ABD Mısır’da kısa süreli bir “geçiş” planlayarak, devrimin başarısını köstekledi ve bu aşamada iktidar hakim tabakanın (egemen bloğun) elinde kaldı. Müslüman Kardeşlerin parlamentoda yer alacağı ve eski düzenin sürdürülebileceği bir sistem kuruldu. Ama sürece geniş bir açıyla bakarsak, modern tarihimizin ikinci devrim dalgasına girdiğimiz söylenebilir. Bunun kapsayıcılığı ve derinliği uzun süren ilk devrim dalgasından daha da güçlü olabilir. İnanıyorum ki, uluslararası koşulları ve yerel durumu gerektiği gibi kavrayabilen bir hareket, bizi ilerleme yolunda sonuca götürecektir.
Sunuş
Mısırlı Marksist iktisatçı ve siyaset bilimci Samir Amin’in Mayıs başında kaleme aldığı Mısır Devrimi’ni analiz eden makalesini “www.ozguruniversite.org” adresinden aldık. Bazı arabaşlıkları biz koyduk.
Ocak ayının sonlarında Mısır toplumunda baş gösteren hareketlerin devrim gerçeğine dayandığını düşünüyorum, fazlası değil. Olanlar toplumu tekrar eskiye kavuşturmak için başlatılan bir ayaklanma ya da bir patlamaydı. Sadece bir protesto gösterisi olmamakla birlikte tam olarak bir devrim de değildi. Öyle ki, hareketin Mübarek’i devirmek gibi açık bir hedefi yoktu. Hareketin içinde bulunanların bazı açık ve kapalı talepleri ve hedefleri vardı. Bu hareketin üç temel öğesi bulunuyor, dördüncüye de daha sonra değineceğim.
Hareketin temel öğeleri
Birincisi, hareketin temelini politize olmuş ve birbirleri ile sürekli irtibat halinde olan sayıları milyonları bulan gençler oluşturdu. Bu gençleri yeni nesil olarak görebiliriz. Gençler, kökleri halk komitelerine uzanan ve yakın dönemde orta sınıf diye nitelendirdiğimiz kitleye ait. Ancak bu hareketin gerçek anlamında halk kanadı yok. Yani yoksul işçilerin ya da çiftçilerin çocukları değiller.
Bu gençler kendilerini diğer grupların [partilerin] dışında ve senelerdir yok edilmiş olan siyasi hayat düzeninin içinde yetiştirdiler. Bu, tek başına övgüyü hak edecek bir durum. Gençler homojen bir toplumun parçası değillerdi, ancak çoğunluğunun basit demokratik talepleri aşan istekleri vardı. Talepleri sadece şeffaf seçim ve çeşitli partilerin yasaklanmadan var olması ile sınırlı değildi; ayrıca ifade özgürlüğü ve toplumsal faaliyetlerde özgürlük istiyorlardı. Bu isteklerin hepsi tam olarak gerçekten demokratiktir.
Gençler modernler ve çağın getirdiği yeniliklere vâkıflar. Dünyada neler olup bittiğini ve diğer ülke halklarının yaşam standartlarını biliyorlar. Bundan dolayı dini havanın da etkilediği geçmişi taklit çerçevesinin dışına çıktılar. Demokratik taleplerinin gereği olarak da sömürgeciliğe karşılar. Öyle ki, bu gençler Mısır’ın şerefini yeniden kazanmak için yola çıkan ulusalcı gençler. Gençler kesinlikle Mısır’ın bağımsız bir devlet olması gerektiğine inanıyor. Onlara göre Mısır özellikle İsrail’in genişleme politikasını destekleyen Amerika’nın siyasetine tabi olmamalı. Onlar bu şekilde vatan topraklarının istismarına karşılar. Bunu Arap milliyetçiliğinin bir gereği olarak ortaya koymuyorlar. Aralarında milliyetçilik anlayışına sahip çeşitli görüşlerde gençler var. Bazen Mısır’ın çıkarı için milliyetçi anlayıştan vazgeçilebiliyor. Şüphesiz bu gençler Arap devletleri ile yardımlaşmadan yanalar. Ancak, Afrika, Asya ve Güney ülkeleri için de aynı şeyleri düşünüyorlar. Sanırım internet yolu ile uluslararası bilgilere ulaşabilme ve son 10 yılda Latin Amerika’da yaşanan olayları, çok derinlemesine olmamakla birlikte takip edebilme fırsatına sahip oldular. Oradaki değişimi görmezden gelmeleri ve etkilenmemeleri, Morales, Chavez gibi liderlerden habersiz oldukları düşünülemez; zira o bölgeler de sömürüye karşı demokratik taleplerin çatıştığı bir arenadır.
