Ana Sayfa Dergi Sayıları 253. Sayı Tehlikeli bir yenilgi kültürü ya da ‘devletin tepkisellik aygıtı’: A.C.A.B.

Tehlikeli bir yenilgi kültürü ya da ‘devletin tepkisellik aygıtı’: A.C.A.B.

Halk haklı talepleri için sokağa çıktığında, karşısına hukuksuzca dikilen zor aygıtına zaten baş eğmiyor, anayasal hakkı olan eylemleri yapmak için korkusuzca yürüyor, iradesinde diretiyor. Geri adım atmadığı gibi, “simit sat onurlu yaşa” gibi memleketli tezahüratları da üretiyor, kolluk güçlerine, devlete yaptıklarının hukuksuz olduğunu haykırıyor. ACAB ise gözlerimizi öze kör ederek zihnimizi biçime sıkıştırıyor. Bizi kendi küçük haklılığımıza / mikro kozmosumuza / yankı odalarımıza hapsediyor. Siyasi muhatabı kolluk kuvvetleri olarak kodluyor, enerjinin akış yönünü saptırıyor, dağıtıyor.

1631

Alp Atamanalp

Bana bu yazıyı yazdıran itkiyi, ODTÜ Devrim Stadyumu’na karla yazılmış ACAB harflerini gördüğümde hissettim. O ana kadar öğrenci hareketi içinde yaygınlaştığını gözlemlesem ve üzerinde durmasam da, bu sloganı DEVRİM yazısının üzerinde görmek içimde bir kırılma yarattı, belki 2013 Haziran Ayaklanmasından devraldığım kimi korkuları yüzeye çıkardı ve konuya dair yazmaya teşvik etti. ACAB ideolojisi, kültürü ve estetiğiyle; kendi kuşağımın, Haziran Direnişi’nde öğrenci olanların çıkardığı kimi dersleri aktarmaya verimli bir zemin sunduğu için, bunu bir fırsat olarak da gördüm.

Öncelikle; stadyuma karları küreyip ACAB yazan öğrenci arkadaşların niyetlerinden hiçbir şüphem yok elbette, nasıl olsun? Üniversite öğrencileri; yorulmuş, bitkin fakat yılmayan bir halkın öncüsü oldular. İleri atılışın işaret fişeğini, tarihten aldıkları mirasla bir kez daha ateşlediler ve halkı arkalarına katarak yürüyüşe başladılar. Bundandır ki, Ankara’da istisnasız bütün eylemlerde, “Öğrenci arkadaşlarımız da alanda” dendiği an tüm kitleyi bir coşku alıyor. Halk onları bağrına bastı, ben de kişisel olarak, onlarla bir zamanlar aynı sıraları paylaşmış olmaktan, şimdi de omuz omuza durmaktan gurur duyuyorum.

En büyük korkum, içine girdiğimiz bu inişli çıkışlı tarihsel sürecin, tıpkı 2013 Haziran Ayaklanması gibi bir muhalefet hareketi olarak kalması; halkın yılların birikimiyle ortaya çıkan enerjisinin, haklılığının, taleplerinin ve çıkarlarının bir şekilde iktidara taşınamaması, hayatla buluşamamasıdır. Yalnızca bu da değil, muhalefette kalmak korkusunu katlayan en yakıcı gündemlerden biri, hareketi zorla bastırmak yolunu seçen iktidarın, halihazırda son derece kabarık olan suç defterine yeni sayfalar halinde eklediği gözaltında işkence ve taciz gibi, maruz kalan yurttaşlarımızda onulmaz yaralar açan insanlık suçlarının hesabını soramamaktır.

Kimse yalnız başına çok zeki değil, halkın kolektif bir aklı var. Bu yazıda yalnızca, devrim fikri ile taban tabana zıt gördüğüm, fakat giderek yaygınlaşan ve hareketin zayıf karınlarından biri olduğunu düşündüğüm bir ideolojik/kültürel motife dair düşüncelerimi, tartışılması umuduyla, bu ortak akıl ile paylaşmak istedim.

Bu bağlamda, yazının iddiası, kuramsal anlamda bir tür “anarşizm motifi” diyebileceğimiz ACAB’ın, tam teşekküllü bir yenilgi kültürü/ideolojisi/estetiği olduğudur. Bir ara kuşağın mensubuyum, dolayısıyla üst kuşaklara ve alt kuşaklara aynı anda derdini anlatabilmenin kimi zorlukları var. Okurun yazıyı “Vay sen nasıl ACAB dersin!” benzeri bir iptal kültürü çıktısı değil de, bu bağlamda bir katkı olarak değerlendirmesini dilerim.

Tarihin akışı çok hızlandı! Günü gününe değişen kolektif hissiyat, in çık, in çık, ardı ardına hamleler, deniz olmuş halk adım adım, dalga dalga, fakat kükreyerek yükseliyor, harıl harıl turpun büyüğünü arayan iktidar çıkara çıkara soğan cücükleri çıkarabiliyor heybesinden… Belki de yazıda dikkat çekilen unsurların hiçbiri, gerçek birer tehlike oluşturmadan halk denizince süpürülüp gidecek, temennim de bu yönde, umarım bu yazıdaki çekinceler, 2013 Haziran’ında yenilen kuşağın bir üyesinin kuruntusu olarak kalır ve tarihin çöplüğüne gider!

Nedir bu A.C.A.B.?
Terime aşina olmayan, belki sağda solda karşılaşan ve anlam veremeyen okur için: A.C.A.B., “All Cops Are Bastards” ifadesinin kısaltmasıdır, kabaca “Bütün polisler piçtir/şerefsizdir” olarak çevirebiliriz. İngiliz alfabesinde ilk harflerine karşılık gelen 1312 ile de yazılır. Kökünü İngiltere’den, 20. yüzyılın ilk yarısındaki grev ve hapishane kültüründen alır. Yine İngiltere’de, 1970’ler ve 80’lerde punk ve skinhead alt kültürlerinde yaygınlaşarak politik bir kimlik kazanmıştır. Esasında Skinhead alt kültürü içinde ACAB karmaşık bir yere sahipti; çünkü hem sağ hem de sol hareketler tarafından sahiplenilebiliyordu.

