Ahmet Özbek
Ken Loach, “Carla’nın Şarkısı” (1996) ve, “Ülke ve Özgürlük” (1995) filmlerinde, sinemada toplumsal mücadelenin ve merhametin/vicdanın izini sürüyordu. Doğrusu sinemayı görsel ve felsefi bir alan olarak tanımlayan ben, görsel eksikliklerine karşın, bu filmlerin duyarlık ve düşünce açısından sorgulanması ve eleştirilmesinden yanayım. Çünkü bu yapıtlar insancı/devrimci yapı içeriyorlar. Bu da devrimciliğin, genelde kültürel sorunlar yaşayan ABD etkisiyle yok sayıldığı coğrafyalar için değerli.
Kazakistan yapımı “Ayka” (2018) filmindeki görsel eksikliklerin bilinçli bir seçim olduğuna inanmam da aynı nedenlere dayanıyor. Sergey Dvortsevoy imzalı bu filmde Samal Yeslyamova hikâyeye hayat veren bir Kazak oyuncu. Buradaki aykırılık, kameranın görüntüsel vizörü bir yana bırakıp adeta Ayka’ya yapışık görüntü vermesi. Buna da bir “biçimsellik” diyebiliriz kanımca. Ayka, yoksul, çaresiz bir geçmişe sahip ve Moskova’da kaçak yaşayan Kırgız bir genç kadın. Hamileliği sonucu borçları uğruna bebeğini hastanede bırakıp doğum kanamaları iyileşmeden kaçan bu kadının dramı ve doğal hayatta kalma mücadelesi can yakıcı. O haliyle karlı bir iklimde sağlıklı kalmak ve düşük işlerde çalışmak zorunda. Ve merhametli bir doktorun tedavisine rağmen yaralı olarak çalışıp emeğiyle yaşama mücadelesi veriyor.
Bugünkü Moskova. Tam bir trajikomik görüntüde. Karlı yolları insan gücüyle ve ilkel araçlarla açmak gibi bir geri kalmışlık: Kremlin’deki aldatıcı şaşaaya rağmen. Ayka ve benzerleri de kadın-erkek demeden o tür işlerde çalışmak zorunda.
Bu talihsiz ve çaresiz insanların barınma sorunu ise bir başka ilkel trajedi. Ve bir ülke “ayıbı”. Polise rüşvet verip, iki kişinin bile birlikte yaşayamayacağı, pencereleri çivili karanlık odalara yedi-sekiz kişiyi en ilkel koşullarda yerleştiren yasadışı işler çeviren adamlar… Üstelik o odalarda sadece 12 saat kalabiliyorsun. Peki sosyalizmden vazgeçen bu ülkenin başkentindeki bu zulüm, yolsuzluk ve ilkelliği kimler görebiliyor acaba uzaktan? Emperyalizmin kalesi ABD’nin gördüğü kesin. Sergey Dvortsevoy bu drama parmak basan bir cesaret örneği vermiş, kutlanmayı hak eden. Dünyayı dizayn etmek, ABD ve uluslararası şebeke/sermaye oyunlarıyla ırkdaşı komşusuna saldırmak sabıkalısı bu ülkenin de, her tür talihsizliğe ek olarak neredeyse bizimkilerden beter yöneticilere sahip olması da başka bir trajedi.
Komünizmi yok saymak değil, revize etmek bir yolken, kapitalizmi seçen bir ülkenin düştüğü durum, sadece “üst sınıftan ve -kültürü olan- burjuvaya” yarıyor: onlar belki entelektüel ve fazla doyuyorlar, sanat da üretiyorlar. Üstelik izliyorlar da…
Kapitalizm bu yönüyle -sanatı dahil- iğrendirici bir nitelik taşıyor. Bizdeki durumdan iyiler mi bilinmez de, bizim arabesk burjuvazimizden iyi görünüyor okur yazarlarının halleri. Neyse “Ayka”ya dönelim: Muhteşem “Samal performansı” hedefi tam kalbinden vuruyor diyelim ve finali ve yorumunu izleyiciye bırakalım.
