamızı da zorlaştırıyor elbette.
Nasıl daha büyük bir beyin kapasitesine sahip olduk?
FOXP2 ve dilin evrimiyle ilgili araştırmalarınıza ek olarak, beyin evrimini daha geniş bir perspektifle de inceliyorsunuz. İnsan beyni ve kuyruksuz maymunların beyinleri arasındaki temel farklar nelerdir? İnsanın bilişsel kapasitesinin moleküler ve nöral temellerini biliyor muyuz?
Bu soruyu bir hücre biyoloğuna sorarsan, insan beynindeki “öncül hücrelerin” (precursor cells) daha uzun süre, daha hızlı ve diğer türlerden farklı bir şekilde çoğaldığını (proliferate) ve sonuç olarak daha büyük bir beyne sahip olduğumuzu söyleyecektir. Gerçekten de beyin hücrelerimizin nasıl çoğalacağını kontrol eden genetik değişikliklere sahibiz ve bu sayede beynimiz daha büyük. Diğer taraftan büyük bir beyne sahip olmak, ihtiyacımız olan enerjinin artması bakımından oldukça maliyetli bir özellik. Yine de neden sadece insanların böyle büyük beyinlere sahip olduğu sorusu kritik. Bazı hücre biyologları, bir mühendis mantığıyla düşünerek “Neden diğer türler de büyük bir beyne sahip olmayı akıl edemedi?” sorusunu soruyorlar. Bu akıl yürütmenin hatalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü evrimsel süreçte beyin boyutları sürekli değişiyor ve çeşitlilik gösteriyor. Sorulması gereken soru daha basit: “Neden bu kadar büyük bir beyin kapasitesine sahip başka türler yok?” Bu sorunun cevaplanabilmesi için bizlerin büyük beyinlere sahip olmamıza yol açan ekolojik koşulların ve evrimsel ekolojik nedenlerin incelenmesi gerekiyor.
Büyük bir beyne sahip olmak gerçekten de birçok tür için birçok sorunu çözebilir, fakat dediğim gibi bu çok maliyetli bir özellik! Üstelik sorun sadece büyük bir beynin gelişmesi için harcanan uzun süre ve bol enerji değil, aynı zamanda bunun bakımı için gereken enerji. Büyük ve güçlü kaslara sahip olmaktan farklı bir durumdan söz ediyoruz. Eğer uzun süre aç kalırsanız, kaslarınızı yakarak hayatta kalabilirsiniz, bu beyin için geçerli değil. Yani türümüz bir şekilde böylesine büyük beyinlere sürekli olarak bol enerji sağlayabilecek hale geldi. Bu kez de bu kadar enerjiyi nasıl elde edebildiğimiz sorusu ortaya çıkıyor. Nasıl bu kadar “pahalı” bir fenotipi elde edebildik? İçinde yaşadığımız ekolojik ortamda ne değişti de örneğin diğer primatların kıramadığı bu “cam tavanı” kırarak belirli bir beyin büyüklüğü eşiğinin üzerine çıkabildik ve sonrasında bu farklı ekolojik ortamda yeni bir evrimsel sürece girdik? Bu noktada insanların en özgün niteliklerinden biri olan kültürel evrim de ortaya çıkıyor. Yalnızca kendi beynimizi değil, bir grup insanın beynini kullanmak ve bunu sürekli kılmak en önemli özelliğimiz. Dil burada kritik bir yere sahip ama “grup evrimi” de önemli bir rol oynuyor. Burada olan şey her ne olursa olsun, asıl soru bu özelliğin canlılar arasında neden daha sık ortaya çıkmadığı. Primatların canlılık sahnesine görece yakın zamanda ortaya çıkmış olmalarının burada etkili olduğunu düşünüyorum. Buna ek olarak gereken ekolojik koşulların ortaya çıkması ve beyin evrimi için gereken -ve belli ki nadiren sağlanabilen- koşulların tamamının kesişmesi de zaman almış olabilir. Koşullar sağlandıktan sonra da şu an içinde olduğumuz büyük Antroposen karmaşası ortaya çıkıyor zaten.
Kısacası, muhtemelen 2-3 milyon yıl önce içine girdiğimiz ekolojik koşullar kültürel olarak evrilmemize ve gittikçe daha büyük beyinlere sahip olmamıza olanak sağladı. Büyük beyinlerimiz bize daha iyi beslenme becerisi sağladı ve böylece beynimizin daha da büyümesi mümkün oldu. Türümüz bu şekilde diğer birçok türden farklı bir karakteristik kazandı. Karıncaların tekil böceklerken -bireysel rekabeti aşıp- tek bir süper organizma gibi davranmaya başlamalarına benzeyen bir durum.
Bu anlamıyla her tür “özeldir” diyebilir miyiz? Sonuçta her tür çevresel koşullara kendine özgü bir biçimde adapte oluyor.
