“Yazarken, başımın üstünde bir insan yatağı olan memleketimin büyük ve karşılıksız aşkından ve imanını kimseye borçlu olmayan vicdanımın şaşmaz emrinden başka hiçbir kuvvete eğilmedim… Ve ancak başları üstünde memleketimin bu karşılıksız ve büyük aşkından başka sevda gezdirmeyenler ve vicdanlarını onun şaşmaz emirlerinden başka hiçbir kuvvet önünde eğmeyenler için yazdım.”
Doğumu bir asrı çok geride bırakmış, aramızdan ayrılalı 38 yıl olmuş ve tarihimizden neredeyse kazınmış bir “fikir adamının” hikâyesi bu. Aşkın bir cumhuriyet fikrini Türkiye’de arayan ve yerleştirmeye çalışan, liselerde ve kısa bir süre de üniversitede felsefe öğreten, cumhuriyet sızısıyla kütüphanelere kapanıp binlerce sayfa dolduran, ama bunları bir türlü kitap halinde yayımlayamayan bir “saklı düşünürün”, bir kırgınlığın hikâyesi. Türkiye’nin ömrü de diyebiliriz. Oysa doğumunun 110. yılındayız ve rahatça hatırlatabiliriz: Jean Jaures hayranı, gerçekten köktenci bu felsefe öğretmeni ve sosyal tarih araştırmacısı, bu toplumbilimci, Arslan Kaynardağ’a göre, büyük olasılıkla, cumhuriyet döneminde bir Türk üniversitesinden alınmış ilk felsefe doktorasının da sahibiyken, neden böyle bir “kadere” mahkum oldu?
Buna yanıt arayacağız. Ama önce ömrüne bir göz atacağız.
Savaşın göbeğinde geçmiş bir çocukluk
Nereden başlayabiliriz? 20. yüzyılın başında Makedonya ihtilalcilerinin, bilhassa da Jöntürklerin, adım adım çöken bir imparatorluğu kurtarma çabalarının ürünü ve bütün bu hengâmenin tam orta yerine düşmüş bir çocuktan mı?
1906 Yanya doğumlu Ziya Somar, “tefekküre” adadığı ömrüyle, sadece yatılı okullarda geçen çocukluk ve ilkgençliğini damgalayan fırtınalı yıllarıyla değil, daha sonra uzun öğretmenlik-araştırmacılık yıllarıyla da Türkiye Cumhuriyeti’nin bir aynasıydı. Umutla ve ışıkla başladığı cumhuriyet rejiminden, güçler dengesinin geriye doğru hareketlendiği bir zamanda ayrıldı. Nasıl bir ayna olduğuna geleceğiz.
Ama Balkan felaketinde ölümlerden kıl payı farkla kurtulduğunu gösteren işaretler var. Yine de 1978’de İstanbul’da sona erecek çalışkan ömründe hep kendi fikir ödevlerini ve Türkiye’nin neden büyük entelektüel hedefleri gerçekleştirmesi gerektiğini, ancak bu hedeflere bir türlü ulaşılamamasının nedenlerini anlatmaya çalıştı.
Savaşın tam göbeğinde geçmiş bir çocukluktan söz ediyoruz. Cumhuriyet ilan edildiğinde Ziya Somar 17 yaşındaydı. Ağabeyi Nazmi ve ablası İsmet ile birlikte, tarihin fırtınalı yılları (Balkan Savaşları) arasında kendine bir yol bulması müthiş bir savaşımdır. Oysa sadece 1915 Çanakkale Savaşları sırasında, paramparça olmuş bir aileyi bir arada tutan enişteyi görmek için yatılı okuduğu Bursa’dan gelip muharebelerin, boğazlaşmaların günlük pratik sayıldığı alanlarda bu akrabasını araması bile, romanlara veya filmlere konu olmalıydı. Sekiz-dokuz yaşlarındaki olağanüstü yoksul, sarışın ve mavi gözlü bir çocuğun, kan ve irin içindeki, barut kokulu bir sahnede ailenin tek umudunu araması, Türkiye’nin nasıl bir felaketten çekip çıkarıldığını, adeta “doğurulduğunu” gösteren milyonlarca örnekten sadece biri. Trajik ve kahramanca. Ama romanı yazılmadı.