Öte yandan bu gençler piyasacı politikalara ve kapitalizme bilinçli bir şekilde karşı çıkmıyor olabilirler ve değişim için gerekli şartların bilincinde olmayabilirler, ancak, toplumsal olarak sola meyilliler. Nitekim bir tarafta milyoner ve milyarderlerin varlığı artarken fakirleşenlerin de çoğalmasını ve aradaki eşitsizlik uçurumunu toplumsal olarak gözlemleyebiliyorlar. Bilinçli bir toplumsal adalete hasredemesek de açık bir şekilde bu tarafa yönelmiş oldukları anlaşılıyor. İşte bu gençler 25 Ocak 2011’de insanları sokağa çıkmaya davet ederek hareketi başlatanlardır. Tunus’ta haftalar önce başlayan olaylar, gençleri cesaretlendirerek baskı organlarına ve eziyetlere karşı teslim olmamayı öğretti.
Radikal Mısır solu gençlerin bu çağrısına hemen cevap verdi. Zaten buna hazırdılar. Abdulnasır döneminden beri, Mübarek gibi liderlerin iktidarı altında da uzun süre siyasi hayattan dışlanmışlardı. Bunların arasında belli ölçüde aydınlar, orta tabakalar ve işçiler var. Durumu tersine çeviren ise bunların ufak çaplı da olsa örgütlenmeleri oldu. Belki kendi hassasiyetim dolayısıyla böyle düşünüyorum ancak sonuçta gençlerle bu sosyalist gruplar arasında bir gönül bağı vardı. Sosyalist olmasalar da bu gençler sömürü ve kapitalizm karşısında yer aldılar. Dolayısıyla, Mısır devriminin geleceğinin altyapısının çoğunluğu oluşturan gençler ve radikal sol tarafından belirleneceğini düşünüyorum.
Mısır devriminin üçüncü önemli ayağını ise, literatürdeki haliyle söyleyecek olursak, liberal burjuvazi denilen tabaka oluşturuyor. Ben bu kesimin “liberal demokrat gruba dahil öğeler” olarak isimlendirilmesini daha doğru buluyorum. Çünkü Mısır’da burjuvazi gerici bir tutum sergilemekte ve dış güçlere tâbi, parazit bir topluluğu simgelemektedir.
Burjuvaziyi para, ticaret, hizmet ve fabrika sahibi kesim olarak doğru manası ile kullandığımızda Mısır gerçeğinde parazit olan ile olmayanı ayırmak olanaksız. Evet halktan da fabrika sahibi olan küçük bir kitle var, her ne kadar bunlara burjuva desek de bunlar asıl burjuvaziye dahil edilemez. Örnek: inşaat sektöründeki küçük şirketler. Büyük şirketlerin baskısı altındadırlar ve kendilerinden gizlice büyük şirketlere destek olunması istenir. Mısır’daki burjuvazi ABD gibi küreselleşmeden ciddi faydalar sağlamıştır. Ancak devlette çalışan profesyonel meslek sahibi doktor, avukat, mühendis ve muhasebecilerin durumu farklıdır. Bunların zengin, orta halli ve fakir olanları vardır. Bunlara burjuva diyemeyiz. Bu grup siyasi olmaktan çok ideolojik ve kültürel olarak iki ana kola ayrılır. Selefi olarak tabir edebileceğimiz Müslümanlar [burada sorun inananlarla inanmayanları ayırmak değil. Mısır halkının geneli ister Müslüman ister Kıpti olsun inançlıdır. Dolayısıyla sorun imanla, inançlı olmakla ilgili değil.] ki, bunlar zaten siyasetten uzak dururlar. Bunlar orta kesimin çoğunluğunu oluşturur. Devletten ve Körfez ülkelerinden de destek alırlar.
Diğer orta kesim ise aydınlanmış diyebileceğimiz grubu oluşturur. Bunlar açık fikirlidirler ve imkanları dahilinde demokratik diyebileceğimiz çabaların içerisinde bulunurlar. Hicap gibi konulara takılmazlar, dini taassupları yoktur. Aydınlanmış olmalarından kasıt şu: Batı’yı ve Avrupa’yı dışlamazlar tam tersine Avrupa ülkelerine giderler ve söz konusu ülkelerin sömürgeci tabiatını sorun etmeden ve bilinçsiz olarak Batı toplumunu severler. Son yıllarda “kifaye” hareketi gibi demokrasi ve toplumsal demokrasi yanlısı eğilimler ortaya çıkmakta.
