Ana Sayfa Bilim Gündemi Trump suikastı üzerine kısa ve uzun vadeli spekülasyonlar

Trump suikastı üzerine kısa ve uzun vadeli spekülasyonlar

227
0

Ender Helvacıoğlu

Öncelikle kısa vadeli bazı spekülasyonlar:

Trump’a yönelik suikastın kurmaca olduğunu, Trump yanlılarınca -seçim zaferini garanti altına almak için- düzenlendiğini düşünmüyorum. 100 metreden kulağa isabet ettirerek bir kurmaca suikast düzenlenmez. Öldürmek için ateş edildiği anlaşılıyor. Trump hayatını kaybedebilirdi; tesadüf eseri kurtuldu.

Öte yandan suikastın öfkeli bir “yalnız kurt” tarafından düzenlendiği tezi de bana pek gerçekçi gelmiyor. Muhtemelen (daha önceki örneklerde de olduğu gibi) olay böyle bağlanacaktır ama suikastın gerçeklenme biçimi ve suikastçının hemen öldürülmesi profesyonel bir örgüt işi olduğunu göstermektedir.

Ben suikastın Amerikan müesses nizamının derin devleti tarafından düzenlendiği tezine yakınım. Daha doğrusu, bence taşlar böyle yerine oturuyor.

ABD, müesses nizama ve Amerikan geleneksel dış politikasına zarar vereceği ve toplumdaki kutuplaşmayı artıracağı açık narsist bir psikopat ile bir bunak arasında bir seçime sürükleniyor. Psikopatın (Trump’ın) kazanacağı yönünde güçlü emareler var. Ve seçime 3,5 ay kaldı. Bu sürece nasıl engel olunabilir? Trump’ı ortadan kaldırarak!

Elbette bazı riskler var. Ama sürecin bu şekilde devam edip Trump’ın başkan olmasının müesses nizam için yaratacağı risklerin daha fazla olduğu hesap edilmiş olabilir.

Suikast başarılı olup Trump ölseydi ne olurdu? Birincisi radikal Trump yanlıları güçlü bir tepki gösterir, bazı eyaletlerde silahlı kalkışmalar yaşanabilirdi. Suikast düzenleyicileri -bu riski göze alarak- çatışmaların bir iç savaş boyutuna varmadan bastırılacağını düşünmüş olmalılar.

İkincisi, bu kaotik ortam, belki bir olağanüstü durum veya sıkıyönetim ilan edilerek seçimlerin ertelenmesini getirecekti. Böylece hem Trump’tan (öldürerek) hem de Biden’dan (mevcut süreç kesilip yeni bir süreç başlatılarak) kurtulunmuş olacaktı. Bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı. İleri bir tarihte yeni ve daha “düzgün” adaylarla seçim yapılırdı. Trump bir kahraman olarak ölürdü, ama müesses nizam eskisi gibi devam ederdi.

Hesabın bu olduğu kanısındayım. Ama hesap bir santimle şaştı! Trump ölmedi ve seçimi kazanacağı hemen hemen garantilendi. Şimdi ne olacak?

Trump şans eseri ölmedi, ama ciddi bir uyarı almış oldu. Ona suikast düzenleyen “müesses nizam” ortada duruyor ve yeniden canına kastedebilir. Müesses nizamın bir B-planı olmadığını düşünmek yanlış olur: Mümkün olduğunca törpüleyerek Trump’a katlanmak. Törpülenecektir ve hizaya girecektir, çünkü canına kastedilmiştir ve her an yeniden kastedilebilir. Katlanılacaktır, çünkü yok edilememiştir ve çoğunluk tarafından desteklenmektedir. Kısacası, Amerikan siyaseti, dolayısıyla dünya siyaseti, bıçak sırtında devam edecektir.

***

Konuyu bir de geniş süreçler düzleminde ele almakta ve zihin jimnastiği yapmakta fayda var.