Yazılmadı, çünkü Ziya Somar’ın ilgisini romanesk tanımlardan çok fikir tarihi çekiyordu. Somar’ın edebiyatı değil, felsefeyi, siyasi tarihi, fikir üretimini seçmesi, geriye baktığımızda, belki şans eseri kurtarılmış bir hayatın hakkını böylece daha iyi verebileceğine inanmış olmasıyla bağlantılıdır. Herhalde öyledir.
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin hırslı genç adamı
Güçsüzlük ve yalnızlık, pazarlanması kolay bir durumdur; Ziya Somar fikir üzerinden bir yaşam hakkı ediniyordu. Liseyi bitirdiği Konya’nın daha sonra valiliğini üstlenen Cemal Bardakçı’nın (ki dinci-milliyetçi tarih yazarı İlhan Bardakçı’nın babası, gazeteci-tarih yazarı Murat Bardakçı’nın da dedesidir) kendisini ziraat öğrenimi için Avrupa’ya gönderme teklifini kabul etmeyerek, “Ben burada dil öğrenecek ve Avrupa’yı buraya memleketime getireceğim” diyen hırslı bir genç adam. “Memleketim” dediği de, genç Türkiye Cumhuriyeti’dir; müstemlekeden vatan yapılmış, ama daha kendi ayakları üzerinde duramıyor; duracağı da kuşkulu: 1920’lerin sonu ve 1930’ların başındayız.
Dr. Somar, akıntıya karşı kürek çekiyordu aslında ve buna mecbur olduğunu da biliyordu. Türkiye Cumhuriyeti, tarihsel bir ilerlemeye karşılık gelen bir kuruluştu, tamam, ama haklılığını fikir tarihinden çıkarabileceğine inanan, kurulan cumhuriyetin “bir anomali olmadığını dünyaya kanıtlayabileceğine inanan” güçte bir kuşak yetiştirmeyi başaramadı. Cumhuriyetin ilk kuşakları, kitle desteğinden yoksun tek tük sosyalistleri olmasa, öyle bir haklılığın farkında bile değildi. Sosyalistlere uzak olmayan bir arkadaş çevresinde bulunan -ki bunlar arasında İlhan Şevket de vardı, Sabahattin Ali de- ama sosyalist mücadeleye hep uzak duran Somar, yine de asıl ısı merkezinin orası olduğunu hissetmişti. Çeşitli yazılarında Türkiye sosyalizmiyle arasına mesafe koyması, taklitçilik korkusuyla yakından ilintilidir. Kendisinin kurmadığı ve kendisinin kılamadığı bir sosyalizmin sadece “dış merkezlere” hizmet edeceğini düşünüyor olmalıdır. Ancak, başka bir şey var.
Şu: Dr. Ziya Somar’ın, ömrü boyunca bir karınca gibi düşünce üretimi için çalışan bu radikal ve yalnız cumhuriyetçinin, 26 Kasım 1978’de çocukluğundakini andırmaya başlayan bir iç savaş ortamında sessiz sedasız ölümü, Türk düşüncesinde, matbuatında, siyasetinde vs. hemen hemen hiç yankı bulmuş değildi. 70’lerin ikinci yarısında, eşi Nezahat Somar’ın, sinirlendiği ve bu nedenle sağlığı bozulduğu için televizyondaki haber programlarını bile izlemesini engellediği yıllarda, ölümü boşlukta öylece kalakaldı. Yakın dostları İsmet Kür, Demir Özlü ve Behçet Necatigil’in imzalarıyla biri Cumhuriyet, biri Dünya ve biri de Afşar Timuçin’in Felsefe Dergisi’nde çıkan anma yazıları dışında, o hengâmede kimse Dr. Somar’ın öldüğünü fark etmedi. Türkiye, Dr. Somar’ın öldüğünden habersizdi, bugün çökerken çok daha habersizdir. Demek ki Türkiye, Dr. Somar’ı ve onun o hırslı tarihsel-fikirsel meşruiyet arayışını hak etmiyordu. Bu karmaşanın doğal sonucunu bugün yaşıyoruz.
Fikrin ve felsefenin cumhuriyetini arayan araştırmacı
Hikâye ilginçtir. Bir gün muhtemelen bir görev emri alarak evden çıkıp giden babanın ve neredeyse kundaktaki Ziya’nın hikâyesi başlı başına bir dramdır.[1] Her adımı cumhuriyet tarihini imleyen, bir gün mutlaka filmlere, belgesellere de konu olacak bir hikâyeden söz ediyoruz. Somar, bu acıları yine de fazla önemsemedi. Başka bir şey arıyordu.