Bir başka dramatik yapıt “Les Amants du Pont-neuf”un karakterlerinin hemen hepsinin yeteneğe ya da estetiğe bulaşmış olması, Leos Carax’ın bir fantezisi değil. O yaraya ve “yaralayana” odaklı.
Aristokrat bir çevrenin kadınıyken, bu tuhaf hikâyenin, aşk acısıyla sokağı seçen Michele’i aslında bir ressam; ancak gün gün görme yeteneğini yitirmekte olan bir genç kız (Juliette Binoche). Alex bir eski sirk cambazı. Üçüncü kişi ise asıl yaralı olan adam: Yaşlı bir müze bekçisi. Estetiği çok biliyor. “İzlemenin” sanat öğrettiği bir kimlik. Kalın bir kaputla, düz giden adımlarının birden nehre yönelmesini ıslak ayak izleriyle betimleyen Carax… Ve geride kalan ise bir müze anahtarı. Altın kesit/altın simge!
Acı ve estetik akraba galiba. Ancak kapitalizmin ahlakı da sürekli acıyı kanatıyor; acılıyı ise ya baskı dolu amansız hastanelere kapatıyor, ya da sokağa meczuplukla damgalayıp bırakıyor.
Sistem aynı sistem: Direnen ipe gidiyor. Direnen katlediliyor, direnen anormallik sembolü oluyor. Hepsi kaypak bir “kapitalist bozuntusu” (terim Aziz Nesin’e ait) ülkenin sözde sosyal demokrasisinin ikiyüzlülüğü nedeniyle eyleme geçemeyen bir toplumunun kurbanlarının anlatımı. Şikâyet var her şeyden; ancak direniş yok.
Burada tam da Sartre’ın Antipsikiyatri’ye verdiği desteği kesin bir dille açıklayan (SPK Bildiri/Önsözünden) söyleminin zamanıdır:
“Marx’ın yabancılaşma sözcüğü ile kapitalist topluma özgü genel bir olgu olarak anladığı şeye hastalık adını veriyorsunuz. Haklısınız. 1845’de Engels İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’nda şöyle yazmıştı: Kapitalist sanayileşme ile öyle bir dünya yaratıldı ki, bu dünyada “yalnızca hem fiziksel hem ahlaki olarak hayvani bir düzeye gelmiş, insanlıktan çıkmış, alçalmış bir insan ırkı kendini bu dünyalı hissedebilir.”
Şimdi estetiği, Foucault’nun ya da Sartre’ın bu bakışlarından ya da Engels’in bu sözlerinden soyutlayacak mıyız? Sanatın tahrip edilmesinden dolayı, “estetik duygusu da yok edilmiş” bu dünyalı bir türlü iktidar mücadelesinde aktif rol almaya yanaşmıyor. Ona sınıf atlama vaadi verenler de parayı “tanrı gibi sunduğunda” ona tapınıyorlar. Sorun bu.
Bizden örneklerle; Yaşar Kemal ve Attilâ İlhan, kalemlerini halkın emrine verdiklerini açıkladılar. Aslında bu coğrafyayı, yarayı iyi tanımlayan Orhan Pamuk’un bu görevi ve duruşu reddetmesi de kendi dilinden seslendirilmiştir. Bu da onun ideolojik zaafı düşünüldüğünde şaşırtıcı değil. Türk entelektüeli ise meydan-bar seçimini yapmakta zorlanıyor. İşin edebiyatını yapmak ego açısından cazip, durum da bu.
Devrimci sanatçı, bu tehlikelerden uzak, çok şükür. “12 Eylül faşist Darbesinin arkasındayım” diyen kişiyi1 baş tacı eden bilinçsiz/şaşkın ve kendisine aydın adı veren kesime de Enver Aysever ile birlikte cevap verdik: “Senin faşistliğin de benim yaşamımı etkiliyor!”. Bilim de bu durumda ne yazık ki…
Yine yaratıma dönersek, sinemayı “ödül bile alsalar” ilkel bir yapıya indirgeyenlere karşı pırıl pırıl bir Faysal Soysal çıkıyor ortaya ve Bosna’dan Güneydoğuya kadar uzanan sihirli vicdan ve aşk hikâyesinde (Üç Yol/ 2013) yarattığı/yaşattığı/öldürdüğü karakterleriyle, yeni yüzyılın çağdaş dilini de kullanarak ülke sinemacılarına bir ders veriyor. Çünkü Soysal Kürt bir sinemacı ve “Ben bir Türküm” demediği müddetçe o kimliği ondan alamazsınız. Bu yüzden bu ülkede yaşayan herkese “Türk” adı verme gayreti, ırkçılıktan öteye gidemiyor; eğer aydın için asıl hedef enternasyonalizm ise bu durum daha da tuhaf bir kimliğe bürünüyor.
