İnsanların kendi aralarındaki ilişkilere bir düzen getirmek için oluşturdukları yasalar var. Bu yasalar kafaya göre oluşturulmuyor. Bu oluşumun bir bilimi var; ona (tarihi de kapsayacak biçimde) toplumbilim diyoruz; süreci biraz daha genişletirsek antropoloji diyoruz. Bu bilim disiplinleri çerçevesinde insan-insan ilişkilerini bilimsel yöntemin ışığında çözümlemeye çalışıyoruz. İnsan topluluklarının dönüşümünün ve gelişiminin insan iradesinden bağımsız nesnel yasalarını bulmaya çalışıyoruz. Bu alandaki bilimsel devrim, Marx’ın toplum kuramı ile gerçekleşmiştir. Marx, ilk kez sistematik biçimde, insan topluluklarının dönüşümünün nesnel yasalarını oluşturmaya çalışmıştır. Bu anlamda Marx’a “toplumbiliminin Kopernik’i” de denilebilir.
Ama insan-insan ilişkileri belirli bir sahnede gerçekleşir. İnsan bir canlı türüdür. Dolayısıyla bütün yapıp ettikleri canlılar âlemi içi ilişkilerin çerçevesinde gerçekleşir; o âlemin bir alt başlığıdır insan-insan ilişkileri. Son tahlilde insanın dönüşümü canlıların dönüşümünün bir parçasıdır. Canlıların dönüşümünü inceleyen bilime de canlılık bilimi, yani biyoloji diyoruz. Bir canlı türü olarak insan bu çerçeveyi aşamaz; onun dışına çıkamaz. Toplumbiliminin yasaları biyolojik yasalara tabidir; bu yasaları umursamayan bir toplumbilim olamaz. Hiçbir toplum yasası, biyolojik evrim yasalarına çalım atamaz. Evrim yasalarına uyum sağlamak zorundadır, çünkü o çerçevede (o çerçevenin kapsadığı alanın bir parçası olarak) işlemektedir. Elbette kendi özgül alanı ve kendine özgü yasaları vardır ama o alan ve yasaları biyolojik yasaların (başta evrim kuramının) belirlediği sahnede oluşmaktadır. Örneğin şu sıralarda meşgul olduğumuz koronavirüs salgını… Virüs ve salgın evrim kuramına tabidir, bizim toplumsal yasalarımıza değil. Virüs bizim yasalarımıza uymayacak, biz onun tabi olduğu yasalara uyacağız. Virüs bizi anlamayacak, biz onu anlamaya çalışacağız. Kısacası, toplum yasaları en genelde biyolojik yasalar ile sınırlanmıştır.
Öte yandan canlılık biliminin yasaları da çok daha genel doğa yasalarının bir alt başlığıdır. Canlılık dediğimiz olgu da belli bir sahnede gerçekleşir. Şimdilik gezegenimizin, eğer Dünya dışı farklı canlılar ile karşılaşırsak evrenimizin küçük bir parçasıdır canlılık olgusu. Dolayısıyla biyolojik yasalar, gezegenimizin ve evrenimizin değişim ve dönüşümünü belirleyen yasalara tabidir. Canlılık bilimi (biyoloji), fiziğin, kimyanın, astronominin, jeolojinin yasalarının belirlediği sahnede geçerlidir ancak. Kendi özgül alanı elbette vardır, ama o sahnenin dışına çıkamaz, o sahnenin dışında bir anlamı yoktur. Biyolojinin yasaları, fiziğin, kimyanın, astronominin, jeolojinin yasalarına çalım atamaz.
Buraya kadar yazdıklarımız malumun ilanı gibi görülebilir, ama bilimsel devrimin bir özetidir aslında. Bilim dediğimiz etkinlik, insanlar olarak neye tabi olduğumuzu, neye bağımlı olduğumuzu anlama ve kavrama çabasıdır. Zorunluluklarımızı keşfederiz bilim devrimleriyle; ama bu aynı zamanda özgürlüğümüzün de keşfi anlamına gelir. Tabi olduğumuz doğa yasalarını keşfettiğimiz düzeyde özgürleşiriz. Özgürlük, zorunluluğun keşfidir bu anlamda.
Hiçbir şey doğaüstü değildir. Hiçbir şey fizikötesi değildir.
Doğa ile uyuma, evren ile uyuma zorunluyuz. Bunun ilk adımı insan-insan uyumunu sağlamaktan geçiyor.