Geçtikten sonra “o kendini biliyor” diyerek anacağım senenin ortasındayız. Dört koldan yükselen “evde kalın” telkinlerine karışan suçluluk duygumu bastırmak gibi bir niyetim yok neyse ki. Hatta onu bağrıma basıyorum. Tanıdık geliyor çünkü… 2013 yılının haziran ayını hatırlamamı sağlıyor ve açık yüreklilikle söyleyebilirim ki melankolik bir anmadan bahsetmiyorum: Gazeteci Johann Hari’nin Kaybolan Bağlar’ı tam yedi yıl evvel yaşadığım günlere yeni anlamlar yükleme fırsatı verdi bana. Belki sonda söylemem gerekeni başta söylemiş oluyorum böylece.
Hari depresyondan mustarip bir gazeteci. Uzun yıllar bununla mücadele etmiş. Burada özellikle “tedavi görmüş” dememeyi tercih ediyorum çünkü kitap tam da böyle bir yerden yaklaşıyor depresyon ve kaygının nedenlerine. Depresyon ve kaygının ne olduğu konusunda sistematik olarak yanlış bilgilendirildiğimiz iddiasını oya gibi işliyor deyim yerindeyse. Kaynakça yazarın kişisel deneyiminin mesleki maharetini gölgelemesine izin vermediğini kanıtlar biçimde zengin. Kimi son notlarda o konuya ilişkin gelişmeleri aktarırken kendi yaşadığı değişimleri de dürüstçe anlatmaktan çekinmiyor, ben o notları “gazeteci refleksi olarak haber takibi” gibi gördüm. Okurlarından atıfta bulunduğu bilimsel çalışmaları incelemelerini, “kanıtları tekmelemelerini” özellikle talep ediyor Hari, böylelikle depresyonla ilgili seneler içinde inanmayı seçtiği hikâyenin aslına yaptığı yolculuğun haritasını okurla paylaşıyor.
İlk antidepresanını aldığı 18 yaşına dek depresyonunu “tamamen kafasının içinde” bir zayıflık olarak görmüş. Sonraki on üç yılda ise depresyonunun yine tamamen kafasının içinde fakat beyindeki bir arızadan kaynaklandığına inanmış. Yazar kendi yaşantısında depresyon hakkında bu iki hikâyeye inandığını ve zaman içerisinde bu iki hikâyenin de doğru olmadığını öğrendiğini söylüyor. Depresyon ve kaygının yükselişinin ardında yatanın etrafımızdaki dünyanın ve o dünyada nasıl yaşadığımızın yattığını keşfetmesi farklı bir düşünme şekli geliştirmesi ile mümkün olmuş, Hari bunu zorlu bir yolculuk olarak tanımlıyor.
Öğrendiklerinden sonra ilk antidepresan hapını yutmak üzere olan gençliğine seslenerek okuruyla “bağ kurmayı” başarıyor:
“Toplum diye bir şey olmadığını düşünen bir dünyada, depresyon ve kaygının toplumsal nedenleri olduğu fikri kulağa anlaşılmaz gelecektir. (…) Ama öyle değilmiş gibi yapsak da, hâlâ bir toplum içinde yaşıyoruz anlaşılan. Bağ kurma özlemi hiçbir yere gitmiyor. O yüzden, derdim genç halime, depresyon ve kaygını bir tür delilik gibi görmek yerine, bu üzüntüdeki aklıselimi görmen gerekiyor.
Bugün artık bu seslenişten payıma düşeni aldığımı hissediyorum. Otuz yaşıma birkaç ay kalmıştı, Haziran’ın kapısındaydık. Tüm örgütsüzlüğümle otelin önünde bulmuştum kendimi, kimse çağırmamıştı. Sendikanın meydanda açıklama yapacağını duydum çevredekilerden, parkın içindeki çay bahçesinde oturdum bir süre, örgütlenmişiz meğer “bir tost ve bir çay” ile… Yürüdüm meydana, beklemeye koyulmuştu(k)m. Orantısız kötülükle orada tanıştım. Otelin yanından inen yokuştaki hamburgeciye sığındı(k)m. Bir saat kadar bekledikten sonra çıktım, eve dönebildim. O gün yaşadığım korkuyu ve ona rağmen orada hiç tanımadığım insanlarla beraber bulunmaktan duyduğum gururu ömrümce unutmayacağım. Sonraki günler hepimizin malumu. Bu kitap o günleri gözden geçirmem gerektiğini fısıldadı bana. “Bu Şehri Biz Kurduk”la başlayan ikinci bölüm kendimle ilgili çok önemli olduğunu şimdi anladığım şeyleri gün yüzüne çıkarmamı sağladı. Gezi’den sonra uzunca bir süre akşam haberlerinden sonra ağladığımı hatırlıyorum. Şimdi üzüntümdeki aklıselimi görüyorum. Depresyonda mıydım, bilmiyorum ama Gezi’nin bana bağ kurmayı öğrettiğinin farkına varıyorum. O yaz karar verdim doktora tezimde kent çalışmaya ve kentleri savunmayı sürdürmemiz gerektiğine Berkin’i kaybettiğimiz gün inandım. Hayatın çok cepheli bir mücadele olduğunu öğrenmem zaman aldı, alıyor ama tutunmayı becerdi- ğim değerler var. Onları bana çevremin, içinde yaşadığım toplumun armağanı olarak görüyorum.
Kitap depresyon ve kaygının kanıtlanmış en az dokuz “gerçek” nedeni olduğundan yola çıkarak bu kanıtları farklı bir biçimde okuyup “gerçek antidepresanlara” ulaşmanın imkânsız olmadığını ortaya koyuyor. Hari depresyon ve kaygının anti kahraman olduğu disiplinler arası sürükleyici bir yazı dizisi yaratıyor. Tetikleyici toplumsal ve psikolojik nedenlerin izini sürüp görünür kılarak biyolojik nedenlerin kendiliğinden devreye girmediğini ortaya koyuyor. Okurun kendisine pay çıkarmadan ilerlemesinin kolay olmadığı bir kitap Kaybolan Bağlar. Her örnek hikâyede bağ kurabileceğimiz yanların bulunması deneyimlerimizin benzerliğine de işaret ediyor. Kitabın sonunda, başka yaşantılara bakarken aslında belleğimizde kendi geçmişimize doğru maceralı bir yolculuğu da tamamlamış olduğumuzu anlıyoruz.
Kaybolan Bağlar-Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler
Johann Hari, Çev: Barış Engin Aksoy, Metis Kitap, 2019, 368 s.