Yine 1980’lerde İngiltere’deki maden işçileri grevi, Brixton Ayaklanması gibi olaylarda polisin sert müdahaleleri ACAB’ın politik benimsenirliğini daha da güçlendirdi. Punk müzik alt kültüründe ve duvar yazılarında sloganın görünürlüğü arttı, 1990’lardan itibaren Avrupa’da futbol taraftar grupları (ultras), 2000’lerden sonra ise ABD’de Occupy ve Black Lives Matter gibi hareketlerle sloganın kullanımı daha da küreselleşti. Türkiye’de ACAB 2013 Haziran Ayaklanmasında yer yer kendini gösterse de, esas görünürlüğüne 2025 Bahar Ayaklanmasında erişti/erişiyor.

Brixton Ayaklanmasında polis barikatı, 1981 Nisan, Londra. https://www.theguardian.com/world/2021/apr/12/brixton-rioting-flares-again-as-police-move-in-archive-1981

Bağlama göre anlamı ve hedefi değişebilse de genel olarak ACAB “Antifa” gibi otorite karşıtı, ideolojik anlamda anarşizan hareketlerle veya taraftar gruplarında gördüğümüz üzere, polise tepkisellikle özdeşleşmiştir.

ACAB’ın üzerine uzlaşılmış bir kuramsal çerçevesi, bir el kitabı ya da kılavuzu yoktur, kuramsal anlamda anarşizmin beslediği ideolojik motiflerle, kültürel öğeler ve gaz maskeli, sprey boyalı, 1312 dövmeli, molotof kokteylli, yanan barikatlar önünde el ele tutuşmacalı bir tür “direniş estetiği” ile birlikte gelir. Kurumsal sağ hareketlerin propagandalarında, popüler kültürde, Batı film ve dizi sektöründe “taleplerinin ne olduğu belli olmayan, eylemleri hiçbir sonuç vermeyecek şiddet yanlısı türediler” imgesini vermek için kullanılır.

Zafer mi, yenilgi mi?
Her şeyden önce, basit ama temel birkaç hatırlatmayla başlayalım. Hiçbir kitle hareketi sonsuza kadar sürmez. Kitle hareketleri, halk hareketleri, ara zaferler ve ara yenilgiler, ileri adımlar ve geri çekilişlerle inişli çıkışlı bir seyir izler ve ardında yeni bir güçler dengesi bırakarak sonuçlanır. Bugün de durum farklı değil; büyük iddialarımız, kısıtlı kaynaklarımız, verimli ve titizlikle kullanmamız gereken bir enerji havuzumuz var, bunu bilelim.

Devrim, köklü dönüşümler, eskiyi yıkıp yeniyi kurmak, güneşli günler, adına ne dersek diyelim, her şeyden önce bir zafer meyvesidir, milyonlarca sıradan insanın işçiliğini yaptığı bir zaferin meyvesi. Yenilgi ise, öyle veya böyle, düşleri zihinlere ve kalplere hapseder, iyiyi güzeli yaşamla buluşturamaz, haklılıkları iktidara taşıyamaz, yurttaşların ülkeyle olan bağlarını bir bir koparacak yeni karanlık zamanların önünü açar.

Kulağa basit geliyor, fakat ara ara kendimize hatırlatmamız gereken dupduru gerçekler bunlar. Biz zaferin peşindeyiz, yenilginin değil. Kaçıp gidecek başka yerimiz yok, bu ülkeyi baştan yaratacağız, iddiamız budur. “Muhalif olmak yasak, haklılığımız iktidara!” da diyebiliriz.

Bugün hareketin parçası olan bütün toplumsal kesimlerin etrafında kenetlendiği ilk hedef, ilk potansiyel zafer, ülkenin tepesine çöreklenen çete iktidarının koltuklarından indirilmesidir. Bu gerçekleşebilecek midir, hareket nerede duracaktır, duracak mıdır, olası bir zaferin ateşi özgür yurttaşların kurduğu bir emekçi cumhuriyetiyle taçlanacak mıdır, olası bir yenilgi bizi nereye sürükleyecektir… Bunları tarih aktıkça görecek ve tartışacağız.

Bu noktada bir parantez de öncülüğe açalım. Elbette halk hareketleri bağlamında, bireysel tasarrufların etkisi oldukça kısıtlı, bu işin esası kurmaylıkta, öncülükte, harekete olgun bir kurucu program yazabilme becerisinde, halkın enerjisine yön tayin edebilme niteliğinde, kendimizden olmayan milyonları bizimle yürütebilme, bu amaca hizmet eden araçları yaratabilme yeteneğindedir. Öncüsüz devrim olmaz. Fakat bu satırları yazarken, emekçi halkın ülkeye dair tasarruflarının, özlemlerinin bir programı ve aracı henüz ortaya çıkmamıştı, öncülük fiilen henüz yalnızca CHP’nin tasarrufundaydı, o da süreci galiz bir hata yapmadan, kendi perspektifinden yürütüyordu.

Türkiye sosyalist hareketi için konuşacak olursak, tekil tekil siyasi hareketlerin, birer birer üye kazanmak dışında siyaset minderine çıkma ve oyun kurma hamlesi henüz gelmedi. Bu yapılmadığı takdirde, hareket öyle veya böyle CHP’nin insafına kalacak. Belki iktidarı koltuğundan indirdiğiyle (bu kazanımı küçümsediğim sanılmasın, aksine, bahsettiğimiz üzere, ülkenin ve coğrafyanın kaderini belirleyecek ilk büyük hedeftir) fakat ardında emekçi halkın çıkarlarını savunabilecek ve iktidara taşıyacak bir yapı bırakmadığıyla kalacak, belki çeşitli pazarlıkların konusu olup sönümlenecek… Hareket sönümlendiği ölçüde ACAB benzeri, hareketin şimdilik içinde eritebildiği geri motifler daha da öne çıkacaktır, bundan kaçış yok. Öncülük meselesini acil fakat başka bir tartışmanın konusu olarak şimdilik kenara ayıralım.

ACAB’ı ameliyat masasına almadan evvel, tartışmayı üzerine oturtabileceğimiz kuramsal bir zemin oluşturarak başlayalım işe.

Siyasal dönüşümün kök denklemi
Bir soru: Siyasi yapılara, iktidar ya da muhalefet fark etmeksizin, güçlerini veren esas unsur nedir? Nükleer başlıklar, tanklar, toplar, dronlar, tüfekler, coplar, biber gazı kapsülleri mi? Hakimler, savcılar, bürokratlar mı? Taşlar, sopalar, molotof kokteylleri mi?

Hayır. Siyasi yapılara gücünü veren başat unsur, onlara rıza üreten sıradan insandır, milyonlardır.