Her ne kadar fakirlik gibi toplumsal sorunlarla ilgilenmeseler de, solun en büyük destekçisi olarak bu grubu görüyorum. Bunlar arasında kapitalizm ve serbest piyasa ekonomisini benimsemelerine rağmen, siyasi ve iktisadi hayatın değişmesi gerektiğini vurgulayanlar vardır. İsrail ve ABD politikasının etkisine maruz kalmanın yanı sıra, şunu da söyleyebiliriz: İnsanların İsrail’den nefret ettiğini biliyoruz ve bunda şüphe yok; ancak bir hakikat olarak İsrail’i kabul edenler tabi Mısırlıların Filistinli olmadığı gerçeğini da göz önüne alıyorlar.
İşte bu saydığımız ilk üç öğe olayların ilk gününde Kahire, İskenderiye, Süveyş gibi ülkenin her yerinde 1-2 milyon insanı sokağa döktü. Yirmi dört saatin ardından 15 milyon insan protesto gösterileri için sokaklara çıktı. Ayaklananlar sadece büyük şehirlerdeki halk değildi. İlçelerde, muhafazakâr kasabalar ve hatta köylerde de halk gösterilere katıldı. Zaten bu belirtilen rakam Mısır halkının hepsinin gösterilere katıldığını gösterir. Aralarında politize olmuş belki de en fazla 2-3 milyon kişi vardı. Geri kalanlar kesinlikle politika ile hiçbir ilgisi olmayan halktır. Zaten Cemal Abdulnasır döneminde başlayan, Mübarek ve ekibinin daha da ileri götürdüğü siyasi hayatın yok edilmesi ve siyaset adına ne varsa yukardan devlet tarafından yönlendirilmesi politikası bu durumu daha net açıklar. Ayrıca Mısır’da İslami akımın neden kazandığı sorusuna verilecek cevap da orada mevcuttur. Zira, halka cami mimberlerinden seslenebiliyorlardı. Hutbe veriyorlardı, ancak siyasi ve toplumsal konulardan söz etmelerine izin verilmiyordu.
Böylece Mısır toplumunda gerçekleşen devrime katkısı olan 4 gruptan da söz etmiş olduk. Tabi bunları tüm Mısır halkını kapsayan bir temsile ek olarak, gençler radikal sol ve orta sınıf liberal demokrat kesim olarak üç kısma ayırdık.
Değişimin önündeki süreç
Hiç şüphesiz, bu büyük ayaklanmanın gerisinde halkın son dönemde yüz yüze geldiği giderek kötüleşen yaşam koşulları var. İşçilerin 2007’deki grevleri, mücadelenin başlangıcı sayılabilir. Nitekim 2007 grev dalgasıyla bağımsız sendikalar kurma fikri ortaya çıkıp hayata geçirilmişti. Bunun yanında küçük çiftçi hareketlerinin hükümetin tarım ekonomisini gözden çıkarmasına rağmen büyük bir kararlılıkla haklarını savunmaları önemlidir. Orta kesimde ise ”kifaye” hareketinin yükselmesi örnek gösterilebilir. Gençler arasında bir benzeri ise “6 nisan” olarak ortaya çıkmıştır. Yani tüm bunlar bir şekilde yakın bir zamanda patlamanın yaşanabileceğini gösteriyordu ki, olan da bu zaten.
Şimdi değişimin gerektirdiklerine geçebiliriz. Ocak-Şubat 2011’de başlayan hareketin halkın arasında büyüyerek gelişmesi, kök salması ve ilerleyebilmesi için zamana ihtiyaç var. Uzunca bir geçiş sürecine ihtiyaç var. Devrimin hükümeti devirerek düzeni ve anayasayı değiştirme talebi bir gerçek olsa da, bunlar henüz fiili olarak gerçekleşmiş değil. Düzeni değiştirme talebi ve eğilimi bir olgu olmakla birlikte bundan fazlası yok. Anayasanın feshedilmesiyle de yürürlükteki yasal mevzuat ve kanunlar fiili olarak ortadan kaldırılmış değil. Bu da demokrasiye ancak uzun bir geçiş dönemi sonunda ulaşılabileceği anlamına geliyor.
Bir süreçten söz ederken ve demokrasi değişimin gereksinimlerinin başında gelir derken, gerçek anlamdaki demokrasiden söz ediyorum elbette. Zira gerçek bir demokrasi her türlü partileşmenin ve örgütlenmenin yolunu açar ve o alanı özgürleştirir. Böyle bir demokrasiye geçiş süreci de 2 yıl ya da daha fazlasını gerektirir. Böyle bir zaman dilimi, medeni, laik, demokratik bir siyaset kültürünün oluşabilmesi için gereklidir. Burada demokrasi kültürü diyorum, sosyalizm kültürü demiyorum. Çünkü bu laik siyasi kültür, aynı zamanda demokratik burjuva örgütlenmelerini, sosyalizm taleplerini ve toplumsal istekleri de içine alır ki, ancak böylesi bir ortamda yapılacak seçimlerin halk için bir anlamı olabilir… Böylece toplumun çoğunluğu politik alana dahil olabilir. Bu süreçte yeni yönetimin alacağı şekle dair tartışmalar, politika alanında liderlikler arası siyasi çekişmeler politik mücadelenin muhtevasını değiştirecektir. Aynı şekilde yeni dönemde ordunun da değişim sürecine tâbi olması, eski yönetimde görev almış üst düzey unsurların sürece dahil olmaması, sürecin dışında bırakılması gerekir. Bu şahısların yönetime dahil olmaları durumunda, şimdi olduğu gibi özgürlük karşıtı karar ve uygulamalar dayatılmaya devam edecektir. Nitekim partilerle ilgili çıkardıkları yeni yasalar, eski yönetiminkilerin bir kopyası ki, işçilerin greve gitmelerinin nedeni de odur. Bu yüzden bu tür kararlara imza atan bir hükümetin “geçici hükümet” olarak görülmemesi gerektiğini kavramalıyız.