Dr. Somar’ın yazılarında ve kitaplarında ısrarla vurguladığı “kendi düşünsel değerlerimiz”, etnik heyecanları kışkırtmak için el attığı bir araç değildi. Milliyetçi, faşizan bir düşmanlığı temellendirmek için de değildi bu yönelimi. Dr. Somar, Türkiye’yi ve cumhuriyetçi Türk düşüncesini, tarih ve mevcut dünya yerleşikliğine karşı bir anahtar sayıyordu. Bir garanti arıyordu sanki, gelip yerleştikleri bu topraklardan bir daha sürülmemek için. Dünya fikir tarihinin karşısına “fikrî meşruiyetle” çıkılabileceğini, Venizelos’un Anadolu’yu nasıl elinde dosyalar ve Anadolu’daki Yunan kültürel varlığıyla ele geçirmeye çalıştığına tanıklık ettiği için olmalıdır bu. Hâlâ kayıp “İzmir İşgalinin İçtimai ve Siyasi Tarihi” çalışmaları sırasında, bunu büyük bir acıyla yeniden yaşamıştır. Atina, Anadolu’ya fikir ve kültür hizmeti verdiği için o topraklarda ve Türklerin üzerinde bir egemenlik kurup sürdürebileceğine inanıyordu. Türk toplumu ve Türk aydınının buna vereceği pek bir yanıtı yoktu. Tek yanıtı pek az halk, ama özellikle aydınlar, sonuçta hep askeri yöntemlerle vermişti. Bunun etkisi de geçecekti. Ziya Somar, galiba ömrü boyunca bu korkuyu içinde taşıdı.
Meşrutiyet döneminin irdelenmesinde, cumhuriyetin kuruluş yılları ve 1940’larda Türkiye’deki çağdaş düşünce akımlarının incelenmesinde Somar’ın etkin bir müdahalesi olmamıştır. Eğer tek tük yazılarını, talihsiz, yankısız bir-iki kitabını ve çeşitli makalelerini göz ardı edersek, Ziya Somar’ın bu alandaki etkisizliğini kabullenmek zorunda kalırız.
Radikal cumhuriyetçiliğin aşkın fikrini, fikrin ve felsefenin cumhuriyetini arayan bu araştırmacı ve Türkiye merkezli kafanın ürünlerinin/verimlerinin sanki bir el tarafından sisteme girişi ve bir etki yaratması engellenmiştir. İleride bu tip bir kavrayışın, Türkiye kapitalizminin fikir kaynaklarını tehlikeli biçimde kanırtacağı ortaya çıkacaktır. Bir başka türlü de söyleyebiliriz: Türkiye siyaseti ve sınıflar dengesi, bu tür aşkın arayışları eğer komünizmle damgalayıp doğrudan engelleyemiyorsa, onu yaratan kafaların önünü açacak bir enerjiye izin vermiyordu. Hatta tam tersine. Dolayısıyla İhsan Kongar’ın oğlu Prof. Dr. Emre Kongar’a arkadaşı Ziya Somar’ın hep önünün tıkandığı yolundaki bir serzenişi, büyük bir haklılık payı içermektedir.[2] Ama Dr. Somar’da bu enerji vardı.
Örneğin jakoben özellikleri ağır basan bir “devrimci demokrat” olarak, bizzat öğrencileriyle belli bir enerjiyi yaymak, kitleselleştirmek istiyordu. İzmir’de komünist cereyanlarla mücadele kapsamında 40’lı yılların sonunda yapılan bir sınıf baskını nedeniyle yazdığı ve doğrudan idareyi hedef alan bir mektup[3], tam da bu cepheleşmenin, cumhuriyet rejimini öne çekmek isteyen bir radikal cumhuriyetçiyle, komünizmi ezmeyi amaçlayan bir zihniyetin “kemalist bekçileri” arasındaki savaşın tablosudur. Ziya Somar, bu savaşta yenildiği için, bir kenara atılmış ve unutulmaya terk edilmiştir.
Osmanlı’ya 1839 Tanzimat Fermanı’yla birlikte giren modernist havanın ucunu yakalamaya çalışmaktadır. Meşrutiyet’i, özellikle de 1908 Jöntürk Devrimi’ni hazırlayan düşünce hareketleri ve düşünce insanları hedefindedir. Biz, bunu, filozofların etkisi altında bir cumhuriyet arayışı ve inadına bağlayabiliriz; Somar’ın köktenci cumhuriyet fikrini bu yıllarda araması tesadüf olamaz.