Evet, kendisini özel olarak tanımlayan bir türün objektif olduğu söylenemez. Eğer Antroposen tanımını ciddiye alıp incelersek, insanların gerçekten de ekolojik nedenlerle özel bir tür olduğu iddia edilebilir. Son birkaç yüzyılda çevre üzerindeki etkimiz inanılmaz bir boyuta ulaştı. Eğer iki yüz bin yıl öncesinin dünyasına baksaydık, muhtemelen insanların çok da özel bir tür olduğunu düşünmezdik. Kültürel evrim ve kümülatif olarak artan birikimimiz bizi bu noktaya getirdi.
Kısacası, daha büyük beyinlere sahip olmamızı sağlayan genetik altyapıya uzun süredir sahip olduğumuzu düşünüyorum. Evrimsel süreçte esas sınırlayıcı faktör genetik özelliklerimiz değil, içinde bulunduğumuz ekolojik koşullardı. Bu koşullar sağlandıktan sonra kültürel evrim başladı ve bugünkü halimize geldik. Bu durum kooperasyon yeteneğimizle de yakından ilgili. Özellikle insan gelişiminin erken dönemlerinde, beynimizi beslemenin çok zor olduğunu gösteren birçok araştırma var. Zor ekolojik koşullar altında çocuklarını büyütmeye çalışan ebeveynlerin mutlaka bir insan grubundan yardım almaları gerekiyor. “Kooperatif eşleşme” (cooperative mating) olarak da tarif edilen bu durum, beynimizin büyümesine olanak sağlayan ekolojik değişimlerden biri olabilir.
Evrimin yönsüz bir süreç olduğu gerçeğini sindirmek zor
İnsan beyninin evrimine ilişkin bu ufuk açıcı bilgiler için çok teşekkürler! Son olarak, Almanya’da ve Avrupa’da evrim öğretiminin durumuna dair ne düşündüğünüzü sormak istiyorum. Sizce durum iyi mi?
Evrim fikri çok uzun süredir var olsa da Darwin’in ortaya çıkması çok uzun zaman aldı. Evrim fikri birçok insan için kolay anlaşılabilir ve sezgisel olarak kolayca kabul edilebilir bir şeydi, çünkü insana doğru ilerleyen bir süreci ifade ediyordu! Burada yine aynı “mühendis zihniyetinin” etkisi var. Evrim de tıpkı Edison’un lambayı bulması ve ardından bunun geliştirilerek gittikçe daha iyi versiyonlarının yapılması süreci gibi düşünülüyordu. Artık çok net olarak biliyoruz ki, evrim böyle işlemiyor! İnsanların Darwin’e kızmalarının sebebi de tam olarak bu: evrimin rasgele mutasyonlara ve seçilim mekanizmasına dayalı olması. Bu insan psikolojisini alt üst eden bir bulgu, çünkü her zaman güvende ve özel hissetmeye muhtacız. Çocukluktan itibaren böyle yetiştiriliyoruz. Dinler de güvende hissetme, her şeyin iyi olacağına inanma ve bizi izleyen -tıpkı ebeveynlerimiz gibi- birilerinin olduğunu düşünme ihtiyacımız üzerine kurulu. Bu doğal bir ihtiyaç sayılabilir, fakat Darwin’in de farkında olduğu üzere evrim bu tip inançları geçersiz kıldı. Bizi gözeten hiç kimse yok, sadece rasgele mutasyonlar ve seçilim var. Elbette bunu kabullenmek, bizi gözeten bir tanrının olduğu, güvenli, her şeyin sonunda tatlıya bağlanacağı bir senaryoya inanmaya göre psikolojik olarak çok daha zor. Evrenin boşluğunda yalnız olduğumuz fikri gerçekten ürpertici.
Evrim araştırmaları, evrimin bir yönü olmadığını öğrenmemizi de sağladı. Yani Edison’un ampulünün geliştirilmesiyle bizim evrimsel sürecimizin pek bir benzerliği yok. Evrimin özünde bu fikir var ve bu açıdan benzer mekanizmaları anlamak için yararlı bir model. Örneğin bir uçağın nasıl bu kadar karmaşık bir sistem haline geldiğini anlamak istiyorsanız, onun tarihsel gelişim sürecini incelemelisiniz. Toplum, evrimin bu güncel halini hâlâ tam olarak kabullenebilmiş değil, çünkü bu haliyle sezgisel olarak kabul edilesi bir fikir olmaktan çıktı.
Evrim mekanizmalarına bakarak tarihe, teknolojiye ve dilin değişimine dair yararlı çıkarımlarda bulunulabilir. Fakat burada dikkatli olmak gerekiyor, bu alanların biyolojik evrime benzeyen ve benzemeyen yanlarını iyi tespit etmek gerek.