Örnekler çok…
Nâzım Hikmet’i, Mahzuni’yi zindanlarda süründürenlerin günahına karşı çıkmak gerekir, onları süs eşyası gibi taşımak değil. Neşet Günal, Balaban resim olarak ön sıraya aldığım sanatçılar değil, ancak sosyal açıdan ülke temeline koydukları harç sarsılmıyor. İdeolojik sanatçı duruşuna da hasretiz; tuhaf olan şeyse ülke sanatçısının ideolojik duruşunun ne olduğunu kendisinin de bilmemesi. Devrimci sandığımız şairlerin, iktidarlara/cemaatlere hizmet eden bazı “eski şairlere” neden yakın durduğu da bir başka soru. Bu konuyu da yazdım ben: “Şairin Politik Duruşu İnsani Etikten Bağımsız Bir Şey mi?”2 başlığıyla.
Daldan dala atlıyoruz; umuyorum ki atladığımız dal esnektir, kırılmaz: Yine sinema! Bizdeki “Susuz Yaz”dan, “Gelin-Düğün-Diyet” üçlemesinden; Metin Erksan’dan ve Lütfi Ö. Akad’dan çok insani renk aldık biz. Tıpkı, Tarkovski’den, Martti Helde’den aldıklarımız gibi. Buradan sanatçı uygarlık için savaşmalıdır iddiası çıkıyorsa onun da yanındayım: ve de gönülden. Zaten Michel Foucault entelektüelin siyasi işlevini tanımlarken şöyle diyor:
“Kitlelerin toplumsal gerçekleri görebilmesi için entelektüellere ihtiyacı yok. Onlar düşünce ve duygularını ifade ediyorlar da. Entelektüelin görevi, herkes hakkındaki ifade bulamamış hakikati söylemek için ‘biraz öne veya yana’ çıkmak değildir; entelektüelin rolü, daha çok iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etmektir. Bilginin, hakikatin, bilincin, söylemin oluşturduğu düzlemde.”
Konu, düşünce ve sanatsa entelektüel (aynı zamanda da ideolojik) ve yine estetik bilince de sahip olmalıdır. Buradaki diyalektik mekanizma, tersine sanatçının entelektüel olması gerekliliğini ortaya koyar. İdeolojik olmayan sanat elbette estetik değerinden bir şey kaybetmez. Sosyalist kültürden gelen Tarkovski “Sinema izleyicinin düzeyine inmeye çalışmamalıdır” derken bunu da söylüyor sanırım. Leos Carax “Holy Motors” filminin gösterimi için İstanbul’a geldiğinde, filmdeki “anlaşılmaz” kareler ve de felsefi derinlikle ilgili sorulara: “Filmden daha akıllı ya da daha aptal olmaya çalışmayın” diye yanıt vermişti. Aslında bu filmin her karesi insanlığın vicdan ve ahlak arayışına değiniyor. Ancak yönetmen bu filmde, insanlık, aşk ve adalet konularında epey karamsar görünüyor. Sanırım mesajı da insan duygusunun sistem tarafından tahrip edilmesi gerçeğini betimliyor. Bizdeki kötü günlerle hep birlikte yaşayan bir ülkede de beyinsel ve yaratıcı güce ihtiyaç var.
Estetik ise artık “Eagleton ileri sürüşleriyle” fazla ilgili olmak zorunda.