Samir Amin, yeni okuduğum kitabında şöyle bir saptamada bulunuyor: “Tarih, çelişkilerini aşamayan ve bu nedenle çelişkileri ölümcül hale gelen toplumların cesetlerinden geçilmiyor.” (S. Amin, İnsanlar Tarihlerini Kendileri Yazar, Çev. Adnan Kahiloğulları, Efil Yayınevi, 1. basım, Mart 2024, s.226)

Amin bu saptamayı Batı Roma’nın çöküşünden söz ederken yapıyor ama günümüze de göndermelerde bulunuyor. Aslında bugün hemen hemen tüm dünyanın böyle bir oluşumun eşiğinde olduğunu söyleyebiliriz. En başta ABD ve belki Avrupa’nın önde gelen ülkeleri için. Bu, aşırı bir tespit olarak görülebilir. Elbette bugünden yarına değil; konuyu geniş süreçte ele alarak tartışıyoruz.

Aslında çöküşler, uygarlık akışının son derece belirleyici bir dinamiği. Yıkıcı-kurucu bütünlüğünün sağlanamadığı, yıkıcıların (veya yıkıcı etkilerin) bulunduğu ama kurucuların bulunmadığı durumlar. Büyük toplumsal kriz dönemleri…

Çöküşler, uygarlık tarihi boyunca oldukça sık rastlanan olgular. Aslında her başarılı devrimin öncesinde yaşanan bir olgu; bir nevi devrimin gerek koşulu. Çöküş-devrim aralığı kısa olduğunda ona devrim diyoruz; uzun olduğunda ise çöküş. Burada da diyalektik bir süreç var: Çöküş-devrim aralığı ne kadar uzun olursa, yani çöküş ne kadar derinse, ardından gelecek olası devrim (dönüşüm) de o kadar köklü, kapsamlı ve geleceğe uzanımlı oluyor. Çünkü çöküş boşluk demektir ve boşluk normalde fırsat bulamayacak olanlara da fırsat sağlar.

Çöküş olgusunun tipik bir örneğini Batı Roma İmparatorluğu’nun sonlanışında görüyoruz. Roma, bir başka uygar devlet tarafından yıkılmadı. İmparatorluğu yıkan aşağıdan yukarı bir devrim de yaşanmadı. Aşırı şişen ve içten içe çürüyen Roma rejimi giderek dört koldan gelen barbar akınlarına karşı kendini savunamaz bir duruma düştü ve sonunda çöktü. Yıkıcılar vardı elbette (barbar topluluklar), ama uzun bir süre kurucu bir güç ortaya çıkamadı; o coğrafyada birkaç yüzyıl süren bir “karanlık çağ” yaşandı. Bu olgu büyük bir “geri düşüş”, bir uygarlık yıkımı olarak değerlendirilebilir belki, ama başka bir açıdan bakıldığında etkileri günümüze kadar sürecek büyük bir toplumsal dönüşümün de döl yatağı olmuştur bu çöküş. Avrupa feodalizmine ve sonraları bu benzersiz haraçlı toplumun bağrından çıkacak olan Avrupa kapitalizmine gidecek sürecin başlangıç noktasıdır Roma’nın çöküşü. Bugünden bakıldığında Roma’nın çöküşü, etkisi günümüzde de süren bir büyük dinamiğin fışkırmasına yol açmıştır.

Benzer bir olgu Çin’de “Savaşan Krallıklar Dönemi” diye adlandırılan dönemde yaşanmıştır. Çin coğrafyasını 600 yıl yöneten (MÖ 11. yüzyıl ile MÖ 5. yüzyıl arası) Zhou Hanedanı çöktükten sonra 300 yıl kadar süren, merkezi otoritenin bulunmadığı, iç çatışmalarla dolu bir süreçtir bu. Tıpkı Roma’nın çöküşünden sonra yaşanan “karanlık çağlar” gibi. Tarihçiler, Zhou Hanedanının çöküş nedenini de iç çürümeye bağlarlar. Çöküş döneminin iki büyük düşünürü Lao Tse ve Konfüçyüs bu çürümenin nedenlerini tartışırlar ve önerdikleri çözüm yolları iki büyük felsefi akımın doğuşuna yol açmıştır (Taoculuk ve Konfüçyüsçülük). Fakat sonuç itibarıyla bu çöküş de Çin İmparatorluğuna giden (ve yine etkileri günümüze kadar sürecek olan) yolun başlangıcını oluşturmuştur.