Felsefe ve fikir için önce din ve tanrı inancını kapının dışında bırakmak gerekeceğini savunan, İzmir’i ise bir tür Medine gibi gören Somar’ın yazıp bastıramadığı binlerce sayfada içten içe işleyen temel mesele, sadece bir milletin değil, cumhuriyeti müjdeleyen, en azından arayan bir fikir tarihinin de bu yeni kuruluşun geçmişinde yattığıdır. Somar, sözü geçen mirasın veya birikimin mutlaka cumhuriyet çerçevesinde de işlenmesi gerektiğini savunuyordu. Bu giderek büyüyen bir hırs oldu. Yalnızlığını hazırlayan bu hırs üzerinden söylemek istediği şudur: Biz yoktan var olmadık, bir hazırlayıcı fikir tarihimiz var ve bunu derinleştirmemiz şart, ancak o zaman yeni Türkiye’yi ve cumhuriyet rejimini hak edebiliriz. Türkiye bize bahşedilmedi, onu, cılız da olsa, bizim fikir tarihimiz yaptı ve bu fikir tarihimiz Avrupa aydınlanma düşüncesinden kopartılamaz, tersine, her adımıyla ona bağlanmalı, ona güç vermeli, ondan güç almalıdır.
Bunu, ömrüne yaydığı çalışmaların “esası” ve “esansı” olarak görebiliriz.
‘Susku komplosu’
Böyle bakınca, düşünce tarihimize ilerici bir insiyakla ve kışkırtıcı bir görev arzusuyla yaklaştığına tanık oluyoruz. Burada bir kesiklik dikkat çekiyor. Somar’ın, fikir tarihimizden, o tarihin bir sonucu olarak cumhuriyeti türetmesi, hatta adeta “doğurtması”, kurucu babaların rolünü, onların geçen zaman içinde dinselleştirilen müdahalesini kısmen rötuşlayacak değil midir? Öyledir. Özellikle 1940’larda ve 1950’lerde, ki Somar için ilk on yıl İzmir, ikinci on yıl da İstanbul yıllarıdır, Mustafa Kemal’in peygamberleştirilmesi gibi bir siyaset biçiminin egemen sınıfın temel güdüsü halini aldığını görüyoruz. Ziya Somar’ın iz sürdüğü böyle bir süreklilik arayışından, mevcut yönetimin mutlu olamayacağını düşünmek gerekir. Dolayısıyla, Dr. Somar’ın cumhuriyet tarihimize bakışı ve onda bulduklarıyla antikomünist bir histeri eşliğinde Türkiye’yi ABD’nin sıradan bir sömürgesine dönüştürenlerin yolu örtüşmeyecektir. Mustafa Kemal’e biçilen dinsel elbiselerin (Celal Bayar: “Atatürk, seni sevmek Türk milleti için milli bir ibadettir!”) bu on yıllarda yönetim katlarında yoğun bir komünizm düşmanlığıyla sağlamlaştırıldığını biliyoruz.
Bu konuda, belki komünizmin Türkiye fikir tarihinde herhangi bir ağırlığı bulunmamasını gerekçe sayan Dr. Somar’ın fazla bir titizlik göstermediği kabul edilebilir. Ama sanki bir elin, bu gerçekten verimli ve hırslı aydınlanmacının kitaplarının yayımlanmasını ve kamuya mal olmasını ısrarla engellemesine mutlaka bazı gerekçeler bulmamız gerekir. Yanıtsız soru ve nedensiz sonuç yoktur. Niyetlerin ötesinde, tarihsel sürecin içerdiği nesnel nedenlerdir bunlar. Dr. Somar’ın düşünce tarihimizden resmen kazınması, yapıtlarının yasaklanmasıyla değil, basılmamasıyla gerçekleştirilmiştir. Burada Somar’ın üslup özellikleri de bahane edilmiştir. Yolunu çöküşe doğru çevirmiş bir Türkiye’nin Somar radikalizmini ve ileri bir zamanda, aydınlanmanın sosyalizmle örtüşeceğini adeta önceden görerek, bir önlem aldığı da düşünülebilir. Gericilik mesleğinde erken uzmanlaşmış Türkiye burjuvazisinin, kültür endüstrisindeki ajanları ve militanlarıyla böyle bir “susku komplosunu” örgütlememesi şaşırtıcı olurdu. Korkak Türk burjuvazisinin sığ olduğunu söyleyemeyiz.
