Ana Sayfa Bilim Gündemi Üç küreselleşme

Üç küreselleşme

256
0

Ender Helvacıoğlu

İnsanın tarihinde üç büyük küreselleşme hareketi vardır. İnsan derken Homo sapiens’i kastediyorum. Yani günümüzde gezegende kalan tek insan türünü. 2,5 milyon yıl önceye kadar giden ama artık yok olmuş diğer Homo türleri konusunda fazla bilgi sahibi değiliz. H. sapiens’in ise kabaca 200 bin yıllık bir geçmişi var.

İşte H. sapiens tarihindeki ilk büyük küreselleşme hareketi, Afrika’da ortaya çıkan bu insan türünün tüm dünyaya yayılış sürecidir. Birkaç kez yok oluşun eşiğinden dönen 135 bin yıllık sancılı bir süreçtir. 135 bin yıl önce Süveyş yoluyla Afrika’dan ilk çıkan göçmen gruplarının izlerinin 90 bin yıl önce yok olduğu söylenir. 85 bin yıl önce yeni bir göçmen grubunun bu kez Bab-ül Mendeb Boğazı’ndan Asya’ya geçtiği ve kıyıyı takip ederek Hindistan’a, Çin’e, Borneo’ya kadar ilerledikleri belirtilir. 74 bin yıl önce Sumatra Toba Dağı’nda gerçekleşen büyük volkanik patlama bu insanları yok oluşun eşiğine getirir. Bu dönemde bir kol Avustralya’ya geçer. 50 bin yıl önce iklimin ısınmasıyla birlikte Güney Asyalı bir kol kuzeybatıya yönelir ve Anadolu üzerinden Avrupa’ya ulaşır. 45 bin yıl kadar önce H. sapiens Orta Asya’ya ve Kuzey Asya’ya yayılmaya başlar. 25 bin yıl önce de Bering yoluyla Kuzey Amerika’ya ve giderek Güney Amerika’ya yayılır. 135 bin yıllık bu küreselleşme sürecinde diğer insan türleriyle karşılaşılır, başlayıp sona eren buzul çağları göçlerin rotalarını değiştirir.

Sonuç olarak Afrika kökenli bir insan türü (H. sapiens) tüm dünyaya yayılmayı ve -diğer insan türlerinin aksine- hayatta kalmayı başarabilmiştir. İlk küreselleşme hareketi budur. (Bu heyecanlı öyküyü Bilim ve Gelecek’in Şubat 2008 tarihli 48. sayısının “Adem ile Havva’nın uzun yürüyüşü” başlıklı kapak dosyasında ayrıntılarıyla okuyabilirsiniz.)

***

İkinci büyük küreselleşme hareketi uygarlığın küreselleşmesi sürecidir. Alâeddin Şenel’in deyimiyle 5000 yıllık ilkel topluluktan uygar topluma geçiş aşamasını da eklersek kabaca 12 bin yıllık bir süreçtir. En az birincisi kadar heyecanlı ve kaotik bir süreçtir uygarlığın küreselleşmesi de.

“Uygarlık” sözcüğünü, toplumbilimindeki klasik anlamıyla, insanların sınıflara bölündüğü, özel mülkiyetin ve sömürünün ortaya çıktığı, devletli, ordulu, dinli, bilimli toplum biçimini tanımlamak için kullanıyoruz. İnsanlık tarihinde uygarlık olgusunun, çeşitli neolitik toplulukların (iç ve dış etkiler sonucu) artı üretemeyen bir ekonomiden artı üretebilen bir ekonomiye geçişi sonucu ortaya çıktığı konusunda hemen hemen tüm tarihçiler görüş birliği içindedir (Elbette bu geçişin nedenleri ve biçimleri üzerine birçok tartışma yapılmış, farklı tezler ortaya atılmıştır). Bu “toplumsal artı”, farklılaşmış (ekonomik, toplumsal ve siyasal farklılaşmalar), sınıflı, devletli uygar toplumların gelişiminin temelini oluşturmuştur.

Yani uygarlığın küreselleşmesi, sınıflılığın, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yöneten-yönetilen çelişkilerini bağrında taşıyan toplum biçimlerinin tüm dünyada egemen hale gelmesi sürecidir.

İlk uygar toplumun, MÖ 3500 dolaylarında Fırat ve Dicle ırmaklarının suladığı topraklarda, Mezopotamya’da ortaya çıktığı biliniyor. Sümerler diye adlandırılan bu uygarlığı -birbirinden bağımsız olarak- Nil deltasında odaklanan Mısır Uygarlığı (MÖ 3000 civarı), Kuzey Hindistan’da İndus nehrinin civarında doğan İndus (Eski Hint) Uygarlığı (MÖ 3000-2500) ve ardından Sarı Irmak vadisindeki Çin Uygarlığı (MÖ 1500) izler. Benzer bir süreç daha geç tarihlerde bağımsız olarak Amerika kıtasında da yaşanmıştır (İnka, Maya, Aztek uygarlıkları).

