Ender Helvacıoğlu
Bütün başarılı politik devrimler ve dönüşümler -bir muhalefet gücü gösterilerek değil- bir iktidar gücü gösterilerek başarıya ulaşabilmişlerdir. Elbette bu iktidar söyleminin lafta kalmaması, somutlaşması ve iktidarın alınabileceğine dair güven vermesi gereklidir.
Bunun en güzel örneklerinden biri, kendi modernite tarihimizde Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı kurtuluş hareketidir. Mustafa Kemal İstanbul’da kalıp bir muhalefet örgütlemedi. İktidara yönelik bir çıkış örgütledi. Apoletlerini atıp Anadolu’ya geçti, Sivas ve Erzurum’da direniş öncülerinden oluşan kongreler topladı ve bir meclis kurdu. Direnen çeteleri bir araya getirerek düzenli bir orduya dönüştürdü. Yani kurtuluşun iktidar organlarını yarattı. Başarı böyle geldi.
Ekim Devrimi sürecinde Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin yaptığı da benzerdir. Lenin Ekim’in arifesinde ortaya attığı Nisan Tezleri’nde, Bolşevik Parti’nin çoğunluğunun bile tersine, oluşmuş burjuva hükümetine karşı bir muhalefet örgütlemeyi reddederek bir iktidar çıkışı önerdi. Bunun organını da gösterdi: “Bütün iktidar Sovyetlere”. Bu çıkış sayesinde Ekim Devrimi başarıya ulaşabildi.
Mao Zedung önderliğindeki Çin devrimi de benzer yollardan geçti. Oradaki iktidar yürüyüşü de -ilginçtir- şehirlerdeki katliamlardan bir kaçış, yani bir ricat (Uzun Yürüyüş) ile başladı. Mao, Pekin’de bir muhalefet örgütlemedi. Çin’in içlerine çekildi, bir halk ordusu kurdu, yerellerde kızıl siyasi iktidarlar oluşturdu, halk savaşı ve arada Japon işgaline karşı savaş ile döndü dolaştı Pekin’de iktidarı aldı. Uzun Yürüyüş bir iktidar çıkışı, halk ordusu ve kızıl siyasi iktidarlar (ve elbette ÇKP) da bu iktidar hedefinin organlarıydı.
Castro ve Che önderliğindeki Küba Devrimi de bu tür iktidar hedefli devrimci çıkışların en güzel örneklerinden biridir. Kore, Vietnam, Laos, Kamboçya devrimlerinde de benzer çıkışları ve organlarını görürüz.
Sadece bu tür devrimci çıkışlarda değil, karşı devrimlerde de aynı ilke geçerlidir. Hitler’in ve Mussolini’nin iktidar hedefli çıkış hareketleri buna örnektir. Ülkemizin yakın tarihinde AKP’nin iktidara gelişi ve PKK’nın siyaset sahnesine girişi de bu açıdan incelenebilir.
Tarih de bu tür örneklerler doludur. Jül Sezar’ın iktidarı alışı tipiktir (aslında Roma tarihinde bu tür örnekler çoktur). Paul Wittek, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu” adlı kitabında, nasıl olup da Selçuklunun mirasçısı iddiasındaki Karamanoğlu ve güçlü Germiyanoğlu beyliklerinin değil de bir beylik bile denemeyecek savaşçı çetelerden oluşan Osmanoğullarının bir imparatorluğa ulaşacak yürüyüşü başlatabildiklerini çok güzel açıklar.
Bütün bu devrimlerde, karşı-devrimlerde ve tarihsel devrimlerde ortak nokta, iktidar hedefli çıkışlardır. Belki başarıya ulaşanların yüz katı kadar başarısız örnekler de vardır, her çıkış başarılı olacak diye bir şey yok, ama başarılı olmanın gerek şartı iktidar hedefli bir çıkış örgütlemektir.
Bu şartı, konunun tarihteki duayenlerinden Machiavelli de çok güzel açıklar: “Yenilikçiler, güçlerini kendi kendilerinden mi almaktadırlar, yoksa başkalarına mı bağımlıdırlar; başka bir deyişle, girişimlerini yürütmek için dilekte mi bulunuyorlar, yoksa zora mı başvuruyorlar? Birinci şıkta, onların sonu daima kötü olur ve hiçbir yere varamazlar. İkinci şıkta ise, yani hiçbir yere bağımlı değillerse ve zor kullanmak imkânına sahip bulunuyorlarsa, aksine, başarısızlığa uğramaları ihtimali çok azdır. Bu nedenledir ki, bütün eli silahlı peygamberlerin başarıya ulaştıkları, silahsız olanların ise hüsrana uğradıkları görülmüştür.” (“Hükümdar”, Sosyal Yayınlar, Çeviri: H. Kemal Karabulut, 1. basım, Mayıs 1984, s.107)
Kısacası, iktidar salt muhalefet ederek alınamaz. Mevcut iktidarın karşısına bir iktidar gücü konmalıdır. Sadece yukarıda örneklerini verdiğimiz büyük politik dönüşüm süreçlerinde değil, herhangi bir iktidar değişimi sürecinde de geçerlidir bu kural. Hatta sadece iktidar değişimlerinde değil, bir politik odağın siyaset sahnesine girebilmesi için de aynı kuralın uygulamaya geçmesi gerekir.