Ziya Somar öldüğünde, tamamı eski harflerle kaleme alınmış ve, kendi ifadesiyle, sadece dolapları dolduran ve çantalarda yatan eserlerinin kimse farkında değildi. İstisnaların, İsmet Kür, Arslan Kaynardağ, Behçet Necatigil veya Demir Özlü, bu konuda kaideyi bozamayacak kadar hareketsiz, etkisiz olduğunu biliyoruz. 12 Eylül’e giden Türkiye’nin büyük kurbanlarından biri, bugünkü Erdoğan rejiminin temsil ettiği ve Türkiye’yi çözen zihniyetin ilk büyük suikastlarından birisidir Ziya Somar ve külliyatı. Türkiye’de cumhuriyetçi kalkışmayı hazırlayan düşünce akımlarının incelenmesine yönelik, Osmanlı’yı aydınlanmacı bir inkâr temelinde hazırlanan bu karınca emeği çalışmalarıyla Somar bir zincirin halkası olamamıştır. Yapılmamıştır. Engellenmiştir. Hep önü kesilmiştir. Neden?
Yer yer ağdalı, her zaman girift üslubu, yazı pratiğinde bir türlü çözemediği teknik sorunlar yüzünden mi? Ya da onuruna aşırı düşkünlüğü ve hatta “burnundan kıl aldırmaz” diye bilinen kişiliği nedeniyle mi? Dillere destan hatip niteliği mi? Herkese çok nazik, ama herkesten de aynı nezaketi talep eden, bunu gerektiğinde almasını iyi bilen karakteri mi bu suikastı başarıyla sonuçlandırmıştır? Hepsi olabilir.
Dr. Somar’ın harekete geçtiği yıllar, cumhuriyet yönetiminin, kuruluştaki birçok radikal atılımı biçmeye başladığı yıllardır. Dolayısıyla çabasının, cumhuriyet köktenciliğiyle bağlarını kesmiş yeni yetişen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderine el koyan kadrolarla çelişmemesi mümkün değildi. Somar’ın cumhuriyet tarihine girmesi ister istemez engellenecekti, bunun için bir komplo gerekmiyordu. Mekân ve içerdiği tarihsel seçimler, bu sonucu doğuracak kadar değişmişti. Bu aydınlanmacı radikalizmi, ki geçmişinden güç alabilecek bir cumhuriyetçi fikir şiddetiydi, Türkiye’nin yeni Amerikancı kadrolarının sırtlaması düşünülemezdi. Türkiye, kuruluşunu kusuyordu, Ziya Somar’ı kabullenmemesi doğal karşılanmalıdır.[4]
Somar’ın, kendisini her anlamda ileriye taşıyacak öğrenciler yetiştirememesi, biraz da yayıncılığının engellenmesi nedeniyledir. Bu yüzden yarıda kalan, kendisini anlayacak ve -asıl önemlisi- geliştirecek genç kuşaklarla bağ kuramayan her beynin ve kalemin kendi üzerine kapanarak ortadan kalkacağını iyi bilen bir gerici iştah, artık Türkiye’nin siyasi gücüdür. Elbette devrimcileri dışarıda tuttuğumuzda, 1978 yılı itibariyle, yerleşik Türkiye için bir Dr. Ziya Somar hırsının hiç yaşanmadığını görüyoruz. Hiçbir ilgi yoktur. Behçet Necatigil yakın dostu için hemen bir yazı kaleme almış ve bu yazı Afşar Timuçin’in çıkardığı Felsefe Dergisi’nin 1979’daki ilk sayısında “Bir Fikir Adamının Ölümü” başlığıyla basılabilmiştir. Ancak bu başlığın gerçeği tamamen yansıttığı söylenemez. Doğmaması ve sonra yaşamaması için adeta tarihsel bir şiddetin uygulandığı, buna rağmen doğan, yaşayan ve yaşadığını, haklılığını, meşruiyetini kendi eliyle yaratmaya ahdetmiş bir cumhuriyet fikri olarak Somar’ı kimse anlamak istemedi. Görmek de istemediler.
