Bilindiği gibi Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Bize 150 yıldır modernizm adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı” demişti. Hemen akabinde İstanbul Sözleşmesi “milli ve yerli” olmadığı gerekçesiyle reddedilmeye çalışıldı, Hasan Ali Yücel önderliğinde dünya klasiklerinin Türkçeye kazandırılması hareketi “Batıcılık” olarak karalandı, Medeni Kanun orasından burasından çekiştirilmeye başlandı, “zina tekrar suç olsun” talepleri gelmeye başladı, Latin alfabesine geçiş zaten öteden beri “bir gün içinde toplum dilini kaybetti” kandırmacası ile karalanmaktaydı.
Bu konuyu, Bilim ve Gelecek’in çıkacak olan Eylül sayısında “Modernite kimin hikâyesi?” başlığıyla enine boyuna tartıştık; okurlar inceleyecektir. Bu kısa yazıda ise uygarlık sürecinin gelişiminde “yabancılık-yerlilik” meselesine değinmek, uygarlıkların birbirini reddederek değil birbirinden öğrenerek gelişebildiğini vurgulamak istiyoruz. Görülecektir ki, “arîlik” her zaman ilkelliktir, “melezleşmek” ise gelişimin dinamiklerinden biridir. Notlar halinde yazacağız; belki daha sonra detaylandırır ve derinleştiririz.
1) Bizzat uygarlığın başlangıcı bile bir “melezleşme” sonucudur. Çok uzun süre (bütün bir Paleolitik dönem boyu, yani 3 milyon yıl öncesinden MÖ 10 bin civarı Neolitiğe geçişe kadarki dönem) fazla bir değişim göstermeden yaşamlarını sürdüren insan toplulukları, son 10-12 bin yıl içinde baş döndürücü bir değişim yaşadılar. Bu 10-12 bin yıl Neolitik dönemi, uygarlığa geçiş sürecini ve uygarlık dönemini kapsıyor. Uygarlığa geçişin, iki farklı neolitik topluluk biçimi olan göçebe çobanlarla yerleşik çiftçiler arasındaki -çoğunlukla savaşçı- ilişkiler sonucu gerçekleştiği, günümüzde en fazla kabul gören ve buluntularla desteklenen tez. Bir “toplumsal artı” yaratma potansiyeli taşıyan yerleşik çiftçi toplulukların kendi iç dinamikleriyle bu “artı”yı yaratma “zahmetine” girmedikleri tespit edilmiş. Hatta bu toplulukların kendine yeterliliğinin uygarlığa geçişe engel teşkil ettiği de belirtiliyor. Kendine yeterli olmayan göçebe çoban toplulukların ise iç dinamikleriyle (kendi başlarına) bir toplumsal artı yaratarak uygarlığa geçişleri zaten olanaksız. Ancak bu iki farklı neolitik topluluğun ilişkiye geçmesi ve bu ilişkinin belli bir kıvama gelmesi sonucu uygarlığa geçiliyor. Yani göçebe çobanların yerleşik çiftçilere -onları sadece yağmalayıp, biriktirdiklerine el koyup yok etmeleri biçiminde değil- çökmeleri ve başlarına geçmeleri sonucu uygarlık filizleniyor. Bu süreç Alâeddin Şenel’in “İlkel Topluluktan Uygar Topluma” adlı kitabında ayrıntılarıyla anlatılır. Hikmet Kıvılcımlı da “Tarih Tezi” adlı eserinde bu olguyu ‘tarihsel devrimler” adını vererek inceler.
2) İlk uygar toplumun, MÖ 4000-3500 dolaylarında Fırat ve Dicle ırmaklarının suladığı topraklarda, Mezopotamya’da ortaya çıktığı biliniyor. Sümerler diye adlandırılan bu uygarlığı, Nil deltasında odaklanan Mısır uygarlığı (MÖ 3000), Kuzey Hindistan’da İndus nehrinin civarında doğan İndus (Eski Hint) uygarlığı (MÖ 3000-2500) ve ardından Sarı Irmak vadisindeki Çin uygarlığı (MÖ 1500) izler.
Bu uygar toplumlar, birbirlerinden bağımsız ve habersiz olarak mı gelişmelerini sürdürdüler; yoksa çeşitli düzeylerde ilişkileri var mıydı? Birbirlerinden etkilendiler mi? Uzmanlar, Sümerlere ait yüksek pruvalı gemilerin birdenbire Mısır resimlerinde gözükmesinden hareketle, Mezopotamya’nın uygarlık birikiminden yararlanan Mısır toplumunun, Sümerlerin bin yılda ulaşabildikleri sonuca, yarım yüzyıl gibi kısa bir süre içinde ulaşarak, MÖ 3000 dolaylarında Sümer uygarlığına eşit düzeyde bir uygarlık geliştirdiğini belirtirler. Mezopotamya’nın İndus uygarlığı üzerinde de benzer etkilerinin olduğu, iki bölge arasında yoğun bir ticaretin yaşandığı, Mezopotamya’da bulunan İndus yapısı mühür ve mallardan biliniyor. Öte yandan bazı Sümer tabletlerinde Mezopotamya ile İndus vadisi arasındaki ticaret yollarına ilişkin bilgilere rastlanmıştır. Uzmanlar, başlangıcı MÖ 1500’lere tarihlenen Sarı Irmak vadisindeki Çin uygarlığının da Mezopotamya ile ilişkisi olduğunu, örneğin Çin’de tunç işletmeciliğinde görülen ani gelişmenin Mezopotamya etkisi ile oluştuğunu belirtiyorlar.