Her siyasi yapı bir yekvücut olma, yıkılmazlık, sızdırmazlık illüzyonu yaratmaya ve bunu diri tutmaya çalışır. Fakat ne kadar tekleşmiş görünürse görünsün, politikanın arenasında olan, kitlelere dayanan her siyasi öncü, bünyesinde türlü ekonomik, siyasi, kültürel çıkar ayrılıkları ve farklı eğilimler barındırır.

Bütün siyasi yapıların bir alt kümesi olan siyasi iktidarlara odaklanalım: Ne kadar güçlü olursa olsun, altında onu taşıyan zemin, yani onu omuzlarında yükselten milyonlarca insan, çatırdayan bir iktidar, çatlaklar olgunlaştığı ölçüde yalpalayacak ve devrilecektir. Tarihten iktidarların yaşam döngüsüne dair bir tunç kanun çıkaracaksak eğer, budur. İktidarın başat iki aygıtı rıza üretimi ve zor ise, rıza zorun mühimmatıdır, rızasız zor, günün sonunda şarjörü mutlaka tükenecek, boş sıkacak bir tabancadır.

Her gerçek siyasi hareket, gücünün esasını öyle veya böyle arkasında topladığı kitlelerden alır. Bu siyasi güç, iktidarda ve devlet düzeyinde örgütlü de olsa, her ne kadar yekvücut görünse de, benzer çatlaklara mutlaka sahiptir. Bugünden yarına olmasa da, bu çatlaklar, hakikat anı geldiğinde meyvelerini mutlaka verir.

Trump karşıtı gece eylemi, 2020 Ağustos, Washington DC.
https://wjla.com/news/local/photos-weekend-late-night-protests-in-dc?photo=22

Toplumlar karmaşık sınıfsal, siyasal, kültürel yapıları, sınıflar mücadelesini, siyasi yönelimler ve geçişkenlikleri içeren çok dinamik yapılar kuşkusuz. Bu karmaşadaki gürültüyü, işimizi kolaylaştırmak için biraz sadeleştirelim, kitlelere ve devlete biraz yüksek irtifalardan bakıp, bu soyutlama düzeyinde biraz durup, siyasetin belirleyici denklemlerinden birini ortaya koymaya çalışalım.

Öncelikle, her altüst oluşun, siyasal dönüşümün hammaddesine bakalım: Kitleler. Kitleler dendiğinde kabaca, burjuvazi dışında kalan, siyasal spektruma dağılmış farklı ölçeklerdeki halk yığınlarını anlarız. Ulusal ölçekte işçi sınıfı, küçük burjuvazi, köylülük, işsizler ve diğer kesimlerin oluşturduğu milyonları veya belli bir bölge ya da ildeki yurttaşları veya yerellerdeki, mahallelerdeki, işyerlerindeki, kampüslerdeki halk kitlelerini. Kitleler, verili bir tarihsel anda, siyaset spektrumuna dağılmış bir kolektif bilinçler toplamıdır.

Her tarihsel dönem için geçerli olmak üzere, kitleleri, siyasi iktidarla kurdukları ilişki bakımından kabaca üç segmente ayırabiliriz:

1) Dönemsel olarak değiştirme arzuları derinleşmiş, eskisi gibi yönetilmek istemeyen (muhalefet için halkın ileri, iktidar için halkın geri unsurları) hoşnutsuz milyonlar.

2) Daha ortada duran, ileri ve geriyle geçişkenliği olan unsurlar, tarafsız milyonlar.

3) Mevcut iktidar bloğunun tabanı, bir şekilde onunla barışık olan, ona rıza üreten, bir kısmı da onun militanlığını yapan (muhalefet için geri, iktidar için ilerideki) milyonlar.

Benzer bir tasnif, devlet ve bürokrasi için de yapılabilir. Örneğin Türkiye için, bugün Cumhur İttifakı köşe başlarını tutsa ve hiyerarşinin tepelerinin önemli bir kısmını kaplasa da, daha alt kademelere indikçe, siyasal spektrumdaki yer açısından görece heterojenleşen bir yapı düşünebiliriz devlete ve bürokrasiye dair.

İdeolojik konumlanışları ne olursa olsun, siyasetin enstrümanlarına hakim aktörler, kitlelere ya da yapılara baktıklarında hiçbir zaman yekpare bütünler görmezler. Siyasi bir çift gözün görmeye çalışacağı ilk unsur, rakibe gücünü veren kitlelerin ve araçların içindeki çatlaklardır. Bu çatlaklar çeşitli biçimlerde yoklanır, tespit edilenlerin üzerine ileri geri hamlelerle gidilir, derinleştirilmeye çalışılır.

Halk kitleleri ve devlete dair bu tasnifin bütün unsurları, siyasi öncülerin potansiyel kaldıracıdır. İktidar ya da muhalefet fark etmez, siyasi öncüler stratejilerini kendi konumlanışlarına göre bu tasnifteki ileri/kendilerinden olan unsurları çoğaltmak ve konsolide etmek, ortada duran unsurların içinde çatlaklar yaratarak kopan zayıf halkaları saflarına ya da çekebildiği kadar yakına çekmek, en gerideki, kazanılamayacak unsurları ise yine çatlaklar yaratarak tarafsızlar kümesine çekmek, çekemediklerini yalnızlaştırmak, sindirmek ve pasifleştirmek üzerine kurar.

Bütün, ama bütün siyasi dönüşümlerin ve statükoların maddi temeli bu akışkan tasnifte gizlidir. Uzun yıllar, tasnifteki kümelerde büyük değişiklikler oluşmayabilir (statüko), fakat hayat akmaya devam eder ve ne zaman ki bu kümeler arasındaki akışkanlığın nicel ağırlığı yeni bir nitelik doğurur, işte o zaman değişim gündeme gelir. İktidarlar da, ne kadar güçlü gözükürlerse gözüksünler, hamle ve manevra kabiliyetlerini bu tasniften türetirler, ellerinin uzanabileceği mesafe ve şiddet bu toplumsal saflaşmalar gerçeğince belirlenir.

Örneğin, AKP’nin veya ardından dönüştüğü Saray iktidarının 20 küsur yıldır iktidarda kalabilmesinin, fakat toplumu esir alamamasının ve görünürde tekleşse ve sertleşse de temelde zayıflayışının sosyolojisi de buradaki parçalı yapıda saklıdır. Şimdiye kadar bahsettiğimiz mekaniğe, sonradan da kullanmak için “siyasal dönüşümün kök denklemi” diyelim.

Peki ne alakası var bunun ACAB’la? Geleceğiz.