Cumhuriyet’in bir ‘anomali’ olduğu görüşüne karşı mücadele
Dr. Somar, cumhuriyeti hazırlayan fikirleri, özellikle 1908 öncesi ve sonrasını temel alarak izlemiştir. Kendi cumhuriyetçiliğini hazırlayan temelleri bu özgürleşme yıllarından, çoğu cılız fikir arayışlarına yakıştırdığı söylenebilir. Kendi değerlerimize karşı o acımasız “kayıtsızlık ve alakasızlık haliyle fikir adamını hep dışarıda arayışımızın” sonuçlarına direniyordu.
Ama bir konu açıklığa kavuşturulmalı ve Somar’ın milliyetçi bir zihniyetin kalıpları/sınırları içine hapsedilemeyeceğinin altı çizilmelidir: Dr. Somar, fikir adamının dışarıda aranmasına ne olursa olsun karşı değildi, çünkü dışarıdaki fikir zenginliklerinin ithaline bizzat kendisi çevirilerle zaten girişmişti. Fakat filtresiz ve müdahale edilmemiş bir “dış dünya hayranlığının” zamanla korkunç bir aşağılık kompleksine dönüşeceğini, hatta cumhuriyet düşüncesini Türkiye’de bir anomali haline getireceğini adeta seziyordu: Restorasyon mekanizmaları işlemeye başlamıştı ve Somar’ın çalışkan öfkesinin en önemli nedenini burada bulabiliriz. Osmanlı’nın yeniden doğacağı ve körpe, çok cılız cumhuriyeti yıkabileceği duygusunun Dr. Somar’a çok erken yerleştiği, tüm çabasının bu hastalığın önüne geçmek olduğu iddia edilebilir. Bu endişenin fikirleşerek sosyalist düşünceyle bir etkileşime girmemesi için pek bir neden yoktur gerçekten de.
Bir başka ifadeyle, Dr. Somar’ın bizzat sosyalist düşünceyi savunması değil, eninde sonunda ve ister istemez onunla olumlu bir etkileşim içine girmesi bekleniyordu. Türk gericiliğinin, fikir ve cumhuriyet tarihimizdeki bu devamlılığı engellemek için gerekli önlemleri almadığı söylenemez. Aydınlanmacı cumhuriyetin (“1923 Projesi”) başlangıç yıllarına ihanette uzmanlaşmış yönetim kadrolarının cumhuriyetçi düşüncenin sosyalizmi çağıracağını ve ona katılacağını, onu güçlendireceğini bilecek kadar bir kapasitesi elbette vardı. Osmanlıcı zihniyet, yeniden doğacağı ve cumhuriyet deneyimini enkaza çevireceği 2000’lerde işte tam da bu devamlılık engellendiği için başarılı olmuştur.
Sosyalizm, Türkiye’nin bir anomali olmadığı fikrinin, cumhuriyeti hazırlayan bir fikir cehdinin, yani ilericilik tarihimizin doğal sonucu ve dostuydu. Cumhuriyetin kurucu babaları, ilk on yılda, kısmen böyle bir tuzağın dışında kaldılar, ama bu fazla sürmedi. Kurucu babaların kapitalizm tercihi ve SSCB ile uzaklığı, zaman içinde ABD’ye yakınlığı doğurdu.
Kendi değerlerimize duyduğu ilgi, gerçekten de Somar’ın ayırıcı özelliğidir. Ayırıcı özelliğidir, çünkü buradan Türkçülüğe düşmez. Somar’ın Türkçe ve Türk vurgusu bir yurttaş cumhuriyeti arayışının tezahürüdür.[5] Bu ilginin milliyetçi/şoven bir düzeysizlik propagandasına karşılık gelmediği eklenmelidir. Burada, Avrupa aydınlanmasının peşine takılmak, kendini ona eklemek ve ona layık olmaktan çok, çağdaş düşünceyi bünyemize tüm sivrilikleriyle, hatta radikalliğiyle ithal etme, çağdaş fikri bizde yeniden üretme kararlılığı öne çıkıyor. Bunu, Türkiye’ye bir anomali olarak bakma fikrine cepheden karşı çıkan bir erken “aşı” olarak da görebiliriz. Fikri dışarıda olan bir kuruluşun, kendisini koruyamayacağından, dışarının değişen arzuları doğrultusunda kısa sürede çözülebileceğinden mi korkuyordu? Altını bu kadar sert doldurmasa bile, bu muhtemelen böyledir.