H. sapiens neden uygarlık (sınıflılık) yoluna girdi? Girilmeyebilir miydi? Bunun saçma bir soru olduğu düşünülebilir. Ama değildir. Olmadığını, “uygarlıktan/sınıflılıktan kurtuluş” süreci olarak niteleyebileceğimiz üçüncü büyük küreselleşme hareketinde anlayacağız. Benzer bir soruyu “niye çıktık Afrika’dan?” diye de sorabiliriz. Ne derdimiz vardı? Ama H. sapiens çok dertli bir tür. Endemik olamıyor bir türlü. Kabına sığamamaktan dolayı değil, coğrafi koşulların ve diğer canlı türlerinin iteklemesi sonucu oradan oraya vurmuşuz kendimizi.

Uygarlık (sınıflılık) sürecine girişin de bile isteye, güle oynaya değil, zorunluluklar ve dayatmalar sonucu oluştuğunu belirtir tarihçiler. Uygarlaşmaya geçişin nedenlerine ilişkin günümüzde en fazla kabul gören tez, bunun insan topluluklarının iç dinamiklerinin doğal bir sonucu olarak değil bir dış etkenin tetikleyiciliğiyle gerçekleştiğini vurgular. “Fetih kuramı” diye adlandırılan bu teze göre, uygarlığa geçiş, iki farklı neolitik topluluk biçimi olan göçebe çobanlarla yerleşik çiftçiler arasındaki -çoğunlukla savaşçı- ilişkiler sonucu gerçekleşmiştir. Bir “toplumsal artı” yaratma potansiyeli taşımalarına karşın yerleşik çiftçi toplulukların kendi iç dinamikleriyle bu “artı”yı yaratma “zahmetine” girmedikleri tespit edilmiş. Hatta bu toplulukların kendine yeterliliğinin uygarlığa geçişe engel teşkil ettiği de belirtiliyor. Kendine yeterli olmayan göçebe çoban toplulukların ise iç dinamikleriyle (kendi başlarına) bir toplumsal artı yaratarak uygarlığa geçişleri zaten olanaksız. Ancak bu iki farklı neolitik topluluğun ilişkiye geçmesi ve bu ilişkinin belli bir kıvama gelmesi sonucu uygarlığa geçiliyor. Yani göçebe çobanların yerleşik çiftçilere -onları sadece yağmalayıp, biriktirdiklerine el koyup yok etmeleri biçiminde değil- çökmeleri ve başlarına geçmeleri sonucu uygarlık filizleniyor. Üreticiler artık sadece kendi geçimleri için değil, -topluluğun güvenliğini sağlamak ve üretimi yönetmek gerekçesiyle- başlarına geçenleri beslemek için de üretmek zorundadırlar. Yani bir “toplumsal artı” yaratmak zorundalar. İnsan topluluklarının yöneten-yönetilen, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen biçiminde sınıflara ayrıldığı devletli toplumlara (yani uygar toplumlara) geçişi böyle gerçekleşiyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz ilk uygarlıkların hepsinde bölgeye dışarıdan gelen savaşçı toplulukların “kuruculuğu” saptanmıştır. Hanedan ilkesi, yani yönetimin belli bir soy içinde kalması da bu tezi destekler.

Kısacası uygarlık bir “dayatma”dır. İnsanlar uygarlığa (sınıflılığa, sömürüye) önce zor yoluyla sonra da ideolojik hegemonya araçları (din, bilim vb.) kullanılarak “razı” edilmişler, “razı” olmuşlardır. Uygarlığa geçiş bir “evrim” değildir; ama bir “devrim” olarak nitelenebilir (Bu bir “devrim” mi yoksa “karşı devrim” mi, geleceğin tarihçileri yanıt verecek). Biz sadece uygarlığa geçişin doğal bir zorunluluk değil bir dayatma sonucu gerçekleştiğinin tespiti ile yetinelim.