Siyasette doğruyu ve yanlışı nasıl ayırt ederiz?
Mekândan ve zamandan, toplumsal güç dengelerinden, toplumu oluşturan sınıfsal ve siyasal segmentlerin durumları ve potansiyellerinden bağımsız bir doğru ya da yanlış olamaz.

O zaman elimizde siyasal doğru ve yanlışın sınırlarını mekândan ve zamandan bağımsız olarak çizebilen bir ölçüt olmalı. Bu ölçüt nedir? Bireysel öfkemiz midir? Estetik beğenilerimiz midir? Haklılık hissimiz midir? Ön kabullerimiz midir? İçinde devindiğimiz siyasi veya sosyal çevrenin ortak hissiyatı/beğenileri midir? Hayır.

Kendi mikro kozmosumuzun, yani bireysel vicdanımız, duygu durumumuzun şiddeti, haklılığımız ve içinde devindiğimiz sosyal/siyasal çevrenin duygu durumu ve haklılık hissi değil, halk hareketinin kolektif hissiyatı, morali, radikalizmidir esas kıstas. Buna kısaca “emekçi vicdanı” da diyebiliriz. Doğru ve yanlışı belirleyen biricik ölçüt de budur.

Elbette elimizde bir “kolektif his-ölçer” yok, fakat topluma biraz yüksek irtifadan bakmaya çalışmak, basit matematik hesapları, ilgili zihinsel kasları geliştirmek son derece faydalı bir uğraştır ve kaba da olsa işlevsel tasnifler yapabilmemizi sağlar.

Hayatın akışındaki her bir parametreyi kontrol edemeyiz, halk güçleri de hata yapar, hatta birçok durumda halk denizinin meşruiyeti bu hataları eritebilecek ve görünmez kılacak kadar güçlüdür. Fakat kritik hatalar yapmamaya çalışmak için, zihnimizi o veya bu ölçüde diri tutmalıyız. Bu konunun bağlandığı yer, aslında yine öncülüğe dair tartışma elbette.

Sarı Yelekliler eyleminden bir an, 2018 Paris https://www.youtube.com/watch?v=UIBGDsalRsQ&ab_channel=MZMusic

Kendi destekçilerinden dahi rıza üretmekte zorlanan, elinde kaba zor dışında pek azı kalan iktidarların bu zoru ve devlet aygıtını, yeni bir rıza hasadı yapabilmek için, ustalıkla kullanmaktan başka çaresi kalmaz. Tam da bu nedenle, benzer bir stratejik aklı, hiç yoktan “siyasi doğru” ve “siyasi yanlış”a dair bir sezgiselliği geliştirmek de halk kuvvetlerinin, öncüleşen unsurların ödevidir.

Doğru eylem nedir?
Yaşadığımız süreç, bir eylemler silsilesi biçiminde hayatla buluşuyor ve toplumun maddesine şekil veriyor. Siyasal dönüşümün kök denklemindeki değişkenleri ve nicelikleri belirliyor. Peki, amacımız zaferse ve zaferin yolu hareketin dalga dalga büyüyerek aşamalar kaydetmesiyse, bunun gerektirdiği doğru eylem çizgilerini ve harekete zarar verebilecek yanlış eylem çizgilerini hayatın içinde nasıl tespit edeceğiz?

Yakın tarihten iktidarca “illegal” kategorisinde olan ya da o kategoriye sokulabilecek iki eylem örneği verelim. 2013 Haziran Ayaklanması ve ardından gelen süreçte birkaç dip noktası tespit edebiliriz, bunlardan bir tanesi, hareketin henüz başında, 2013 Haziran’ında Taksim Meydanı’nda yapılan molotoflu eylemdir. Hatırlayanlar için, hareketle gönül bağı kuran milyonlar hep bir ağızdan “Polis tiyatrosu!”, “Kendi adamları!”, “Bak bak, cebinden telsizi bile sarkıyor!” diye haykırmıştı o gün. Bir de 19 Mart’ta İstanbul Üniversitesi’nde polis barikatını, yüzlerini saklamaya ihtiyaç duymadan kenara atan öğrencileri ve tetikledikleri halk hareketini düşünelim.

Haziran Ayaklanmasından bir karşılaştırma daha. Kardeşimiz Berkin Elvan’ın cenazesini hatırlayalım. Berkin kardeşimizi yüz binler uğurladı, cenazesinde halk adeta çağlamış ve kardeşlerinin mücadelesine sahip çıkmıştı. Hareketi büyüten, tarafsızlar kümesini dahi derinden etkileyen, olağanüstü bir eylemdi. 2015 Mart’ında Çağlayan Adliyesi’nde “Berkin Elvan için adalet” talebiyle yapılan eylem ise, biçimsel olarak ne kadar radikal görünse de, toplumun, Berkin’i uğurlayan yüz binlerin dahi benimsemediği bir eylem, hatta dönüp baktığımızda diyebiliriz ki Haziran 2013’te başlayan ve ardında pek bir mevzi bırakamayan hareketin bitiş ilanı olmuştu.

Bu örnekteki eylemlerin neden doğru veya yanlış eylem olduğunu, başta belirlediğimiz “siyasal dönüşümün kök denklemi” üzerinden okuyalım. Hangi eylemler ilerideki kitleleri konsolide ediyor, tarafsız kitleleri ileriye çekerek harekete katıyor, gerideki kitleleri tarafsızlar kümesine çekiyor veya pasifize ediyor? Hangileri ilerideki kitlelerde soru işaretleri ve ciddi çatlaklar yaratıyor, onları tarafsızlar kümesine sürüklüyor, safları bölüyor ve zayıflatıyor, tarafsız kitleleri geriye itiyor, gerideki kitleleri konsolide ediyor?

19 Mart’ta İstanbul Üniversitesi öğrencileri, milyonların haklılığıyla ayağa kalktı.
https://www.birgun.net/haber/istanbul-universitesi-nde-barikat-asildi-ogrenci-seli-sarachane-ye-ulasti-608545

Biçim olarak baktığımızda, yukarıda bahsi geçen yanlış eylemlerin radikal görünen birçok unsuru olduğunu rahatlıkla tespit edebiliriz, fakat sonuç olarak hareketi geriye çektikleriyle kalmışlardır. Yani eylemde devrimci olan, ilerici olan, doğru olan biçim/estetik değil, özdür. Özü de kişisel tasarruflarımız, “legal” ya da “illegal” olan değil, kitlelerin kolektif vicdanı, enerjisi, haklılığı, sağduyusu, mücadele azmi belirler. Bütün devrimci süreçlerin belirleyici gücü, kitlelerin radikalizminden, kitlelerin radikalizm potansiyelinden gelir.