Kısacası, insan psikolojisinin bir yönü ve hedefi olan bir değişim süreciyle sorunu yok. Fakat evrim böyle bir şey değil. Din ve evrimin örtüşmediği yer de tam olarak burası. Diğer taraftan bu iki olguyu ayırmak da bir seçenek. Bazı insanlar delirmemek için dine sarılabilir ve bu o kadar kötü bir şey olmayabilir. Bu açıdan din ve evrim arasında bir rekabet olduğunu düşünmüyorum. Düzeltilmesi gereken asıl yanılgının evrimin hedefi olan bir süreç olarak biliniyor olması. Bunun dışında kimin neye inandığının pek bir önemi yok – bence maalesef bizi gözeten bir tanrı yok, bunu kabullenmek gerçekten zor ama yapabileceğimiz bir şey yok, gerçek bu. Sindirmesi zor bir gerçek. Bilimin şimdiki kadar yetkin olmadığı dönemlerde de insan psikolojisi etrafındakileri açıklama ihtiyacı duyuyordu. Şimşek çaktığı zaman bunu yapan birinin, yani bir tanrının olduğunu düşünmek içgüdüsel bir tepki. Yani etrafımızdaki olayları çok uzun bir süre dinlerle açıkladık ve bu psikolojik bir ihtiyaçtı. Aynı zamanda birlikte yaşama kurallarımızı, birbirimize nasıl davranmamız gerektiğini de uzun süre dinler belirledi ve insanlara güvenli bir ortamda yaşıyor olma duygusunu sağladı. Bilimin başardığı ve dini mağlup ettiği en önemli alan dünyada olup bitenleri mantıksal olarak açıklamak. Fakat mutlu, güvende ve psikolojik olarak stabil hissetme ihtiyaçlarımız hâlâ oldukları yerde duruyorlar ve bilimin bunları çözmesi söz konusu değil. Örneğin benim bir grup içerisinde rahat hissetme ihtiyacım hiçbir zaman bilim tarafından çözülmeyecek. Burada dine veya din gibi “sosyal aktivitelere” olan ihtiyacımız tekrar gündeme geliyor. Dinin artık yenildiği alanlarda konuşmak yerine nasıl birlikte yaşayabileceğimiz veya bizi bir arada tutan ritüeller hakkında kafa yorması gerektiğini düşünüyorum. Bu alanlarda bilimle din arasında bir rekabet olduğunu düşünmüyorum.
Evrimin müfredattan çıkarılması topluma büyük zarar verir
Türkiye’de son zamanlarda artan evrim yasaklarını nasıl yorumlarsınız?
İnsanların evrim fikrinden neden korktuklarını anlayabiliyorum, fakat evrim insanların ahlak anlayışı konusunda hiçbir şey söylemiyor. Sosyal ve kültürel meseleleri çözmek için din kendi çözümlerini önerebilir ve bu evrimle tamamen alakasız bir alan. Dolayısıyla insanların ahlak anlayışlarını umursamayan bilimsel bir teoriyi yasaklamaları sadece gülünç. Aynı şekilde evrimin Türkiye’de müfredattan çıkarılması da değiştirilemeyecek bir gerçeği sansürlemekten ibaret. Bu Türkiye toplumu için büyük bir tehdit, çünkü evrimi yasaklamak “biyolojinin teorisini” ve bilimsel düşünceyi de yasaklamak anlamına geliyor. Bu aynı zamanda insanların ne düşüneceklerine karar vermek! Maalesef hiyerarşik ve otoriter toplumlarda insanların beyin gücü kullanılmıyor, bunun yerine iktidarlar toplumdaki herkesin beynini birbirleriyle “korele ediyor”. Eğer insanlara ne düşünmeleri gerektiğini söyleyip durursanız, beyinlerini kullanmalarına engel olursunuz. Bu da sonuç olarak yine sizin kaybetmenize neden olur, çünkü bu göze alınabilecek bir kısıtlama değil. Bütün liderlerin psikolojik olarak kendilerini toplumun geri kalanından daha zeki sanma eğilimleri var, açık ki bu insan beyninin içine düştüğü bir diğer illüzyon. Elbette kendilerini öyle sansalar da daha zeki değiller. Dolayısıyla otokratik toplumlar uzun vadede büyük sorunlar yaşamaya mahkûm, çünkü beyin gücünü yeterli bir seviyede kullanamıyorlar. Türkiye’de evrimin müfredattan çıkarılması da aynı psikolojinin bir ürünü ve Türkler için büyük bir tehdit.
Söyleşi için teşekkürler! Türkiye’deki gençler ve biliminsanı adayları için bir öneriniz var mı?
Mümkün olduğunca bilimi takip etmeye, toplumsal sistemin, öğretmenlerinin, profesörlerinin onlara empoze ettiklerinden etkilenmemeye çalışsınlar. Mümkün olduğunca kendi beyninizi kullanın! Sonuçta yaratıcı fikirler sadece bu şekilde ortaya çıkabilir. Neyse ki artık internet üzerinden birçok kaynağa ulaşmak mümkün. İlginizi çeken konularla ilgili dünyanın önde gelen biliminsanlarının neler söylediğini kolaylıkla okuyabilir veya dinleyebilirsiniz. Bunun yetmediği noktada öğretmenleriniz, profesörleriniz ve arkadaşlarınızla tartışın ve mümkün olduğunca kendi beyninizi kullanmaya çalışın. Yalnızca size verilen görevleri yapmak yerine kendi fikirlerinizi üretmeniz ve kendi düşüncelerinizi üretip paylaşmanız verebileceğim en iyi tavsiye olacaktır, sonuçta bilim böyle yapılıyor ve eğlenceli olan da bu!