Uygarlığın küreselleşme süreci “dayatma” ile başlamıştır ama sonra önüne geçilmez bir “girdap” halini almıştır. Barbarlar çürümüş uygarlıkları yıka yıka uygarlaşmışlardır. Uygarlıkları fethederek uygarlık tarafından fethedilmişlerdir (Hikmet Kıvılcımlı’nın “tarihsel devrimler” dediği süreç). Uygarlığın küreselleşmesinin “barbar akınları” yanı sıra “melezlenme ile kapsamı genişleyen sentez”, “‘geri’nin sıçrama ihtiyacı”, “sınıf mücadeleleri ve devrimler”, “çöküşler” ve “halkların sentezleri” gibi dinamikleri vardır. (E, Helvacıoğlu, “Uygarlıktan Kurtulmak”, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, Eylül 2020, s.21-40). Savaşlarla, çöküşlerle, devrimlerle, geri düşüşlerle dolu son derece kaotik bir süreçtir uygarlığın küreselleşme süreci. Ama sonuçta, MS 1000 civarında tamamlanmış bir süreçtir.

***

Üçüncü büyük küreselleşme hareketini ise “modernitenin küreselleşmesi” (daha doğrusu “uygarlıktan/sınıflılıktan kurtuluş”) süreci olarak niteliyoruz. Hâlâ devam eden, hatta henüz başlarında bulunduğumuz bir süreç. En az ilk ikisi kadar heyecanlı ve kaotik bir süreç olduğu şimdiden söylenebilir.

Moderniteyi burjuva modernitesi ve kapitalizm ile sınırlamak yanlış olur. Avrupa-merkezci ideolojinin tuzağıdır bu. Modernite en genel anlamıyla -ve Samir Amin’in formülasyonuyla- “gelenek”ten kopuş anlamına gelir ve “insanların bireysel ve kolektif olarak kendi tarihlerini yaptıkları ilkesine dayanır” (Samir Amin, “Modernite, Demokrasi ve Din: Kültüralizmlerin Eleştirisi”; Fransızcadan çevirenler: Fikret Başkaya, Uğur Günsür, Güven Öztürk; Yordam Kitap, 2014, s.9.) Modernite, o güne dek dünyanın her köşesinde ezilenlerin ve emekçilerin sınıflılığa karşı verdiği mücadelelerin yarattığı birikimden kök alır ve aynı zamanda o birikimin ilk kez düşünsel olarak sistematize edilmesi ve insanlığın önünde yepyeni bir ufkun açılması anlamına gelir.

Modernitenin, Avrupa’da -başlangıcını 15. yüzyıla kadar götürebileceğimiz- feodalizmden kapitalizme geçiş, aristokrasinin tasfiyesi ve kapitalizmin pekişmesi döneminin toplumsal dinamiklerinin yarattığı bir olgu olarak başladığı gerçektir. Modernitenin küreselleşmesinin Avrupa sömürgeciliği ile başladığı da gerçektir. Ama son 150 yıldır, özellikle Avrupa dışı toplumlar kapitalizm ile değil anti-kapitalizm ve anti-emperyalizm ile modernite yoluna girmişlerdir. Modernitenin asıl küreselleşmesinin sosyalizm ile olduğu söylenebilir.

Elbette modernitenin küreselleşme süreci de (tıpkı diğer iki küreselleşme hareketi gibi), en başta burjuva modernitesi ve emekçi modernitesi olarak çatallanarak, sınıf çatışmaları, savaşlar, devrimler, çöküşler, geri çekilişler ve ileri atılımlarla devam etmiş ve etmektedir.

Modernitenin topu topu 500 yıllık bir geçmişi var. Buna karşın -günümüzde kimilerine göre bir geri çekiliş dönemi yaşanmasına rağmen- önceki iki harekete göre çok daha hızlı küreselleştiği görülür.

***

İnsanın, tür olarak yaşamını devam ettirmekte ve bunu yaparken küreselleşmekte çok başarılı bir canlı türü olduğunu söyleyenler var. Pek öyle düşünmüyorum. Sadece memeli türlerini ele alırsak doğru gibi gözükebilir bu sav. Ama diğer canlı türlerini göz önüne aldığımızda başarı sıralamasında çok gerilere düşeceğimiz kesin gibi. Evrim ağacındaki bizim dalımızda yer alan tüm insan türleri yok olmuş; sadece H. sapiens -tarihinde birkaç kez yok oluşun eşiğine gelerek- yolculuğuna şimdilik devam edebiliyor. Öte yandan, daha dört yıl önce, Çin’in bir kentinde ortaya çıkıp, sadece birkaç ay içinde -hem de aracı olarak bizi kullanarak- dünya çapında yayılmış (yani küreselleşmiş) ve kurduğumuz sistemi sarsmış virüsü anımsadığımızda, mütevazı olmamız gerektiğini anlayabiliriz.

Canlılığın evrimi sürecinin kanıtladığı kesin bir yasa var: Doğa ile, çevresiyle uyum sağlayamayan canlı türü yok olur. Evrim ile zıtlaşan bir devrimin sürdürülebilirliği yoktur.

İyi küreselleşmeler…