Bir eylem kurgusu zihnimizi kurcalıyor, bizi yüzümüzü kapamaya, kimliğimizi saklamaya zorluyorsa, o eylemde yenilgi zafere karşı 3-0 önde başlar. Daha kötü ihtimalde ise, bu tür eylemler süreğenleştikçe kitleleri mücadeleden soğutur. Dayak yediğimiz, yerlerde sürüklendiğimiz eylemler de yanlış eylem çizgisine bir örnektir. Bunlar yenilgi eylemleridir, birer zayıflık ilanıdırlar. Başlangıçta halk saflarında konsolidasyon yaratıyor gibi görünseler de, devam ettikçe geniş kitlelerde uyandırabileceği en gelişkin duygunun, umutsuzluk üzerine bina edilmiş şefkatli bir acıma hissi olduğu eylemlerdir. İktidarlar böyle eylemlere bayılırlar.

Biçime ve öze dair başka örnekler
Siyasal spektrumdaki dönüşümler açısından özün biçime karşı olan belirleyiciliğini birkaç örnekle açıklamaya çalıştık.

Başka motiflerden birkaç örnek daha verelim. Örneğin, geçtiğimiz günlerde Galatasaray kadın voleybol takımı kaptanı İlkin Aydın, maç öncesi polis teşkilatının kuruluşunun 180. yıldönümü için açılan pankartı tutmadı. Bu tavır, hareketle gönül bağı kurmuş herkesçe olumlandı. Aydın, bu olayın duyulması sonrasında sosyal medya hesabında bir paylaşım yaparak “Ülkemizin güvenliği ve huzuru için canla başla çalışan polislerimiz, sizleri seviyoruz. İnanın kastım size değil.” dedi ve yankı odası tepkiselliğinin hedefi oldu “Vay hain!”.

Oysa Aydın’ın söylediklerinde hiçbir sorun yok, ülkedeki hukuksuzluğa ve polis şiddetine gösterdiği tepkiden geri adım atmıyor, sıradan milyonlarca yurttaş gibi, emniyet mensupları içinde bir ayrım gözetiyor ve orayı ayrıştırıyor. Bu tutumun emniyet içindeki bir çatlağı bulduğuna emin olabiliriz, meyvesini hemen vermeyecek olsa da. Bundan da önemlisi, kendini hareketin parçası hisseden, bunu eyleme döken İlkin Aydın’ı tarafsızlar kümesine ittirmek, ahmaklık değilse nedir?

İlkin Aydın’a verilen tepki bir istisna değil. Harekete başta destek vermemiş kimseler, hareket etki alanını artırdıkça, kıyılara yanaştıklarında onlara “Dün neredeydin?” demek de benzer bir tuzağa düşmektir. Buna da sıkça şahit oluyoruz. Oysa, yurttaşların hareket saflarına katılmasından mutluluk duyulur ve onlara “Hoş geldin arkadaş!” denir. Neden hareketin saflarına katılmaya gönüllü olan insanı gerisin geri tarafsızlara, hatta ayarı kaçırıp karşı saflara ittirelim, güçlenmek mi, zayıflamak mı istiyoruz? Kendinden menkul bir şövalyelik kıstasımız var, her gelene de aynı sınavdan geçmeyi mi şart koşuyoruz? Kimdir bu sınavı hazırlayan merci?

CHP’nin Yozgat mitinginde, yurttaşlığa sahip çıkan çiftçiler. https://www.bbc.com/turkce/articles/cpq74l79l0xo

Kendi adıma, polise çiçek veren, polise karşı kitap okuyan, polise karşı “düzenin zihnimize işlediği konvansiyonel eylem estetiği” dışında bir şey yapan herhangi bir yurttaş gördüğümde mutlu oluyorum. Hayatında belki ilk defa eyleme gelmiş, dönüşümün kendisi olmuş, başını eğmeyen, iktidarın üzerine yürüyen biri daha katılmış aramıza, neden mutlu olmayalım? Böyle anlara şahit oluşta yaşanan öfke patlamalarını, geçmişte 4-5 defa devrim yapmış, işin metodolojisine oldukça hakim abilerin-ablaların hınçlarına şahit olmak, tatsız bir olmamışlık hissi bırakıyor ardında.

Polise çiçek veren genç arkadaş yarım saat sonra da dimdik duruyor üzerine gelen çevik kuvvetin karşısında, bir adım geri atmıyor. Ertesi gün adliye önüne geliyor, hukuksuzca tutsak alınan arkadaşına sahip çıkıyor. Halihazırda isyanın kendisi olmuş insanımızı haklılığı kendinden menkul küçük dünyamızın imgeleriyle sindirmeye çalışmak, nereden baksak anlamsız geliyor. Nedir bu yurttaşın günahı? Zihnimizde yaşattığımız imgeleme tam olarak uymaması mı? Polise havai fişek atmıyor diye mi daha az cesurdur? Cesaretin ölçütü biçim ve estetik midir?

Alacakların tahsili
Ülkeyi getirdikleri noktada, emekçi sınıflara mensup olup da hayattan alacaklı olmayan pek az kimse kaldığını sanıyorum. Bugün milyonlarca yurttaşımız, halkın ezici çoğunluğu hayattan ve ülkeden, öyle veya böyle alacaklıdır. Kimimizin geçmişini çaldılar, kimimizin bugününü, birçoğumuzun da geleceğini. Ülkenin tepesine çöreklenmiş bir avuç yiyici, ülkeyi soyup soğana çevirdi, ihtilalci bir aydınlanmacılık ve kamuculukla harcı karılmış Cumhuriyet’in bütün ilerici birikimini kazıdı ve milyonlarca yurttaşı türlü ruh ve beden hastalığının pençesine attı.

Sürgün edilen öğretmenleri sahip çıkan liseliler ve liselilere sahip çıkan veliler.
https://www.birgun.net/haber/kefoglu-anadolu-lisesi-nde-eylem-hocama-okuluma-gelecegime-dokunma-617486

Kendimizi hayattan ve ülkeden o veya bu sebeple alacaklı, haksızlığa uğramış hissediyorsak, sokakta yanımızdan geçene daha dikkatli bakalım, mitinglerdeki, eylemlerdeki, otobüsteki, kafelerdeki konuşmalara kulak kabartalım. Hepimiz alacaklıyız! Bu ülkenin halkı, elinde yalnızca gururu kalmış, sokakları dolduruyor. Bu alacaklılığı iktidara taşımaktan başka çıkar yolumuz yok.