‘Yerinden yeniden üretim’
Cumhuriyet ya da “1923 Projesi”, Dr. Somar için bir tarihsel haklılığın, onun ötesinde dönemsel bir yeterliliğin ürünüdür. Bu haklılığı ve yeterliliği öylece dışarıdan taşımak, yani ithalat kurnazlığı ve “bir koyup hepsini almak” kesinlikle mümkün değildir.[6] Dışarıdan yüklenme, Türkiye boyutlarında bir tarihsel kurgu için, sadece içerinin çürütülmesi sonucunu verecekti. Bunun önüne geçmek, kendi fikrimizi çağdaş düşünceyle besleyerek, onunla boy ölçüştürerek mümkün olabilirdi. Bunun bir ithalat taşkını değil, bir yeniden harmanlama ve “yerinden yeniden üretim” olduğu açıktı. Dr. Somar, bu kaderi taşımak zorunda kaldı ve taşıdı.
Meselesi şuydu: Dışarısı, yani dış dünyadan kendi cumhuriyetçi fikir filtrelerimiz olmaksızın ve felsefesiz alacağımız fikirler, içeriyi meşrulaştırmıyordu. Çünkü olduğu gibi ithal edilen dışarıdaki fikir, işlenemediği için, içeride meşrulaştırdıklarıyla tuhaf bir hercümerç yaratıyordu. Dışarının meşrulaştırdığı, senin olamıyordu. İleri de olamıyordu ve tekrar “müstemleke” haline getiriyordu.
Burada, aynı yıllarda etkili olan Nurullah Ataç – Ahmet Hamdi Tanpınar çizgisiyle birleştirebileceğimiz bir şey var: Bu çizgi, sonuçta bir tercüme çizgisiydi, malum, ama tercümeyi, dışarıda ve dışarlıklı olanın “bizim yapılması” için gerekli görüyordu Dr. Somar. Nurullah Ataç ve Ahmet Hamdi Tanpınar da öyle düşünüyordu. Bu, çevrilmez olan şiir için bile böyleydi. Türkçenin dışında oluşmuş, yabancı ihtiyaç ve ihtilâç ürünlerini bizim yeniden söylememiz, kendimizce yeniden üretmemiz gerekiyordu. Sağlıklı bir sindirim sistemi kurmak şarttı.
Türkçenin dışında kurulmuş olanı Türkçeye çevirmek ve zenginleştirmeye çalışmak, bir çaba ve işlerliğe, bir tarihsel meşruiyete hizmet ediyordu. Dr. Somar, işte tam da bu meşruiyete önem veriyordu. Böyle bakınca Somar’ın Ataç-Tanpınar çizgisi, hatta kısmen Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat, Sabahattin Eyuboğlu gibi “Mavi Yolcularla” bile yakın akrabalığı görülebiliyor. Ancak bütün bu adı geçenlerle işlevsel, yoğun bir dostluk bağı kuramadığını da, bize kalan metinlere bakarak, söyleyebiliriz.
İzmir tarihçisi
Dr. Somar, ömrü boyunca kendisini hep bir İzmir tarihçisi saydı. İzmir’in fikir hayatına doktora tezi Mehmet İzzet’ten çok daha fazla zaman ve emek ayırdığını biliyoruz. Ömrünün en verimli on yılını geçirdiği ve “ikinci evi haline getirdiği”, kendisine özel bir köşe ayrıldığını bildiğimiz İzmir Milli Kütüphane dönemindeki çalışmalarından sonra, bu şehre bakışı, İzmir’deki yenilik hareketlerini cumhuriyetçi düşünceye ve cumhuriyetçi kuruluşa bağlama çabası boşuna değildir. Karşılıksız bir yurttaşlık görevini yerine getiriyordu. Bu nedenle, İzmir ilgisini, bilgisini, analizlerini kendisini kariyer sahibi yapabilecek bir maden olarak değerlendirmedi. Siyasi iktidara uzak durdu. Yorucu araştırmalarının bir başka hedefi vardı. Bir başlangıç çizgisinde, bir ilk kuruluş çabasındaki ısrarını mutlaka görmemiz gerekir. “Yakın Çağların Fikir ve Edebiyat Tarihimizde İzmir” kitabında, ki yazarımız İzmir’de Nefaset Matbaası’nda 1944’te basılan bu kitabında bile daha hâlâ kanat alıştırmaları sürecindedir, İzmir’de ilk gazeteleri çıkaranlardan Halit Ziya ve Tevfik Nevzat’ı anarken, bu ısrarın anlamını da sergilemeye çalışıyordu:
“Her biri, eserlerinin henüz ilk taşını dikiyorlardı ve bu taşlar yontulmuş, cilalanmış mermer anıtların bütün mimari güzelliklerinden yoksundular; fakat bu yontulmamış, hemen yerden alındığı gibi dikilen taşlar, bir hududun çizgisini yaptılar ve bir başlangıcın izini çektiler. Ondan sonra gelenler belki çok daha parlak ve içli eserler diktiler, fakat bunların hepsi, bu ilk hudut çizgisinin berisinde kaldılar.”