Ve bizden önce bu işe soyunmuş Tunuslulardan tedrici de olsa değişimin fiili olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini öğrenmeliyiz. Öyle ki, “geçici hükümetin” sokağa dökülen halk hareketlerini temsil edenler tarafından kurulması gerekir… Bu durum Tunus ve Mısır’ın şartlarının birbirinden farklı olmasıyla açıklanabilir. Zira siyasetten uzak olan Tunus ordusu hem küçük ve zayıf, hem de kendi ülkesinde bir ağırlığı yok. Özetle, Mısır ordusu gibi önemli bir role sahip değil. Bir de Tunus’ta birbiriyle mücadele eden iki güç söz konusu. Bunlardan biri eski yönetim ve hükümet partisi ile bağlantılı olan parazit diyebileceğimiz burjuva sınıfı, diğeri de devrimci güç olan orta sınıf ve halk tabakası. Velhasıl, Mısır’da olduğu gibi ordu üçüncü bir güç odağı değil…
Ayrıca, Tunus hükümeti (yönetimi) Mısır hükümetinden çok daha iyidir. Şimdiki Tunus hükümeti hiçbir partinin ya da sendikanın kurulmasına karışmıyor, insanlara seçme özgürlüğü tanıyor. Yani orada Mısır’da olmayan bir demokrasi söz konusu. Sonuç olarak solun gerçek talebi halk hareketi ve demokrasi yanlısı orta kesimle koalisyon kurmak. Tabi aynı şekilde işçi sendikaları ile de.
Gerici bloğun ittifakı
Karşı devriminin stratejisi ya da gerici ittifak bloğu iki ya da üçe ayrılır. Birincisi, burjuvazide somutlaşmış hakim tabakadır. Düzen ne kendilerinin ne de Mübarek’in düzeniydi. Bunların birçoğu yolsuzluklardan beslenerek zenginleştiler. Mısır burjuvazisine dahil zengin çiftçiler de bunlara dahildir. Bu noktaya iyi dikkat edilmesi gerek, zira genel olarak çiftçilerden söz ediyorum. Köylerde yaşayan çiftçiler farklı tabakalara ait. Mısır köylerindeki çiftçilerin yüzde 40’ı hiçbir şeye sahip değillerdir. Yüzde otuzu ise küçük çiftçilerdir ve diğer yüzde 30’luk kısmı ise zengin çiftçiler oluşturur.
Tabi bu paralı çiftçilerin zengin burjuvalar gibi milyonlara sahip olması gerekmez. Mısır toplumuna göre görece zengin, dolayısıyla da gericidirler. Ayrıca devlet yetkilileri ve köyün ileri gelenleri ile araları iyidir. Mühendis, doktor ve bazı din adamları ile de iyi anlaşırlar. Zengin çiftçiler Siyasal İslam’ın köydeki en güçlü öğesini oluştururlar. Nasır’ın tarım alanında yaptığı düzenlemeler Mısır köy toplumundaki dengeleri ciddi ölçüde değiştirmişti. Ve bu düzenlemelerden en çok faydalananlar zengin çiftçiler oldu. Zengin ve küçük çiftçilere çeşitli destekler verildi. Tabi bu durum doğal olarak güçlü çiftçilerin zayıflar üzerindeki baskısını artırdı. Nasır döneminde küçük çiftçileri koruyucu bazı önlemler alındı. Ancak Mübarek dönemine gelindiğinde tarım ile ilgili yapılan planlamalar iptal edildi. Bu durum zengin çiftçilere zayıf olanların sırtından daha da zenginleşebilecekleri fırsatlar yarattı.