Süreç boyunca, “Eyleme gittim ve kendimi oraya ait hissetmedim” diyen arkadaşlara sık denk geldim. Gerekçe olarak eylemdeki lümpen unsurları gösteriyorlardı. Lümpen sloganları duyduğumuzda, kendi alacaklılığını ifade etmeye dili dönmeyen bir yurttaş görelim, orada biriken nihilist ve kötücül enerji, doğru biçim verildiğinde yeni bir ülkenin çimentosu da kılınabilir, o enerjinin nasıl kanalize edilebileceği öncülüğün ve başka bir yazının konusudur. Fakat bozkurt işareti yapıp Çav Bella söyleyen bir genç görmek, bizi hareketten soğutmak bir yana, umut vermeli. Bir not olarak düşmekle yetinelim.

E hani ACAB? Az kaldı…

Polise bakınca ne görürüz?
Tarihselci ve maddeciysek, polisin iki doğasını tespit ederek başlayalım. Kuramın klasik önermesidir; emniyet, polis, kolluk kuvvetleri, devletin zor aygıtlarındandır, devlet hangi sınıfın çıkarları etrafında örgütlenmişse, son kertede o sınıfın çıkarlarını korumak için vardır. İnceltilmeye muhtaç, fakat teferruata girmeyelim. Polisin ikinci doğası ise, uygarlıkla yaşıt olan, tarihsel süreçte şekillenen bir “kurumsallaşmış güvenlik hizmeti” oluşu, modern devletle birlikte de bir kamu hizmeti oluşudur.

Yani bugün herhangi bir polis memuru, en başta, bir kıyma makinesi diyebileceğimiz Türkiye emek rejiminde hayata tutunmaya çalışan bir kamu emekçisidir. Sıradan yurttaşın gözünde de bu böyledir, sıradan milyonlar için polis “kamusal güvenlik hizmetini sağlamakla yükümlü teşkilattır”.

2002’den bu yana, AKP’nin ve bugünkü Saray iktidarının devleti, orduyu ve bürokrasiyi baştan aşağı yeniden yapılandırdığı ve doğrudan kendisine bağlı “kapıkulları”yla doldurduğu bir gerçek. Karşı devrimin en önemli ayaklarındandır bu olgu. Kayırmacılıkla mevki sahibi olan iktidar mensupları, kritik pozisyonlarda konuşlandırılmış tarikatçılar, yerellerde mafya bağlantıları, türlü türlü çürüme vb. bunların hepsi gerçektir ve ayrıca, titizlikle incelenmeyi hak eden hakikatlerdir. Fakat bu yazının sınırlılıkları içinde, polisin az evvel bahsettiğimiz iki doğası, tarihsel süreç içinde oluşmuştur ve örneğin kamucu veya sosyalist bir iktidarda da, toplumsal anlamı ve çıkarlarını koruduğu sınıfsal kesimler değişse de, baki kalacaktır.

Polis, evrensel olarak devletin zor aygıtı olsa da, ülke bazında tarihselliği farklılıklar gösterir. Bu anlamda ABD polisi, ABD’nin siyasal tarihselliği içinde şekillenmiş başka bir yapıdır, memur bazında da, bürokratik hafıza bazında da başka bir bileşimdir. Türkiye’de ise emniyet, bünyesinden Pol-Der gibi yapılar çıkarabilmiş, başka bir tarihselliğe sahiptir.

Yurttaşlık meydanlarda yeniden yaratılıyor.
https://www.bbc.com/turkce/articles/c20d38v7346o

Az evvel de değindiğimiz “kapıkululaşma” şimdilik bir kenarda dursun, tekil tekil polis memurlarının psikopatolojileri, genele baktığımızda pek bir anlam ifade etmez. Konuya dair akademik düzeyde pek çok çalışma yapılmıştır, fakat teferruata girmeden kabaca tartsak, bir örneklem olarak 350.000 kişilik emniyet personeli ortalamasının toplum ortalamasından büyük bir sapma göstermeyeceğini kestirmek zor değildir. Aynı anlama gelecek biçimde, psikopatolojilerin frekansı bakımından toplum neyse, polis de odur diyebiliriz. Zamanının Toplum Polisi, bugünse atanamayan öğretmenler için dahi umut kapısı haline gelen Çevik Kuvvet birimine odaklanacak olursak rakamlar mutlaka farklılık gösterecektir, fakat bunun siyasi öneminin ne olduğunu yazının kalanında tartışacağız. Bu kaba hesaplar, ayaklarımızı konuya dair yere bastırmak açısından önemli.

A.C.A.B. bize neyi öğütlüyor?
Siyasal dönüşümün kök denkleminden, zaferlerden, güzel günlerin ve karanlık zamanların belirleyicisi olan esas mekaniklerden uzunca bahsettik ve geldik yazının esasına: A.C.A.B. Nedir bu fikriyatla derdimiz, madde madde inceleyelim.

1) ACAB ihaleyi doğrudan tepkiselliği yakalayan bir önerme olarak açıyor: “Bütün polisler piçtir/şerefsizdir”. İlginç gelecek belki ama ACAB’ın esasen polisle hiçbir alakası yok! Çünkü ACAB yalnızca bir slogan ya da önerme değil, bir fikir ve estetik paketi olarak geliyor, zihinlere ve ruhlara, tepkiselliğin aşil topuğunu hedef alarak sızıyor ve bünyeyi fethediyor.

Polislerin (çevik kuvvetin?) hepsi öyle midir, yoksa aralarda çürük elmalar mı vardır, ama bu adiler bize acımadan saldırıyor işkence ediyor, bunların hepsi canavar değil midir vb. derken, tartışma zeminini en baştan öyle bir daraltıyor, gözleri öyle ahmakça sorulara odaklıyor ki, tartışmanın taraflarını siyaset arenasının esas dinamiklerine, siyasal dönüşümün kök denklemine ve bütün belirleyici unsurlara kör ediyor. Hareketle olumlu bağ kuran ve polis şiddetine, işkenceye maruz kalan ve haklı olarak isyan eden sıradan yurttaşın ufkunu en baştan daraltıyor.

