Geldi gönlümün sultanı mayıs. Ayların en güzeli; baharın tacı, yazın ilk fısıltısı. Kedilerin çiçeğe durduğu ay. Bitmeyen kutlamaların anası. Evet, mayıs… Evet, doğduğum ay.
Bir yandan buruk; devrilen yıllarla hesaplaşma, pişmanlıklarla yüzleşme… Kaçırılanlar, tökezlemeler, kör gözüm parmağına hatalar. Tutulmamış sözler, tüh, yine ertelenmiş hedefler. O öykü hâlâ yazılmamış, o sayfalar yine doldurulmamış. O kompost kurulmamış…
Ama kişisel hesapların defterini açmaya vakit yok; minik hayatlarımız zaten dev ayakların altında perişan.
Salgın, elveda İstanbul Sözleşmesi, sen ne yıkıcı bir kâbussun Kanal İstanbul, hani nerede Paris Anlaşması… Nerede demişken… 128 milyar dolar yok.
Hızla yok ettiğimiz bir doğanın bağrında, gözümüzün önünde karanlığa gömülen bir ülkenin sınırları içinde kişisel mutluluklarımız, coşkularımız elbette eksik, yaralı. Hiçbirimiz etrafımızı saran felaketlerin yükünden azade değiliz. En bencil esrikliklerimizde bile adını koyamadığımız bir ağırlığın sızısı omuzlarımızda. Yalan mı? En mutlu sabahlarımız bile haber başlıklarının elinde şamar oğlanı. Yalan mı?
Ama bunların suçlusu mayıs değil. Ve bunlara rağmen mayısta mutlu olmak imkânsız değil. Okuyarak, okşayarak, dev ayakların ulaşamadığı yerlerimize tutunarak; üreterek, umudu körükleyerek…
Kedileri çiçekli burunlarından öperek.
*
Gezegenin içinde olduğu krizle ilgili ne kadar çok şey öğrenirsem o kadar dehşete kapılıyorum. Bu dehşeti en son – ve en yoğun olarak – Yaşanmaz Bir Dünya’yı okurken hissettim. David Wallace-Wells görmek istemediğimiz, başımızı çevirdiğimiz gerçekleri tane tane, sakin bir dil ve açık bir zihinle önümüze koyuyor. Uzak bir ihtimal olarak görmeyi yeğlediğimiz kıyametin aslında içinde olduğumuzu, kanıtları suratımıza dayayarak anlatıyor.
Yaşanmaz Bir Dünya kitlesel yok oluşu, bunun şu anki yansımalarını ve sandığımızdan çok daha yakın bir zamanda çığ gibi büyüyerek varacağı yeri anlatıyor. Kuraklıklar ve canlı yaşamın büyük kısmını yutacak seller; dev orman yangınları; aşırı sıcak ve aşırı soğuk kuşaklar; yaşamın bildiğimiz yaşam tarifinden geri dönüşsüzce çıkışı. Ve sonunda kitlesel yok oluş.
Örneğin Türkiye. Benim kuşağım (30-40 yaşlarını sürenler) kuraklığın trajik boyutlarını muhtemelen görecek. Emeklilik günlerinde denize bakan verandamızda huzurla çayımızı yudumlayamayacağız. Bizim çocuklarımız büyük olasılıkla yaşamlarının bir noktasında ilkim mültecisi olacak. Onların çocukları ise yaşanmaz bir dünyanın göbeğine doğacak… Ve korkarım uzun yaşayamayacak.
Bu kadar hızlı, bu kadar korkunç bir süreçten söz ediyoruz. Torunlarımızın yok olacağı bir sondan söz ediyoruz.
İnsanların büyük çoğunluğu buna inanmıyor, şöyle böyle inananlar ise teknolojinin son anda bir mucizeyle bizi bu durumdan kurtaracağı hayaline sarılıyor. Belki Mars’a yerleşiriz, neden olmasın?