Sonuç olarak, farklı fakat yakın bölgelerde yeşeren ilk uygar toplumların belli düzeylerde etkileşim içinde oldukları, birbirlerinin gelişimlerini hızlandırdıkları, birbirlerinin “hikâyelerinden” öğrendikleri anlaşılıyor. Henüz bütünleşmiş bir uygarlıktan söz edemeyiz ama çeşitli kılcal damarlardan beslenen bir uygarlık damarının oluşmakta olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda da geniş bilgiye A. Şenel’in yukarıda andığımız eserinden ve elbette daha birçok kaynaktan ulaşılabilir.
3) Bilindiği gibi Batı-merkezci emperyalist ideologlar Antik Yunan uygarlığını “Grek mucizesi” diye lanse ederler. Ama bugün artık kanıtlanmıştır ki, Antik Yunan uygarlığı, esas olarak Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarının temelinde yükselmiştir. Kaldı ki, bu uygarlığın ilk büyük atılımının eserlerini veren İyonyalı büyük düşünürler, Mezopotamya’nın, Mısır’ın kadim merkezlerini gezdiklerini, oralardan öğrendiklerini Ege kıyılarına taşıdıklarını teslim ederler. Onların gerçekleri çarpıtmaya ihtiyaçları yoktur. Esin kaynaklarının Doğu’da olduğunu gururla belirtirler. Zaten başka bir yerde de olamazdı; o dönemlerde Avrupa birkaç Yunan kolonisi dışında barbar halkların kol gezdiği bir coğrafyaydı. Ege’nin iki yakasında gelişen uygarlık, Mezopotamya ve Mısır’dan aldıklarına kendi rengini de katarak bir senteze ulaşmış, dönemin uygarlık merkezi olmuş ve kendisinden sonra gelenlere bu sentezi aktarmıştır. Önemi, bilebildiğimiz kadarıyla tarihteki ilk büyük uygarlık sentezini başarmasıdır. Daha önceki uygarlıklar arasında karşılıklı alışveriş ve etkilenmeden söz ederken, burada etkilenmeyi aşan bir sentez söz konusudur. Antik Yunan uygarlığı, kendisinden önceki birikimin damıtıldığı ve aşıldığı bir pota olabilmiştir. İnsan uygarlığı bütünleşmeye ve uygarlık damarı gerçek anlamda oluşmaya başlamıştır.
Kısacası Antik Yunan uygarlığı da bir “mucize” değildir; başlangıç itibarıyla melez bir uygarlıktır. Bu konuda değerli bilim tarihçimiz Aydın Sayılı’nın “Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp” adlı eserinin özellikle “Mısır ve Mezopotamya İlimlerinin Yunan İlminin Temelindeki Yeri” başlıklı sonuç bölümünü önerebiliriz.
4) Antik Yunan uygarlığı yine de göreli bir bütünleşmedir; oluşan sentezde Hint ve Çin uygarlıklarının rengini fazla göremiyoruz. Bu renklerin de bütün ağırlıklarıyla tabloya katılması için yaklaşık 1000 yıl geçmesi, ikinci büyük sentez olarak değerlendirebileceğimiz Ortaçağ Doğu uygarlığının tarih sahnesine çıkması beklenmiştir.
Ortaçağ Doğu uygarlığının önemi, ilk kez bu dönemde gerçekten bütünleşmiş bir uygarlıktan söz edilebilmesidir. Oluşan tabloya, Mezopotamya-Mısır-Antik Yunan uygarlıklarının rengi kadar, Hint, Çin ve Orta Asya uygarlıklarının renkleri de karışmıştır. Hz. Muhammed (İslam) hareketiyle tarih sahnesine giren Arap toplumu, uzun süre Doğu uygarlığının öncülüğünü yapmıştır. Özellikle ilk Abbasi halifeleri döneminde Bağdat, Şam gibi kentler büyük birer uygarlık merkezidir ve çok geniş bir çevrenin bilim, sanat, düşün insanlarını kendisine çekmektedir. Ünlü Antik Yunan düşünürlerinin eserleri hızla Arapçaya çevrilmekte, yeniden yorumlanmakta, son derece özgür ortamlarda önemli tartışmalar yapılmaktadır.