Etki tepki sonucu olarak küçük çiftçiler, gerici hakim cepheye mensup zengin çiftçilere yani devrim karşıtı bu gerici unsurlara karşı tavır aldılar. Çoğunluğu oluşturan fakir köylülere gelince, bunlar tarım reformundan ve yapılan düzenlemelerden faydalanmak bir yana, tamamen dışlandılar. Ancak “dışa açılım” döneminde durumları değişti. Körfeze, Libya ve Irak’a göç eden Mısırlıların büyük bölümünü bu yoksul çiftçiler oluşturuyor. Bunlardan bazıları geri döndüler, ancak üreten çiftçi sınıfından farklı olarak, iğreti işler yaparak geçimlerini sağlamaya çalışan köylülere dönüştüler. Kanımca en önemli, en can alıcı sorun, zengin çiftçiler ile siyasi İslam arasındaki ilişkidir. Zira eskiden olduğu gibi zengin çiftçiler, muhafazakâr ve donuk Selefi İslam’ın en güçlü dayanakları oldular.
Müslüman Kardeşler ve İslami akımlar
Müslüman Kardeşler cemaatinin demokratik bir yapıya sahip olabileceği şüphelidir. Sistemleri mürşide itaate dayalıdır, demokrasi ve tartışma kültüründen yoksundurlar. Sadece mürşide değil de cemaatin diğer liderlerine bakacak olursak, hepsinin çok zengin kişiler olduğunu görürüz. Tanınmış kişilerin de aralarında bulunduğu bu insanlar, Körfez ülkelerinden ciddi maddi destek alır. Liderler demokrasiye karşı, siyasi ve toplumsal olarak gerici olduklarının bilincindedirler. 1973 harbinden sonra Körfez paraları ile güçlenen Vahhabileri Mısır’a sokanlar da onlardır. Müslüman Kardeşler, bir Vahhabi olan Muhammet Reşid Rıza’nın düşüncelerinden ilham aldı. Körfez ülkeleri Mısır’daki Vahhabi oluşumunu desteklemeden çok önce bu adam Vahhabiliği ülkeye tanıtmıştı. Bu çerçevede İngiltere elçiliğinin arşivinde bulunan belgelere göre, 1927 yılında bizzat elçilik, Müslüman Kardeşlere halk komitelerinin siyasetten uzak tutulması karşılığında destek kararı almıştı.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, 40’lı yıllara kadar ilerleme ve gelişmeyi burjuvalar ile aydınlanmış orta kesim yürütmüştür. Öyle ki, burjuva dediğimiz bu kesim mezhepsel ve dinsel tartışmaların üzerine çıkarak bir şeyler yapmaya çalıştı. O dönemde Hıristiyanlar gibi taassuba girerek karar vermediler. Siyaset alanında vatanı için çalışan Hıristiyanların ön plana çıktığını da gördük.
Mısır siyaset kültürünün ikinci unsuru da özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişen komünizm olmuştur. Üçüncü öğesi ise büyük toprak sahibi gericilerdir.
Müslüman Kardeşler Mısır’da 20’lerden beri daima devrim karşıtı bir rol üstlendiler. Diktatör Sıdkı Paşa’yı desteklediler. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İngilizlere karşı Alman faşizmine meylettiler. 21 Şubat 1946’da işçi hareketinin taleplerini dillendirdiği gösterilerde Sıdkı’nın yanında yer aldılar. Bu sonuncu devrimde de aynı şeyi yaptılar, devrim hareketine geç katıldılar ve katılmalarının ardından da bir düzen partisi olan demokrat parti ile koalisyon oluşturdular. Müslüman Kardeşlerin tarihi Mısır’da halk sınıflarına ihanetin tarihidir ve halen de öyledir. Velhasıl değişen bir şey yok…
Şahsi görüşüm, Cemal Abdulnasır’ın halk komitelerini siyasi hayattan men ederek, siyasal sürecin dışına atarak, Siyasal İslam’ın ülkede kök salmasını sağladığı ve sorumlunun Nasır olduğudur. Mısır toplumunda iki önemli odak olan komünizmi ve liberal burjuvaziyi yıktı. Delegasyon ve parti kurmalarına izin vermedi. Komünizmle mücadele adı altında komünistlere çok sert davrandı. İşte siyasi alanda yaratılan bu boşluğu zaten toplumda var olan İslam değerlendirdi. Müslüman Kardeşlerin yayılması için hazırlanan zemine bakmadan söylüyorum bunları. Abdulnasır’ın yönetim anlayışı, liberal burjuvazi ve komünizmi yok ederek yönetebileceği İslami bir sosyalizmin mümkün olduğu düşüncesiydi. Tabi tarih, Siyasal İslam’ın kısa süre içerisinde sadece komünizme değil sosyalizme ve demokrasiye de karşı olduğunu gösterdi.