Bir virüs, aşısı bulunan bir virüs her gün, dünyanın her yerinde bunca insanı öldürmeye devam ederken böyle saçmalıklarla kendini eğleyebiliyorsanız bravo. Pandemiyi hızla söndürebilecek aşı patentliyken birilerinin sizi Mars’a götüreceğini düşünüyorsanız bravo.
Heyhat! İşin aslı, küresel olarak başımızı kuma gömmüş, gümbür gümbür gelmekte olanın – hatta gelmiş olanın – ayak seslerini dinliyoruz.
*
Bu ay (umarım görkemli ve uzun kutlamalarla) yaşıma bir yaş daha ekleyeceğimden mi bilmem, yaşlılık düşüncesi, yaşlılık korkusu usul usul içimi eşeliyor. Bunda Vakit Akşamdır Suat Bey’in de etkisi olabilir. Suat Bey ruhu ilk gençliğin coşkularıyla dolu ama bedeni yaşlılığın çaresizliğine, çöküntüsüne hapsolmuş bir beyefendi. Ne kadar korkunç: en deli arzularla, en gözü kara umutlarla yanıp tutuşuyorsunuz ama bedeniniz sizi taşımıyor! Ne dayanılmaz bir zindan!
Bir yanda Selin; kırık dökük, bencillik ve yıkım dolu yaşamı. Çıkışsızlığı; ruhunun karanlığı ve cılızlığı. Suat Bey’le yaşamının kesiştiği yerde karanlık geleceğe ve kırık geçmişe bakışı. Belki Suat Bey’inkinden aşağı kalmayan çaresizliği…
Vakit Akşamdır Suat Bey Dilek Demirkol’un ikinci kitabı. Haydi, itiraf edeyim: o benim annem. Tam da bu yüzden başta roman üstüne bir şeyler yazmaya çekindim, “Annesini kayırıyor,” demelerinden korktum. Ama biraz düşününce, romanın bende yarattığı etki, Suat Bey’le birlikte döktüğüm gözyaşları korkuları iteleyip bu satırlara yer açtı. Annem de olsa Sezar’a hakkını vermeli, güzele güzel demeliyim, değil mi?
Vakit Akşamdır Suat Bey klasik tarzda yazılmış, derinliği davetkâr, dili titiz bir roman. Başka metinlerden alıntılara yer verilmesi benim öykü ve romanda pek hoşlanmadığım bir şey, oraya minik bir eleştiri düşeyim (Anneciğim, kızma lütfen).
*
Bir hikâye iki pencereden, aynı evin iki penceresinden ne kadar farklı gözükebilir? İki pencere nasıl da bu kadar farklı iklimlere açılabilir? İki insan birbirine bu kadar yakınken nasıl bunca yabancı kalabilir? Gerçekler ve yalanlar nasıl böyle iç içe geçebilir? Ve birbirine dolanmış bu iki yalan, iki gerçek, iki hikâye nasıl büyük bir sevgiyle harmanlanabilir?
Yazgı ve Gazap büyük bir ustalıkla kurgulanmış, büyük bir maharetle yazılmış, gerçekten “büyük” bir roman. Lauren Groff her karakterin, bütünü meydana getiren ama özgürlüğünü koruyan her patikanın hakkını veriyor.
Kitabın büyüsünde çevirmeni, Begüm Berkman’ın etkisi de çok büyük; bir çevirmen olarak gıpta ettiğimi söylemekten gocunmuyorum. Dilin metne yaraşan kıvraklığının, oyunculuğunun yanında çeviriye büyük emek verildiği de belli; özene bezene, ilmek ilmek.
*
Her sayfası esin dolu bir ay dilerim.
Yaşanmaz Bir Dünya, David Wallace-Wells, çeviren Ebru Kılıç, Domingo Yayınları, 328 s.
Vakit Akşamdır Suat Bey, Dilek Demirkol, Cinius Yayınları, 206 s.
Yazgı ve Gazap, Lauren Groff, çeviren Begüm Berkman, İthaki yayınları, 438 s.