Sanat, ruhu güzelleştirirken çok karamsar şeyler söyleyebilir. Ancak onun yaptığı şey insan içindeki merhameti ve duyarlığı uyandırmaktır. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”da, Akira Kurosawa’nın “Rashomon”da yapmak istediği şey buydu zaten. Ancak meta en büyük tanrısı olmuşsa dünyanın, aşkın adaleti değil, varlığı bile sorgulanacaktır.
Hayat yaralı, ülke yaralı; “sözde” entelektüelin bir kısmı kanamalı, bir kısmı da söylem ustası, eylemini barlarda sürdürüyor, sürekli eleştirel bakış, ama çözüm önerisi yok. Eylemi de yok. Zaten entelektüel dememiz, gelenekten; entelektüel de pek yok bizde.
Elif Şafak, Ece Temelkuran, Ahmet Altan solcu geçinenlerin gözbebeği olmuş. “Dönüşler” keskin; izleyicide ise siyasi bilinç yok. Kimse bir şey bilmiyor bu bilinç hakkında artık! Tekrar olacak ama, 12 Eylül faşist darbesine övgüler dizenlerin solcu sanıldığı bir ülkede, eğer Enver Aysever birilerine “Senin faşistliğin benim yaşamımı etkiliyor” diyorsa ardında milyonlar olması gerek. Kimsecikler ise yok. Oysa demokratik geçinen ülkeler içinde sosyal demokrat partisi olmayan tek ülkeyiz dediğimde, en önce TKP’li olanlar beni eleştiriyor; sanki ben sosyal demokratmışım gibi…
Acılar gerçek.
Gerçekler acı.
Yakup Kadri “Yaban”da, uyuyan bir halkın içinde acı çeken bir zabiti betimlerken, biz de bu toplumda muhalefet geçinenlerin içinde bile yalnızız, demek geliyor içimizden. Solcuyum diyen, mülkiyete aşık, piyangodan umutlu, sadece kendine ait olana bağlı.
Psikiyatri sisteme hizmet ediyor; özgün insanı ilaçla uyuşturuyor. Üstelik, bilimsel araştırmalar, ilaç firmalarının çıkarına yeniliyor. Kurumlar, Kemal Paşa “kuruculuğunu” darmadağın etmiş ve biz açlık çeken sokakta yaşayan insanlara bakmıyoruz bile.
Vicdan nerelerdeydi ki…
Yine sanata dönelim isterseniz.
Kavramsal sanat dilinin galerileri ve siparişle resim yapanları yarı yolda bırakması herkesi korkutuyor. Ya da sanatı ticari nesne olarak görenleri.
Yeni çağın sanat dilinin felsefi olması ve de “yeni bir kavramsallık” içermesi benim için saygın bir önerme. Çünkü bu yüzyıl trajedi yüzyılı ve “dönemini kapatmış” hiçbir sanat dili bu çağı tanımlayamaz.
Bizim sanatçılar bu konuda tereddütlü. Ancak çok ünlü ressamlarımızın 50. Sanat Yılına giriş törenleri birkaç soruyu gündeme getiriyor: Elli yıllık dönemi baz alırsak, bu dönemin iki ayrı parçası birbirine tamamen zıt olayların yaşandığı dilimde var oldu. Ve bu iki zıt dilimde yaşanan olaylar sanata yansımadıysa, burada sorun vardır. Biz estetik derslerimizin ilk basamağında sanat/teknoloji paralelliğini3 algıladık. Buna da bin bir travma eklendi bu yüzyılda. Bunlardan uzaklaşarak sanat yapılamayacağını öne sürüyorum. Hâlâ aklı empresyonizmde kalmış bizim pek ilgimizi çekmeyeceğini düşündüğüm, Fransız estetikçi ve kavramsal sanatçısı Benoît Maire (d:1978) dili ise bu çağa fazla yakışıyor. Kanımca ustalardan çok, deneyselci gençler bize gerçek yol çiziyorlar ancak klikleşmiş bir ticari sektöre dönüşen bir ülke sanatı, sadece bulunduğu çizgide kalıyor. Oraya hapsoluyor salt san ve meta uğruna.