Salt bir slogan olarak baktığımızda, ne öneriyor ACAB? Sanırım polisten nefret etmeyi? Bu, bir talep bile değil, bir his motifi. Yani eşimize dostumuza, sıra arkadaşımıza, iş arkadaşımıza, siyasi konumlanışı fark etmeksizin sıradan yurttaşa bir hissiyat öneriyor. “Sen de devletten nefret et, bu işin doğru yolu bu!” Talep değil, bir şey değil, nedir bu?

Gelecek günlerin kaderinin çizildiği siyaset arenasının mekaniklerinden, iktidarın ve halkın gücünün nereden geldiğinden bahsettik. Esas olan hareketin programı ve talepleridir. Yani “nasıl bir öncülük, halk hareketinin taleplerini bir program etrafında nasıl birleştiririz, halkın ileri unsurları kümesini nasıl çoğaltırız, tarafsızlar kümesine nasıl bir araçla gitmeli, geride ve karşıda duran milyonların içindeki emekçi damarı nasıl harekete geçirebiliriz” vb. gibi doğru sorular yerine, “Ya şimdi hepsi kötü mü değil mi bu polislerin?” gibi en ham sorulardan başlayarak, “Kolluk kuvvetlerine nasıl yaklaşmalı?”, “Polislerin istatistiksel psikopatolojileri ve toplum ortalamasından sapmaları ne kadardır?” gibi faydasız, anlamsız tartışmalara yönlendiriyor enerjiyi. Oysa, başından beri ortaya koymaya çalıştığımız üzere, bunlar o kadar tali meseleler ki, ACAB fikriyatı ve estetiği, tepkiselliği hedefleyen bir düzen aygıtı olarak ilk büyük işlevini burada görüyor.

2) İktidarlar milyonların bölünmez iradesi ve bunun yarattığı momentum karşısında kâğıttan kaplandır, yekvücut değildirler, bundan bahsettik. Biz gücümüzü alnı ve yüzü açık, sırtı dik milyonlar olmaktan alıyoruz. Ülkemizde hak iddia ediyoruz, burası bizim ülkemiz ve hakça bir yaşamı kurmaya muktediriz. 19 Mart’ta barikatı kenara atan İstanbul Üniversitesi öğrencileri, şeriatçı bakanların tarikatların üzerine güle oynaya yürüyen liseli gençler, isyan konvoyunda traktör süren Yozgatlı çiftçiler yüzlerini sakladılar mı?  Hayır. Üstelik bu eylemlerin güçleri, etki çarpanları tam da buradan, yaydıkları “utanacak hiçbir şeyi olmayan milyonların zaferi” titreşiminden geliyordu. Saklayacak, utanacağımız bir yüzümüz yok! Milyonları içeri atamazlar, attıklarını da çekip alırız!

ACAB ise bize yüzümüzü gizlemeyi öğütlüyor, kendi vatanımızda bir anomali olduğumuza, kaçak dövüşmemiz gerektiğine, yoksa ihalenin bize kalacağına daha ilk adımda ikna ediyor. Elbette burada incelikler var. Özellikle gençler, zaten gelecek görmedikleri ülkede hayatlarını yakacak, sonradan karşılarına çıkacak bir şey olsun istemiyor. Fakat ACAB ve beraberinde getirdiği estetik ve imgelem, ta en baştan, “işin raconunun” yüz kapamak olduğunu anlatıyor alıcısına. Bununla da yetinmiyor, lazerlerle polis kameralarını şöyle bloke edebileceğimiz, yok efendim şemsiyeleri şöyle tutmamız gerektiği gibi ihmal edilebilir fayda sağlayan, çokça anlamsız, tali önerilerle meselenin esasının polisle köşe kapmaca oynamak olduğu yanılsamasını yaratıyor. İktidarın esas zayıf karnını, kitleler ve devlet aygıtı içindeki çatlakları, hareketin programı, stratejik ve taktik hedefleri gibi halk hareketini muzaffer kılacak, kafa yorulması gereken esas mekanizmaları görünmez kılıyor.

ACAB gözlerimizi öze kör ederek zihnimizi biçime sıkıştırıyor.

3) Siyasette ve siyasal eylemde doğruyu ve yanlışı emekçi vicdanından, milyonların haklılığından türetiriz, zaferler, kendi haklılığımızı milyonların haklılığıyla, emekçi vicdanıyla birleştirebildiğimiz ölçüde gerçekçi birer hedeftir demiştik.

ACAB bizi kendi küçük haklılığımıza / mikro kozmosumuza / yankı odalarımıza hapsediyor. ACAB kolektifin karşısında bireyin tepkiselliğini yüceltiyor ve kulağına fısıldıyor: “Benim biricik eşsiz kar tanem, sen çok haklısın ve bu canavarlara ne yaparsan yap mübahtır!”

Ülkeyi ve yaşamı ancak iktidar olarak kökünden değiştirebiliriz. ACAB bize iktidar olmamayı, müzmin muhalifliği, yankı odalarımızı pazarlıyor. Bize tepkiselliği ve kendinden menkul çatışmacılığı, gücümüzü bölmeyi ya da güç toplamak, büyümek gibi bir derdimizin olmamasını öğütlüyor. Saman alevi tepkiselliğini, küçük burjuva radikalizmlerini, yanlış eylem fikriyatının yakıt depolarını dolduruyor.

4) İktidar sarayıyla, bakanlarıyla, milletvekilleriyle, yargısıyla, kolluk kuvvetleriyle, medyasıyla, trol ordularıyla karşımızda dikiliyor, esas muhatap hiyerarşinin tepelerinde duruyor.

ACAB siyasi muhatabı kolluk kuvvetleri olarak kodluyor, enerjinin akış yönünü saptırıyor, dağıtıyor ve enerjinin gereğinden fazlasını teşhir faaliyetine akıtıyor.

Kolluk kuvvetlerince, yargı eliyle, yandaş medyada, ya da trol ordularınca işlenen suçları teşhir etmek, belgelemek, bu suçların faillerine kükreyen milyonların haklı öfkesiyle baskı kurmak ve propaganda etmek elbette zaruri. Hatta keşke, bütün bu suç yığınını ortak, kolay erişilebilir bir veri tabanında toplayabilsek.

Fakat yalnızca teşhire sıkışmak, yenilgiye davetiye çıkarır. Teşhir, bir savunma pozisyonudur. Geniş kitleleri ikna eden unsur teşhir değil, hareketin programı ve hedefleri ve bu hedeflere ulaşmak için tariflenen ara aşamalar, yeni bir ülke kurma iradesi olan kitlelerdeki muzaffer coşkuyu diri tutacak ara zaferlerdir. Derken geldik takıldık yine öncülük meselesine… Kısacası, eğer halka karşı işlenen insanlık suçlarının hesabını soracaksak, bunların unutulup gitmesini istemiyorsak, tepkisellikle ve teşhir etmekle yetinemeyiz. Kaybedecek bir ülkemiz var ve kaçacak hiçbir yerimiz yok.