Şimdi Müslüman Kardeşler, İslam’ın mülkiyet hakkına sahip çıktığını vurgulayarak tarım düzenlemelerini reddettiği düşüncesini yaymaktalar. Bu durumun sadece ulusal olarak değil uluslararası düzende de ne kadar gerici bir düşünce olduğu açıktır. Örnek olarak, Avrupa’da hiç kimse böyle bir karar çıkaramaz… Onlara göre Dünya Bankası bile solun elindedir!
Şartlar Müslüman Kardeşleri sanki yönetim karşıtıymış gibi gösterdi, öyle bir algıya neden oldu. Bu kesinlikle doğru değildir. Mübarek ve yandaşları, Müslüman Kardeşleri ön plana çıkardı. Müslümanların [özellikle İhvan’ın] hukuk, eğitim ve medya alanına tahakküm etmelerinin ve devlet yönetimde önemli pozisyonlar edinmelerinin önünü açtı. Velhasıl Müslüman Kardeşler kesinlikle yönetimin bir parçasıdır.
İhvanı Müslimin’in içinde Selefiler olarak bilinen aşırı dinciler var. Acaba bunlar gerçekten Müslüman Kardeşlere karşı düşmanlık sergileyebilir mi? Yoksa burada bir görev paylaşımı mı söz konusu? Öyle ki, Müslüman Kardeşler Washington’a mutediliz (ılımlıyız) izlenimi vererek, çizmiş oldukları yol haritasına demokrasi belgesi almaktalar. İşte bu, Obama’nın gerçekleştirdiği çirkin oyunun ta kendisidir…
Düşman -yani sömürgeciler (Siyonizm yandaşları da dahil)- siyasetin İslamîleştirilmesinin toplumun ciddi sorunlarına ve çağın taleplerine karşılık veremeyeceğini çok iyi biliyor. ABD’nin, Körfez ülkelerinin ve tabi ki İsrail’in nihai hedefi böylece devrimi yok etmektir.
Başka bir husus da şu: Mısırda Sufiler de diğer bir İslami akımı oluşturur (Sufi tarikatlara mensup yaklaşık 15 milyon Mısırlının olduğu söyleniyor). Bunlar Vahhabileri kendilerine bir tehdit olarak görüyorlar, din ve siyasetin ayrı olduğu düşüncesinden hareketle de laikliğe yakın bir tablo çiziyorlar.
Askeri kurum ve ABD’nin hedefi
Washington hükümeti Mısır’da kısa süreli bir “geçiş” planlayarak, devrimin başarısını köstekledi ve bu aşamada iktidar hakim tabakanın (egemen bloğun) elinde kaldı. Gereksiz veya önemsiz birkaç değişikliğin dışında anayasa da olduğu gibi kaldı ve Müslüman Kardeşlerin parlamentoda yer alacağı ve eski düzenin sürdürülebileceği bir sistem kuruldu. Son dönem yayınlanan ABD belgelerinde söylediğimizi doğrulayan kanıtlar var.
Planın birinci aşaması referandumla gerçekleştirildi. Şimdi de planın ikinci aşamasına yani eylül-ekim seçimlerine hazırlık yapılıyor. ABD’nin Mısır için uygun gördüğü, orada uygulanmak istenen sistem Pakistan’dan esinlenerek hazırlanmış; kesinlikle Türkiye’den değil. Zira ikisi arasında çok büyük fark var. Türkiye’de ordu laikliği korumak için perdenin arkasında duruyor. Bu hiçbir şekilde Mısır’daki durumla aynı değil. ABD’nin Mısır için tasarladığı “demokrasi” Pakistan’dakinin bir benzeri. Avrupa’da ve diğer Arap memleketlerinde bahsedilen Türkiye örneği kesinlikle kafa karıştırmak ve Pakistan örneğini devreye sokmak için bir şaşırtmacadan başka bir şey değil. Pakistan’da yönetim kendini İslami olarak tanımlar ve ülkede asıl komprador burjuvazinin hükmü sürer. Perde arkasında ise askeri kurum vardır. Gerek duyulduğunda dengeleri gözetmek için bu güç devreye girer ve tasfiyeler başlar.
Mısır’a sunulan (lâyık görülen) model Pakistan modelidir. Perdenin arkasında İslami bir ordu, parlamentoda seçilmiş İslami parti. İşte ABD’nin biz Mısırlılara uygun gördüğü demokrasi modeli. Bu planın gericileri destekler mahiyette olduğunu anlayabiliriz. Değişime ve demokrasiye açık olmayan grupların yönetime hakim olması hedefleniyor.
Mısır’dan beklenen, emperyalizme tabiiyetinin, bağımlılığının sürdürülmesi ve İsrail’le aralarındaki barış şartlarına riayet etmesi. Yani, işgalci İsrail’in yayılma politikasına direnen Filistin halkına destek verilmemesine özen gösterilmesi. Diğer yandan da ekonomik olarak büyük tekellere bağımlılığın sürmesi. Müslüman Kardeşler ve Ordu yönetimi bu şartları tamamen kabul etmiş durumdalar. Ve ABD ordu yönetimine tam destek veriyor.
