Ana Sayfa Bilim Gündemi Umutsuz aydının narsisizmi

Umutsuz aydının narsisizmi

659
0

Ender Helvacıoğlu

Umutsuzluk bir aydın hastalığıdır. Onun umutsuzluğa düşme lüksü vardır. Umutsuzluğuyla mevcut sistemde bir yer (hatta oldukça ayrıcalıklı ve havalı bir yer) edinebilir. Dahası umutsuzluğunu metaya bile çevirebilir. Sıradan emekçinin ise böyle bir lüksü yoktur. O, güne umutla başlamak zorundadır; iş bulmak zorundadır, işini kaybetmemek zorundadır, eve ekmek getirmek, çocuklarına bakmak zorundadır… Yani yaşamak için mücadele etmek zorundadır. Bu zorunluluk, devrimciliğin yalın (içgüdüsel) kaynağıdır. Bu içgüdüden kopan devrimcilikten de kopar.

Umutsuz aydın ile bunalmış emekçi arasında temel bir fark var: Dönüştürme ihtiyacı. Umutsuz aydın, umutsuzluktan beslenir; bunalmış emekçi ise zorunlu olarak bir umut peşindedir. İlkinin umutsuzluğu pes etmeyi, ikincinin bunalımı ise mücadele etmeyi ve dönüştürücü olmayı doğurur; içgüdüsel olarak…

Umutsuz aydın niçin umutsuzluğa düşer? Onu umutsuzluğa kim düşürmüştür, kim pes ettirmiştir? Sistem mi halk mı? Umutsuz aydınlar bu noktada ikiye ayrılır. Açık yürekli ve dürüst olanlarla olmayanlar diye ayıralım. Dürüst olanlar, yorulduklarını, sisteme karşı mücadele azimlerini yitirdiklerini açık yüreklilikle söyleyip köşelerine çekilenlerdir. İnsanlık hâlidir; geçmiş mücadeleleriyle anılırlar, saygı duyulurlar (Sisteme teslim olup karşı safa geçenleri, dönekleri bu kategoride saymıyoruz; onlar sistemin “umutlu” aydınlarına dönüşürler). Dürüst olmayanlar ise umutsuzluklarının suçunu halka yükleyenlerdir. Onları bu halk umutsuz yapmıştır. Yıllar boyu halk için mücadele etmişler ama bir türlü anlaşılamamışlardır. Çünkü halk kötüdür, geridir ve bu durum değişmez. Bu tür umutsuz aydınlar, sisteme pes etmeyi kendilerine yediremedikleri için suçu halka atarlar. Oysa aslında sisteme pes etmişler ve halka karşı bakışları değişmiştir. “Bu sistem değişmez” diyemedikleri için “bu halk değişmez” derler. İçinde bulundukları olumsuz ruh halinin sorumluluğunu üstlenmez, dışlarında (halkta) ararlar. Aslında bu, kesif bir narsisizmdir.

Bu tür umutsuz aydın, sürekli olarak, halkta umutsuzluğunun gerekçelerini arar. Kolayca bulur. Karşısındaki bir ton çamurdur çünkü. Çamurun romanını şiirini yazar, filmini çeker, teorisini yapar… Halk ne kadar olumsuzlaşırsa, alçalırsa, o da o kadar doğrulanacaktır. Umutsuzluktan beslenir. Dönüşmezlikten, cevhersizlikten, geleceksizlikten, çamurdan beslenir. Ne kadar korkunç bir ruh hali! Dışarısı ne kadar kötüleşirse o kadar doğrulanmış olmak… Bireyciliğin ve narsisizmin doruğu!

Oysa mesele çamur içindeki cevheri bulmaktır. Devrimci aydın ısrarla bu cevherin peşindedir. Marie Curie yöntemidir bu: Bir ton çamuru bir gram radyuma dönüştürmek. Hiçbir zaman umutsuzluğa ve karamsarlığa düşmeden, gece gündüz, yemeyi içmeyi unutarak o cevheri damıtmaya çalışmak.

Dürüst olamayan umutsuz aydının bir özelliği de halka borç yüklemesidir. O, halktan alacaklıdır. Umutsuzluğunu dahi nicelleştirir ve metaya çevirir. Bu borcu halktan tahsil edemeyeceğine göre (çünkü halkın umurunda bile değildir) olsa olsa sistemden tahsil edecektir. Sistem ise bu borcu ödemeye dünden razıdır. Elbette bir bedeli de olacaktır. Dönekliğin gündeme geldiği noktadır bu.

Umutsuz aydın, kendi doğrularıyla yalnızlaşır. Giderek yapayalnız kalır. Çünkü herkes yaşamını devam ettirmek için ufacık da olsa bir umudun peşindedir. Umutsuzluğun peşinde olmak ölümün peşinde olmak demektir. Yapayalnız doğru, kimsenin ulaşamayacağı doğru, mutlak doğrudur. Oysa mutlak doğru, en büyük yanlıştır. Mutlak doğru, ölü doğrudur. Umutsuz aydın, ölümün kuramını yapar. Tarih bilincinden de yaşam sevincinden de kopmuş olma halidir bu.

***

Bu noktada başka bir tartışmaya geçelim. Aydınlar açısından umutsuzluğun panzehri nedir? Bazı arkadaşlar “örgüt” ve “örgütlülük” diye yanıt vermekteler. Doğrudur, ama yeterli değildir. Çünkü örgüt amaç değil araçtır. Devrimci örgüt, emekçilerin kendi devrimci pratikleri içinde dönüşmesinin kanallarını oluşturmanın aracıdır. Yani umudun esas kaynağı emekçi halkın ayağa kalkmasıdır. Örgüt bu mücadelenin -bizzat pratikte- öncüsü olabildiği oranda umudun da bir parçası olur. Olamadığı zaman ise tam tersine umutsuzluğun kaynağına dönüşür.

Bu, -sosyalizm pratiklerinin eleştirisini de içeren- derin bir kuramsal tartışmadır ama aslında hepimiz kendi yaşam pratiğimizden benzer sonuçları çıkarabiliriz. Örneğin milyonlarca insanın eylemli olarak katıldığı Haziran Direnişi hepimize umut vermiştir. Devrimci örgüt bu harekete önderlik edebildiği ölçüde o umudun parçası olur. Edemezse umutsuzluğun kaynağına dönüşür ve sıkıntıya girer.

Umutsuzluğun teorisini ve sanatını yapanların ana temasının “halkın kötülüğü” olması boşuna değil. Böylece suyu (umudu) kaynağından kesmiş oluyorlar. Halk kötüyse, halk örgütü kurmanın ve halkı örgütlemeye çalışmanın da bir anlamı kalmaz zaten; kötülüğü mü örgütleyeceksin? Umutsuz aydının narsisizmi bu noktada da ortaya çıkar. O, halkın üstünde olduğu için, doğal olarak, örgütlerin de üstündedir.

Tek bir “tanrımız” var, o da emekçi halktır. Diğer tanrılara benzemez; gösterişli değildir, yolunu bulmakta zorlanır, bolca uyur, sıkça saçmalar. Ama diğerleri gibi lafta değil pratikte her şeyi yaratan odur. Her şeyi deviren ve dönüştüren de odur. Bunalımımızın da umudumuzun da kaynağıdır. Onunla bunalırız, tökezleriz; onunla umutlanırız.