***
“İktidar hedefli çıkış” kavramını biraz daha açmak gerekiyor. Bu noktada ikinci bir kavram önerebiliriz: “Mekân sahipliği”. Mekân sahipliği duygusu ile iktidar hedefi birbirini bütünler. Biri olmazsa diğeri de olmaz. Dahası, mekân sahipliği duygusu olmadan yapılacak muhalefetler, “müzmin muhalefet” olarak kalacağı gibi işbirlikçiliğe dahi uzanabilir.
Örneğin günümüzde sosyalist sol mekân sahibi midir? Böyle bir duyguya sahip midir, böyle bir perspektifi var mıdır?
Mustafa Suphi ve arkadaşları mekâna sahip çıkmak hedefiyle harekete geçmişlerdi (tıpkı Mustafa Kemal ve arkadaşları gibi) ama katledildiler. O tarihten sonra ilk kez 68 hareketinden türeyen sol, mekân sahibi olarak davranabilmişti. Kemalist ana-babaların sosyalist çocukları olan Deniz’ler ve Mahir’ler -fazla hesap kitap yapmadan, gençlik heyecanıyla, ama büyük bir özgüvenle- mekân sahipliği duygusuyla harekete geçmişlerdi. İkinci kurtuluş savaşı verecekler, Kemalistlerin yarım bıraktığı süreci tamamlayacaklar ve ülkeyi kurtaracaklardı. Mahir Çayan bu hareketin teorisini de yaptı: Uyuyan mekân sakinleri öncü savaşçıların anonsuyla uyandırılacaktı. Olmadı ve bu hareketin öncüleri de fiziken ortadan kaldırıldılar. 78 kuşağında da mekân sahibi duygusu vardı, önceki devrimci kuşağın başlattığı hareketi sonuçlandırmak amacıyla harekete geçildi ama 12 Eylül faşist darbesiyle karşılaşıldı.
12 Eylül faşizminin sosyalist sol üzerindeki en büyük tahribatı mekân sahipliği duygusunu yok etmesi, solu mekâna yabancılaştırmasıdır: “Bu mekân, bizi içeri tıkan, işkence eden, idam eden bir mekândır. Mekânın simgeleri olan al yıldızlı bayrak ve ulusal marş işkence ve baskı ile bütünleşmiştir.” Böyle bir ruh hali egemen oldu; 12 Eylül faşistlerinin de istediği buydu zaten. Bu tarihten itibaren Türkiye sosyalist solu, adım adım mekân sahipliği duygusunu, daha doğrusu iktidar perspektifini yitirdi. Uzatmayalım, kimimiz emperyalist kurumlara, kimimiz Kürt hareketine, kimimiz CHP’ye, kimimiz devletin şu veya bu kanadına yaslanarak politika yapmaya çalıştı; elbette bağımsız politikalar olamazdı bunlar. Bu tür politika yapmaya yanaşmayanlar ise kendi mekânlarına çekildiler ve kendilerine o küçük mekânlar çerçevesinde başarı ölçütleri koydular; dolayısıyla fiilen ülkenin politika sahnesinden, politikadan koptular. Bu zaaf hâlâ aşılamamıştır.
Peki, Siyasal İslam mekânın sahibi olabildi mi? 23 yıllık iktidarına karşın olamadı. Çünkü mekânın kurucu ilkeleriyle barışık değil, onlara karşı savaşıyor. Siyasal İslam, sahiplikten çok, mekâna çöken ve sökülüp atılmadan önce yapabileceği tüm yağma ve talanı yapmaya çalışan bir işgalci ve mafyatik dış güç gibi davranıyor. Bu travmatik davranış, mekâna yönelik tüm politikalarına yansıyor: Tüm kamu kurumlarının yağmalanması, muhalefete karşı düşman hukuku uygulanması, halkın absürt vergilerle soyulması ve yoksullaştırılması, ülkenin tüm doğal zenginliklerinin talan edilmesi, vb. Bütün bunlar, hasbelkader mekâna çökmüş ve kalıcı olamayacağını bilen bir gücün davranışıdır. “Ben yağmalayacağım kadar yağmalayayım, benden sonrası tufan” yaklaşımı… Aslında günümüz burjuvazisinin yaklaşımıdır bu. Küresel burjuvazi ile Siyasal İslam bu konuda çok iyi ortaklaşıyorlar.
İlginç bir dönemden geçiyoruz. AKP iktidarı, belki mekân sahibi olamadı ama mekânı ve eski mekân sahiplerini tarumar etmeyi başarabildi. Eski mekân sahipleri, dağılmış ve değişmiş yeni mekân için gerekli olan yeni bir sahiplik perspektifi geliştiremediler; eskiye dönüş gibi olanaksız bir çaba içindeler. Kürt hareketinin mekâna sahip çıkmak gibi bir perspektifi zaten yok; onlar kendi mekânları için uğraşıyorlar. Mevcut sosyalist solun durumunu yukarıda açıklamaya çalıştık.
Kısacası bugün mekân sahipsizdir. Daha doğrusu sahibini beklemektedir.
NOT: İktidar perspektifi ve mekân sahipliği meseleleri hem kuramsal hem de politik boyutlarıyla -tarihsel ve güncel örnekleriyle- tartışılmaya muhtaçtır. Örneğin “Marksizmin kaynakları” meselesinin nasıl ele alınması gerektiği… Örneğin “halkın sandığı”, “evdeki bulgur” kavramları (elbette bulgurdaki taşları temizleyerek)… Örneğin kitle çizgisi ve doğru eylem ilkeleri… Başka yazılarda bunları ele alırız tek tek. Ama asıl yapılması gereken, yazmaktan çok, ortak platformlarda açık yüreklilikle ve önyargısız biçimde bu konuların tartışılması.