Antik Yunan uygarlığının -onu aşan- bir devamı niteliğindeki bu uygarlık atılımı, giderek güneybatı yönünde Mısır’a, kuzeydoğu yönünde de İran’a doğru dalga dalga yayılır. Bir dönem sonra ise (11-12. yüzyıllar) zaten kadim bir uygarlık merkezi olan Fars coğrafyasının ve Orta Asya içlerinden gelerek İslamiyet’i kabul eden Türklerin, yorulan Araplardan öncülüğü devraldığını görülür. Farslar ve Türkler taze kan getirmekle kalmamışlar, o döneme kadar nispeten kendi içine kapalı gelişen Hint ve Çin uygarlıklarının birikiminin de ana damara katılmasına aracılık etmişlerdir. Ortaçağ Doğu uygarlığının doruğu diyebileceğimiz bu dönemde Çin’den Endülüs’e kadar büyük bir uygarlık ateşinin yandığını görüyoruz.
Kısacası İslam uygarlığı da o döneme dek görülmüş en melez uygarlıktır. Zaten etkisi de buradan kaynaklanır. Öte yandan, Kuran yorumculuğuyla yetinilmesini isteyen kelamcılar (örn. Gazzali) ile insanlığın o güne kadarki birikiminden faydalanmak isteyen felsefeciler (örn. Kindi, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd) arasındaki çatışma bilinir. Felsefeciler “Kuran’dan uzaklaşmakla, yabancı görüşleri yaymakla” suçlanmışlardır. Gazzali fikriyatının hakim olmasından sonra İslam uygarlığının ne hale geldiği biliniyor. Bu konuda Hasan Aydın ve Mehmet Dağ’ın “Ortaçağ İslam Kültüründe Felsefe”, Hasan Aydın’ın “İslam Kültüründe Felsefenin Krizi ve Aydınlanma Sorunu” adlı kitaplarını önerebiliriz.
5) Batı uygarlığı da bir “mucize” olarak veya “Rönesans” adından da anlaşılabileceği gibi Antik Yunan’dan sonraki “yeniden doğuş” olarak değil, Ortaçağ Doğu uygarlıklarının yarattığı sentez temelinde gelişir. Batı, önce 12.-15. yüzyıllar arasında bu büyük mirasa çeviri yoluyla sahip olmaya çalışmış ve 16. yüzyıldan itibaren kendi özgün katkılarını da koymaya başlayarak o büyük Batı uygarlığını yaratabilmiştir.
“Modernite” diye adlandırdığımız bu sürecin tarih içindeki yerini ve önemini Bilim ve Gelecek’in Eylül sayısında bulacaksınız. Ayrıca Hilmi Ziya Ülken’in “Uyanış Dönemlerinde Tercümenin Rolü” ve Alp Hamuroğlu’nun “Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları” adlı kitaplarını önerebiliriz.
6) Bugünlerde sıkça referans yapılan Fatih dönemi de bu açıdan ilginçtir. İstanbul’un fethedilmesi aynı zamanda Osmanlı’nın imparatorlaşma sürecinin de başlangıcıdır. Fatih kurmaya giriştiği imparatorluk kurumlarını nereden almıştır: Bizans’tan! Bu da çok doğaldır. Başka nereden alacaktı? Hikmet Kıvılcımlı bu “fethederken fethedilme” sürecini “Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı eserinde çok güzel anlatır.
7) Genç Cumhuriyet de yeni ve çağdaş bir toplum kurma hedefiyle insanlığın mevcut birikimini ve özellikle uygarlık tarihindeki en önemli köşe taşı olan Modernite sürecinin kazanımlarını Türkiye toplumuna kazandırmaya çalışmıştır. Bunlar “yabancıların hikâyesi” değildir; insanlığın birikimidir.
8) Son olarak Nazi Almanya’sında yaşan bir örneği de ekleyelim. Naziler modern fiziği “Yahudi bilimi” olarak niteleyip “Ari fizik” geliştirmeye kalkmışlardı. (Bkz. A. D. Beyerchen, Nazi Döneminde Bilim, Çev. Haluk Tosun, Alan Yayıncılık, Ekim 1985) Hüsranla sonuçlanan bu çağdışı girişimi incelemeyi öneririz.
9) Elbette bu uygarlık sentezlerinin ve giderek daha üst boyutlarda bütünleşmenin (melezleşmenin) sosyo-ekonomik ve sınıfsal nedenleri var. Bu yazıda konumuz bu değil. Sadece şunu ekleyelim: “Yabancıların hikâyelerini” almakla suçlanan genç Cumhuriyet, yakın tarihimizin gördüğü en anti-emperyalist yönetimidir. Emperyalistlere karşı kurtuluş savaşı vermişler, çürümüş ve parçalanmış bir imparatorluktan genç bir cumhuriyet çıkarmışlar; daha ne olsun… İnsanlığın binlerce yıllık birikimini “yabancı” diye reddedenler her zaman gericiler ve gelişmeyi “geri” dedikleri toplumlara yasaklayan emperyalistler olmuştur. Batı-merkezcilerle Doğu-merkezcilerin ortak noktasıdır bu. Zaten bilinen işbirliklerinin temelinde bu olgu yatar.
10) Kısacası, ne kadar farklı köklerden besleniyorsan, ne kadar melezsen ve bunları ne ölçüde bir potada eritip kendi rengini de katabiliyorsan o kadar gelişmişsin; ne kadar “arî” isen, safsan, benmerkezciysen o kadar ilkelsin.