Mısır ordusunun üst kademelerinin çoğu ABD’de eğitim almış ve aynı zamanda daha önce de bölgedeki Amerikan askerleriyle birlikte tatbikatlar düzenlemişlerdi. Ayrıca ABD’nin Mısır ordusuna her yıl 1,5 milyar dolarlık bir desteği söz konusu.
Bu, ABD’nin başarısıdır ki, ordunun adını kötü bir şekilde duyurmadan devrimin önderliğini onlara sundu.
Yolsuzlukla ilgili bazı mülâhazalar
Yolsuzluk, toplumun yapısına bakılmadan yapılan tehlikeli bir adlandırma. Yolsuzluğun rezil bir durum olması itibariyle ahlak diline girdiği söylenir. Bana göre yolsuzluk kapitalizmin bir parçasıdır, yani onda mündemiçtir. Modern çağda da kapitalizm ancak yolsuzlukla belli hedeflerine ulaşabilmektedir. Velhasıl, burjuvazi yolsuzluk üzerine bina edilmiştir. Öyle ki, 1970’de burjuvazinin varolabilmesinin başka yolu yoktu. Yolsuzluğun tarih boyunca tüm devirlerde olduğunun söylenmesi ise yanlıştır. Yolsuzluk 40 senedir kapitalizm ile birlikte anılmaya başlanmıştır. Çağımızda da böyledir.
Batı toplumlarına bakın: artık yolsuzluk, düzenlerinin bir parçası olmuş durumdadır. Dolayısıyla, yolsuzluğu kapitalizmin dışında değerlendiremeyiz. Bunun için kapitalizm bunama devresine girdi diyorum.
40-50 yıl önce gelişmiş kapitalist ülkelerde stoklama yapılırdı. Ancak bunun yanında, bundan bağımsız olarak tarım ve sanayi üretimi mevcuttu. Bu da rekabet edebilme gücü veriyordu. Şimdi durum farklı. O zamanlar demokrat burjuva değerler ve iktisadi ilişkiler henüz bu ölçüde bozulmamıştı. Ancak geçen 30 yılda üretimi ve ellerinde bulundurdukları malları da kapsayan dairesel bir stoklama ortaya çıktı.
Marx bunların olacağını düşündü ancak bununla ilgili birkaç kelimenin dışında bir şey söylemedi. Daha çok sosyalizm hakkında bazı öngörülerde bulundu.
Geçmiş deneyimler
Son yıllarda dünyanın çeşitli bölgelerinde, farklı koşullara sahip ülkelerde birçok halk ayaklanmasına şahit olduk. Bunların sonuçlarına yakından bakmamız gerekiyor. Bu ayaklanmaları üçe ayırıyorum: ilk olarak Güney ülkeleri Asya ve Afrika’da olanlar. Ki, ben bunlardan Filipinler, Endonezya ve Mali’de yaşananlardan söz edeceğim. İkinci olarak Avrupa’nın doğusunda gerçekleşenler ve üçüncü olarak da Latin Amerika’da yaşananlar.
Filipinler ve Endonezya’da Mısır’daki Mübarek gibi diktatörler vardı. Otokratlarla etrafı çevrili bozguncu diktatör bir liderleri vardı. Baskı ve işkence ise had safhadaydı. Ülkelerin içinde bulundukları şartlar her ne kadar birbirinden farklı olsa da, buralardaki halkın yaptığı devrim Mısır’da 2011 Şubat’ında yapılana benziyordu. Yani devrimi gençler, ilerici orta kesim ve onlara katılan halk komiteleri üstlendi. Mali’deki diktatör Musa Traore’ye karşı ayaklanan halk için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Birinci çatışma diktatörün gitmesi ile sonuçlandı, düzenin değişmesi ile değil. Mali halkı Mısır’daki gibi 2-3 haftada devrim yapmadı. Bir seneye yakın bir süre on binlerce kurban vererek başlarındaki diktatör gidene kadar mücadele etti. Ancak sonra ne oldu? Bizde olmayan şey oldu… Tam manasıyla hürriyetlerine kavuştular, isteyen istediği partisini kurdu. Ancak bu sefer de halkın kazanımlarının önünü kesmek üzere eski yönetim dış baskıyı artırdı. Bölgede El-kaide varlığı bahane edilerek gelişmelerin önüne geçildi. Düzen ayrıca Körfez’in mali desteğiyle muhafazakâr İslam’ı da kullandı.
Filipin ve Endonezya’da durum aynıydı. Liderden kurtuldular ancak düzenden kurtulamadılar.