“Düzgün boykot yapsaydın bunlar olmazdı, bak falanca yerin önünde kuyruk var”, “Devletten nefret etsen bunlar olmazdı!”, “Halk polise girişiyordu ama o duran adam mıdır nedir o bozdu işi!” vesaire… Bu kalıplar 2013 Haziran’ını yaşayan kuşağa tanıdık gelecektir.

ACAB’ın da bir parçası olduğu “devletin tepkisellik aygıtı”, değil tarafsızları yanımıza çekmek, değil iktidar tabanını bölmek, parmakları sürekli kendi kitlemize doğrultmaya teşvik ediyor. Normalleşme! Boykot etmeyi unutma! Apolitik olma! Etme, eyleme! Bilelim ki, ne zaman hareketin momentumu azalır, talepleri programı duyulmaz olur ve parmaklarımızı birbirimize doğrulturken buluruz kendimizi, oradan yenilgiye giden bir yol vardır. Ne zaman ki iktidar cephesi parmakları birbirine doğrultmaya başlar, zafer yakındır.

Ezcümle, ACAB fikriyatı bizi en yakın çevremizden başlayarak halka küstürüyor, sıradan insanın devrimci enerjisini nasıl kanalize edebiliriz diye sormak yerine ona parmak doğrultup “bunlarla olmaz” dedirtiyor, zorbaları tepelemeye, bir ülkeyi baştan kurmaya muktedir biricik unsur olan sıradan milyonların muhteşem potansiyeline kör ediyor.

5) Bütün bunların yanında, ACAB bizim için ithal bir kültürdür de. Doğduğu topraklarda, İngiltere’de ve Batı’nın kalanında ne derece işlevsel olduğu, halkın bir kazanımına eşlik edip etmediği tartışmalı, söylemeye dilim varmıyor ama, kötü bir oyuncaktır, kitle çizgisinin ve dolayısıyla devrim hareketinin antitezi olan, radikal ambalajlara sarılı bir düzen enstrümanıdır.

Yeni bir ülkeye doğru
Halk haklı talepleri için sokağa çıktığında, karşısına hukuksuzca dikilen zor aygıtına zaten baş eğmiyor, kol kola girerek anayasal hakkı olan eylemleri yapmak için korkusuzca yürüyor, iradesinde diretiyor. Geri adım atmadığı gibi, “Simit sat onurlu yaşa” gibi memleketli tezahüratları da üretiyor, atıyor, kolluk güçlerine, devlete yaptıklarının hukuksuz olduğunu haykırıyor. Bir not, tarihimizde Pol-Der gibi örnekler de varken, daha büyük düşünüp “Polis örgütlen hakkını ara!” da sıkıştırsak araya, bakarsınız bir çatlağa denk gelir! Sonuç verir mi bilmem, halk saflarına katılan memurlar görmek olağanüstü bir moral kaynağı olurdu. Neyse.

Yukarıda bahsettiklerimiz halihazırda zaten kendiliğinden oluyorsa, gerçekten ACAB’a ne gerek var? Cool veya haşarı bir titreşimi olduğundan mı? Olabilir, kullanılabilir de, dünyanın sonu değil. Yeter ki siyasal dönüşümün kök denklemini, doğru ve yanlış eylem çizgilerini, aklımızın bir köşesinde tutalım. Hareketi bitirecekse ACAB bitirmeyecek yalnız başına, bu fikriyatın hareketi zayıf kıldığı noktalar üzerine düşünsek kâfi. Bereket ki, çoğu durumda, hareketin kolektif sağduyusu birçok yanlış eylem türünü sindirebilecek düzeyde oluyor.

Ezcümle, yankı odalarımızdan hızla çıkıp, içimizde tepkisellik yükseldiğinde bazen derin bir nefes alıp, ellerimizdeki samimiyet ölçerleri hızla bırakıp, toplumsal duruma biraz yukarıdan bakmaya çalışarak meselenin özüne odaklanmak ve daha olgun bir zihinle davranmak elzem. Erkan Baş’ın Gülhane Parkı’ndaki ablukada polis memurlarına yaptığı harikulade konuşmadaki olgunluk gibi bir olgunluk.

Genel olarak “tepkisellik çizgisine” karşı, siyasetin “sessizlik” enstrümanı da üzerine düşünmeye değer. Görmezden gelebilmek, sessiz kalabilmek de geliştirilebilen siyasi birer kabiliyettir ve birçok durumda bitimsiz, saman alevi tepkiselliğine yeğdir. Belki de apolitik olan tepkiselliğe sıkışmaktır? Belki de politik olan, haklı tepkiyi iktidara taşımanın yollarına akıtmaktır enerjiyi, bunun için çabalamaktır?

Bu yazının yakıtı tam da bu noktada bitiyor, çünkü “devletin tepkisellik aygıtı”, “fuck the system”daki sistemin doğrudan bir ideolojik/kültürel aygıtı olan ACAB, bunu yıllar içinde üretilmiş, yaygın dolaşımda olan halk düşmanı, marjinalleştirici, halk saflarını bölen, öncü zihinlerin enerjisinin hedefini ve odağını saptıran bir fikriyattan ve görsel işitsel hafızadan alıyor. Hegemon bir motifle ideolojik mücadele oldukça zor. Fikirleri fethetmenin esas yolu, iktidar oyununu oynamak, gerçek bir iktidar alternatifi olabilmek, siyaset minderine çıkmak, yani öncülüktür. Yazının başında da bahsedildiği gibi, bu inişli çıkışlı fakat devam edeceği kesin olan süreçte, önümüzdeki en acil tartışma buna dair diyerek burada noktalayalım.

Arkasında hiçbir güç olmamasına rağmen, şiddetin, tehdidin, yalanın her türlüsüne maruz kalıp yine de yılmayan, her sabah aynı coşkuyla uyanıp tebaa olmayı reddeden, gözlerinde korkunun kırıntısı olmayan, yurttaşlığı meydanlarda elleriyle yaratan milyonlara, bütün kardeşlerime, ablalarıma ve abilerime sevgi ve saygıyla.

Yenilmek lüksümüz yok, yaratacağımız bir ülke ve hayat var!