Kısa sürmesine karşın (1402-1413), Timur’un Osmanlı padişahı Yıldırım Beyazıt’ı Ankara Savaşı’nda yenilgiye uğratmasından sonra yaşanan Fetret Devri de bir çöküş örneği olarak değerlendirilebilir. Türlü olasılıkların gündeme girdiği bir dönemdir bu. Bedreddin isyanı bu koşullarda yaşanır. Doğu Alman tarihçi Ernst Werner, bu isyanın başarısız olmasının tarihi kökten değiştirdiğini söyler (Ernst Werner, Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa, çev. Hakan Sevin, Kaynak Yayınları, 2006). Diğer yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek doğuşunun bu anarşi dönemine verilen yanıtla oluştuğu da söylenebilir.

Genel kural şudur: Devrim yapamayan, devrimlerle veya gençlik aşılarıyla tazelenemeyen toplumlar çöker (veya çökertilir). Bunu daha genel düzlemde uygarlık tarzları için de söyleyebiliriz. Öte yandan çöküşler görünüşte devrimsizliğin sonucudurlar, ama geniş sürece baktığımızda çok daha köklü bir devrimci sürecin başlangıcını oluştururlar. Dolayısıyla uygarlık akışının “bilinçsiz” denebilecek ama sonuçları itibarıyla son derece köklü bir dinamiğidir çöküşler.

Peki, bu örneklerde uygarlıklar, yıkıcı-kurucu bir güç olmamasına karşın neden çöküyor? Çünkü uygarlık, insan topluluklarının doğasında veya doğal gelişmesinde olan bir şey değil, bir dayatmadır. İnsanlar sınıflılığa, devletliliğe, sömürüye, güvenlik ve üretimin sürekliliği uğruna “katlanırlar”. Arzu etmezler, katlanırlar. Güvenliği ve üretimin örgütlenmesini sağlayan uygar hakim sınıf, bu anlamda temelsizdir; daha doğrusu oluşturduğu sistemin temeli kendisine ait değildir. Hakim sınıfın kendine özgü bir temeli yoktur. O, kendisine ait olmayan bir temele el koyarak varlığını sürdürür (sermayenin aslında el konulmuş emek olması gibi). Dolayısıyla halklar çökmez ama hakim sınıflar çökebilir ve yok olabilirler. Hakim sınıfların -hakimiyetleri kendinden menkul olduğu için- çökme potansiyelleri bulunur. Ve çöküş -sonuç itibarıyla, geniş süreçte- devrimcidir; hatta olanaksız gibi görünen sıçramaları gündeme sokabilecek kadar devrimci.

Aslına bakılırsa bütün devrimler, kısa veya uzun, çöküşler sonucunda oluşurlar. Sovyet devriminin lideri Lenin’in şöyle bir tespiti vardır: “Ya devrim savaşı önler ya da savaş devrime yol açar.” Bugüne dek devrimin savaşı önlediği pek görülmemiş, ama devrimlerin hepsi savaşların (daha doğrusu çöküşlerin) sonucunda-ortamında oluşmuş.

Benzer durumlar günümüzde de yaşanabilir. Kapitalist Atlantik uygarlığı bir devrimle yıkılamayabilir, ama çökebilir; elbette bu çöküş dünya çapında büyük çatışmaları da içerebilir. Yazıyı uzatmamak için, sadece Samir Amin’in sözünü ettiğim kitabındaki önemli bir bölümü önermekle yetiniyorum: S. Amin, İnsanlar Tarihlerini Kendileri Yazar, “Devrim mi Çöküş mü?” başlıklı bölüm, Çev. Adnan Kahiloğulları, Efil Yayınevi, 1. basım, Mart 2024, s.254-265.

ABD 250 yıldır devrimsiz bir ülke. Bir devrim (iç savaş) ile kurulduğundan beri o çapta bir dönüşüm yaşamamış. Batı Avrupa ülkeleri için devrimsizlik süreci 150 yılı buldu. Türkiye için de 100 yılı aştığı görülüyor. Bütün bu ülkeler çok derin toplumsal çelişkiler yaşıyorlar ve görülüyor ki bu çelişkileri kısa vadede nispeten normal yollarla çözebilme potansiyellerini de yitirmek üzereler.

Gelecek çok büyük krizlere ve elbette fırsatlara gebe. Ülkemiz çapında ve dünya çapında…