Şiirde bile artık Attilâ İlhan’lar dönemi kanımca büyük görkemiyle anıtlar bölümüne kaldırıldı. Murathan, “Sahtiyan”la bize öncü bir kapı açmıştı. Sevgili Orhan Alkaya da o kapıyı ardına kadar önümüze açtı: galiba bunu da göremiyoruz. Sinemanın şiire çok şeyler kattığı gerçeği ise şaşırtıcı. Ancak şiirin görselliği bizden uzak. “Sözcüklerle görüntü çizmek”4 bir Yunus Koray işi. Bu terimi kullanan ise Murathan Mungan. 1980’lerde “çoğaltmacılığa” karşı çıkan Murathan Mungan’ın da aynı tuzağa bugün düştüğünü söyleyebilir miyiz? Şaire ve okura sormalıyız bunu. Bu dil virtüözü, kanımca ortak dil yakaladığı bu toplumu aşmak zorunda; çünkü tekrara düşüyor.
Enis Batur’un kitap yayınını seriye bağlamanın yanlışlığını vurguladığı yazılar okudum yanılmıyorsam. Üst yapıt “çok yapıtın” karşısında kalıyor ne yazık ki çoğu zaman.
Sinemasal serüvenden buraya geldik. Ve yine başlığa dönersek duygu ve merhametin yanında yer almanın değerini Takeshi Kitano “Dolls”ta, Andrzej Wajda “Wilkolu Kızlar”da çok iyi anlattı. Şu an yeni çağ ve toplumsal vicdan adına bir şey söylemeyen, cinsellik merdivenleriyle ruhu tahrik eden Gaspar Noé tarzı sinemalar ise üst yapıt olarak -kanımca yanlış biçimde algılanarak- 21. yüzyıl travmalarının izdüşümünü salt bedenselliğe indirger. Bunun ise zamanı değil. Sanat “ilişki” kokuyor.
Ruhlar ise artık barut kokuyor.
Belki “Ülkeyi ve Özgürlüğü” anıyoruz şimdi kim bilir,
Ruhi Su, Neşet Ertaş, Fazıl Say, Şükrü Tunar ülkesi, resmen müzik adına emperyalizm kokan kirli gürültüler saçıyor dünyaya.
Son olarak üzerine de yazdığım bir sevgi sinemasına değineyim, incelik kokan…
“Like Sunday, Like Rain/Yağmurlu Bir Pazar” (Frank Whaley 2014) aslında içli bir sevgi hikayesi.
Erkek arkadaşıyla sorun yaşayan, üstelik işinden de kovulan Eleanor (Leighton Meester) şans eseri geçici bir bakıcılık işi bulur. Lüksün en uç noktalarda yaşandığı bir köşkte, 12 yaşında bir çocuğun bakımını üstlenecektir. Annesinin de evden uzak olduğu bu sürede, ilgileneceği çocuğun aslında ‘normal bir çocuk olmadığını’ anlamasıyla ortaya çıkan çelişkiler, zamanla Eleanor’ı bir başka ‘bakış iklimlerine’ taşıyacaktır. Bir kere Reggie, (Julian Shatkin) yapayalnız hayatında çocukluk aşamasını çoktan geçmiştir.
Çello dahisi, edebiyat kurdu ve de matematik zekâsı üst düzey olan bu çocuğun, bu yetenekleri onu çoktan “yetişkin bir ruha” ulaştırmıştır.
Bu iki kişi arasında oluşan ve müzikle onları birbirine bağlayan sıra dışı sevgiyi anlatmak uzun sürecek. Ancak -yurdumuza bakarsak- ekmek bulamasak bile sevmeyi becerebilseydik keşke. Bu filme de bu nedenle değindim.
Aşkın adaletine bile aç bir ülke. Ruhbilim bile bu düzlemde empatisini yitirmişse bu ülkeden/dünyadan ne bekliyorduk ki…
DİPNOTLAR
1) Gerici tavırlarıyla Jeoloji çevrelerince de yazılı olarak eleştirilen, darbe ve işkence yanlısı söylemler ortaya süren Celâl Şengör.
2) “Ahmet Özbek, Şiir Akademisi”
3) Prof. Dr. Zahit Büyükişleyen, 1977
4) Murathan Mungan ve Ödüllü Yunus Koray şiiri hakkında söyledikleri.