Ana Sayfa Bilim Gündemi Acının bile ideolojik olmasının nedeni

Acının bile ideolojik olmasının nedeni

738
0

Ender Helvacıoğlu

Devrimler güç ve silah ile gerçekleşir ve kendini karşı-devrimin direnişine karşı yine güç ve silah ile korur. Tarih boyunca bütün devrimler böyle olmuştur. Bunu beceremeyen devrim hareketleri, bu kez karşı-devrimin gücü ve silahı ile ezilirler. Devrim böyle bir olaydır. Hegel’in dediği gibi “Kangren olmuş uzuvlar, lavanta suyu ile iyileştirilemez”. Mao da aynı vurguyu yapar: “Devrim, bir gala ziyafeti değildir.”

1923 yılında saltanatı yıkıp cumhuriyet ilan edeceksin, 1924 yılında hilafeti kaldıracaksın, 1925 yılında bir aşiret reisi (Şeyh Said) İngiliz emperyalistlerinin desteğini de alıp, şeriatı ve hilafeti geri getirmek hedefiyle ordu kurup ayaklanacak, sen de buna sessiz kalacaksın… Böyle bir kalkışmayı bütün gücüyle ezmeyen bir devrim hükümeti kendi idam fermanını imzalamış olur. Genç Cumhuriyet, devrimciliğin gereğini yapmış ve Şeyh Said ayaklanmasını güç ve silah ile bastırmış, devrimci iktidarı korumuştur. Bunu yapmasaydı “iki yıllık başarısız bir cumhuriyet girişiminden” söz ederdik sadece (birilerinin “Ah, keşke” dediklerini duyar gibiyim; tıpkı “Keşke Yunan kazansaydı” diyenler gibi).

Ama öyle görünüyor ki, henüz hesap kesilmemiş. Mustafa Kemal ile Şeyh Said -günümüzdeki temsilcileriyle- arazide kıran kırana savaşıyorlar hâlâ. Sadece Şeyh Said de değil, günümüz karşı-devrimcileri Abdülhamit ve Vahdettin’i de (saltanatçılığı da) araziye sürmüş durumdalar. Türkiye toplumu, güncel sınıf ilişkileri düzleminde bu hesaplaşmayı yeniden yapacaktır, yapmak zorundadır belli ki…

Bu hesap henüz kesilmemişse ve mücadele sürüyorsa, tartışma henüz bir tarih tartışması değilse, herkes safını belli etmek zorunda kalacaktır: Şeyh Said bir kahraman mıdır, bir hain mi? Anılacak, ismi bulvarlara verilecek bir kişi midir, yoksa tarihin çöplüğüne gönderilecek bir kişi mi? Şeyh Said önderliğindeki ayaklanma mı haklıydı, bu ayaklanmayı güç ile bastıran ve ezen genç cumhuriyet hükümeti mi? Şeriattan ve hilafetten mi yanasınız, bunları ortadan kaldırmaya çalışan cumhuriyetten mi? Devrimden mi yanasınız, karşı-devrimden mi? Bu sorulara -bulanıklaştırmadan- net yanıt vermek ve yer alınan safı netleştirmek gerekir; çünkü mücadele hâlâ sürmektedir.

***

Devrimler, karşı-devrimler, ayaklanmalar, kalkışmalar, savaşlar… Bunların hepsi bin bir türlü acının ve trajedinin yaşandığı, kurunun yanında yaşın da yandığı olaylar. Hepsine ağlayacak mıyız? Sınıflar ve sınıf mücadeleleri bitmiş ve ortadan kalkmış olsaydı, toptan bir ağlama merasimi düzenleyebilirdik. Ama mücadele tüm keskinliğiyle sürerken Lenin’e kulak vermek durumundayız: “Her sınıf kendi ölüsüne ağlar. Kime ağlayacağını bilmeyenler için tarih iyi bir öğretmendir.”

Acı, saygı, gözyaşı… Bunların hepsi ne yazık ki hâlâ ideolojik bir içerik taşır. Sınıflar üstü insanlık değerlerine, genel bir hümanizmaya ulaşmanın çok uzağındayız henüz. Bu uzaklığın asıl nedeni de egemenlik ilişkilerini, sömürü düzenlerini korumaya çalışan ve bu uğurda her türlü acımasızlığı kendilerine hak gören gerici hâkim sınıflardır. Gerek tarihsel gerek güncel olaylara bu çıplak gerçeği göz ardı ederek bakamayız. Bakarsak, -öyle arzu etmesek bile- sonuç olarak egemenlerin acımasızlığına yol vermiş oluruz.

İnsanlara acıyabiliriz, acımalıyız; insanların öldürülmesi, idam edilmesi yüreğimizi burkabilir, burkmalıdır. Ama ya o insanlar inanılmaz acıların sorumlusu olan kurumların simgeleri iseler… Bu yaman çelişkiyi genel bir hümanizma ile çözmekten uzaktır henüz insanlık.

İki büyük demokratik devrim sonrasında iki kralın yargılandığı mahkemeler ve aldıkları kararlar iyi bilinir. İngiltere’ye ihanetle suçlanan, ülkesinin iyiliğinden çok kendi şahsi iyiliğinin peşinde koşmakla itham edilen, iç savaş sırasındaki tüm ihanet, cinayet, zarar ve ziyandan sorumlu tutulan Kral I. Charles suçlu bulunur ve kendi sarayının önünde 30 Ocak 1649 günü idam edilir.

Fransız Devriminden sonra da Fransız Kralı XVI. Louis ve eşi Kraliçe Marie Antoinette vatana ihanet ile suçlanarak giyotinle idam edilir. Devrimin liderlerinden Robespierre’in Konvansiyon’da yaptığı konuşma şu sözlerle biter: “Ne hapishane ne de sürgün onun varlığını, suçlarından arındırabilir. Ben acıyla da olsa, şu üzücü gerçeği dile getiriyorum: En iyisi Louis ölmelidir. Yüz binlerce dürüst vatandaşın yerine Louis ölmek zorunda, çünkü vatan yaşamalıdır.”

Bu iki mahkemenin idama mahkûm ettikleri Charles ve Louis adlı iki adam değildir. Mahkûm edilen, onların şahsında, yüzlerce yıllık aristokrat düzendir. Mahkeme, halkın devrim hakkını savunmak adına bu kararları almıştır.

Şimdi anımsamıyorum, bir yerde okumuştum: Çin Devrimi sırasında halk ordusu tarafından ele geçirilen bir köyde toprak ağası halk mahkemesinde yargılanıp idam ediliyor. Ama yoksul halk sadece ağayla yetinmeyip onun ailesini de öldürüp soyunu kurutmak istiyor. Komünistler karşı çıkıyor ve komünistleri de öldürüyorlar.

İnsanlığın düzeyi henüz böyle. Ama bu geriliğin, bu hümanizma eksikliğinin, bu sınırsız kinin nedeni ezilenlere ve sömürülenlere yüzyıllar boyu her türlü acımasızlığı reva görmüş olan o krallar, toprak ağaları, gericiler ve emperyalistlerdir. Bu olguyu kavradığımızda, acının dahi ideolojik olduğu çıplak gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz ne yazık ki. Hele mücadele bütün hızıyla, bütün hukuksuzluğuyla ve acımasızlığıyla sürerken…

Gözyaşlarımız, binlerce yıldır ezilen, katledilen bütün Charles’lar, Louis’ler ve Said’ler için. Kral ve şeyh olanları hariç…