Şuna dikkat etmeliyiz, bu ülkelerde devrim bizden daha güçlü bir şekilde gerçekleştirildi, ancak yönetim gerici Siyasal İslam’la varlığını sürdürdü ve ilerlemenin, özgürlüklerin gerçekleşmesi engellendi. Bu çirkin oyuna terör ve El-kaide gibi unsurlar da dahil edildi. Tüm yeniliklerin önü bunlar gerekçe gösterilerek tıkandı.
Gelelim Doğu Avrupa’daki ayaklanmalara: Komünizm (reel sosyalizm) aleyhine bir devrim gerçekleştirildi. Bu hikâyenin ayrıntılarına girmek istemiyorum. Bu ayaklanmalar insanları ırklara ve dinlere böldü. Yugoslavya örneğinde görüldüğü gibi. Başta Almanya, İngiltere ve Fransa olmak üzere her konuda Batı Avrupa’ya tabi devletler oluştu. Latin Amerika’yla ABD ilişkisi gibi. Burada yaşanan tecrübelerde gelenin gideni arattığını gördük.
Devrimin kazanması ve ilerleyişi noktasında Latin Amerika en iyi örnek olarak görülüyor. Bu devrimci hareketlerin ilki, geniş halk komiteleri, yoksul çiftçiler ve çoğu işçi olan halkın Brezilya’daki (sanayileşmiş bir ülke) ayaklanmasıdır.
Bolivya’da ise çok daha güçlü bir devrim gerçekleştirildi. 5 sene sürdü, 20 binin üzerine şehit verdiler. Ancak sonunda durumları değişti, yeni bir anayasa kabul edildi, sömürgeciliğe karşı toplumsal düzenlemelere imza attılar. O zaman bizim için Latin Amerika devrimleri iyi bir örnek. Bu koşullarda en olumlu modeli oluşturuyor. Aynı şekilde Venezüella. Konuyu Mısır çerçevesinden çıkarmak istemediğim için ona girmiyorum.
Modern Mısır tarihine ilişkin kısa bir hatırlatma
Mısır’ın modern tarihine bakın, hep devrimleri göreceksiniz. İlk devrimin ardından uzun bir gerileme dönemi. Belki de son devrim yeni bir ikinci uzun devrim döneminin başlangıcıdır. Birinci devrim dalgası, 1920’den 1967’ye kadar 40 yıllık uzun bir döneme tekabül eder. 1920-1924 arası birinci aşamayı Vefd hazırladı. Mısır bu dönemde tarihinin en demokratik, en ilerici yapısına sahipti. Ancak Vefd’in içerisinden çıkan hain Sa’d Zağlul’un ve Vefd’in önderliği içindeki bazı kimselerin solcu akımları ve komünist partiyi vurması ile bu süreç yıkıma uğradı.
21 Şubat 1946’da ise Sa’d’ın yolundan gidenler ve diktatör Sıdki’nin kurduğu Müslüman Kardeşler bu durumu besledi. Devrimin uzantıları sömürgeciliğe karşı ve demokrasi yanlısı öğrenci koalisyonları, komünistler ve işçi kitlesi hareketi ile sürdü. Bu da Sıdki Paşa önderliğindeki Müslüman Kardeşlerin ihanetine uğradı. Bu dönem Vefd’in yönetime gelmesine kadar sürdü. Sonra tekrar bir ihanet ki, Mısır’ın yıkımına sebep oldu ve bu ihanete Müslüman Kardeşler de destek verdi. Ve sonrasında askeri darbe… 1952’de ilk, 1954’te ise ikinci bir askeri darbe oldu. Sonra Nasır dönemi geldi. Bu dönemde sömürgecilere karşı tavır alındı ancak Cemal Abdulnasır yavaş yavaş devrimin iç unsurlarını bitirdi.
Nasır halkın yararına bazı düzenlemelerde bulundu ancak bunu demokratik bir şekilde değil yukardan bir dayatmayla gerçekleştirdi. Düzen demokrasi karşıtıydı. 1967’ye gelindiğinde ise Siyonistler aracılığıyla Amerika’nın sömürüsünden kurtulamadı. Bundan sonra Nasır tutunamadı ve kapıları ardına kadar açtı. Mübarek de onu takip etti.
Birinci devrim dalgasının ardından 1970’ten 2011’e kadar 40 yıl uyuyan ve uluslararası hiçbir ağırlığı kalmayan Mısır halkı, 2011’de yeni bir devrim dalgasıyla uyandı…
Bugün ikinci devrim dalgasına girdik. Bunun kapsayıcılığı ve derinliği uzun süren ilk devrim dalgasından daha da güçlü olabilir. İnanıyorum ki, uluslararası koşulları ve yerel durumu gerektiği gibi kavrayabilen bir hareket, bizi ilerleme yolunda sonuca götürecektir.