Dr. Somar’ın, bilinçli olarak geçmişteki sınır çizgilerinin önemini vurgulaması, başlangıçları öne çıkarması, modern ve “geleceği gözleyen” bir tutarlılıktır. Burada onu, gericiliğin geçmişte aradığı dayanaklardan çok farklı ihtiyaçlar harekete geçirmektedir: İleri zamanların, başlangıç hatalarından arındırılması… Geçmişe hayranlık değil, geçmişin çıplak ve altı doldurulmamış bilgisi de değil, Dr. Somar’ın aydınlanmacı hiddeti içinde bu başlangıçlar, bir sürecin okunmasında büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Bir güçlenme, yani bir kuruluşun garantiye alınması, eğer o başlangıçlar yoksa, mümkün değildir. Bir tür “statik” hesabıdır sonuçta: Kuruluşun içerdiği bilgi, binanın geleceğini sağlamlaştırabilir. Ama başlangıçlar yoksa, meşruiyetiniz de yoktur. Örneğin Türkçenin ortak dil olması için İzmir’de gösterilen çabanın da bu tür bir sorumluluk arayışıyla ilişkisi vardır. Ama bütün bu bulgular, vurgular, tek bir şeye hizmet etmektedir: Cumhuriyet fikri ve kuruluşu bir toplumsal ilerlemeye karşılık geliyor, Osmanlı da “müstemleke ehli” olarak asalaklığı ve geriliği temsil ediyordu. Osmanlı’ya tepki, bir geri ve gerici odak olarak cumhuriyet dönemine devrolunmuş “Osmanlı hayranlığına” açtığı sert cephe, Dr. Somar’ın Türk akademiyası ve yöneten sınıfları nezdinde kariyerine bizzat vurduğu bir darbe oldu.[7] Üzerinin silinmesini kolaylaştıran bir tutarlılık ve kısmen dizginlenmiş jakoben bir hiddetle çalışmalarını sürdürmüş olduğunu anlıyoruz. Araştırmalarının ve ürettiği fikirlerin kendisini getirdiği yerlerden korkmadığını da…
Milliyetçiliğin dar çemberine sığmaz
Dışarıya karşı bütün bu tepkisi ve uyarısından, Dr. Somar’ın faşizan kapanma duygusuna esir veya yakın olduğu sonucu çıkarılabilir mi? Yinelemiş olalım: Hayır. Bu, mümkün değildir, çünkü o, içeriden üretilecek bir yenilenmenin yakıtı olarak Batı’yı, “medeni dünyayı” yaratan aydınlanma düşüncesini hiç reddetmiş değildir. Zaten ömrünün son yıllarında art arda demokrat kafaları öldüren bir siyasi hareketi, MHP, tümüyle aşağıladığını, Ecevit’in 1973’lerdeki çıkışını umutla yakın takibe aldığını biliyoruz. Büyük bir şans vermiyor, ama “Hiç yoktan iyidir” duygusuyla hareket ediyordu muhtemelen. Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş ise Dr. Somar’ın tahammül edemeyeceği bir düzeysizliğin temsilcisi ve cumhuriyet düşüncesinin düşmanlarıydı: Dinciydiler.[8]
İzmir’in ve Türkiye’nin tarihini felaketlerin içinden çekip çıkarma hırsını neye bağlayabiliriz? Belki “15 Mayıs faciası” dediği o korkunç anıya. İzmir işgal edildiğinde, işgal güçleri halkın bir tepkisiyle karşılaşmış değildi ve bunun için birçok masal uydurulmak zorunda kalınmıştı. Sonraki yıllarda bizzat dostluklarını kazanacağı Bıçakçızade Hakkı ve Türkçü Necip’lerden, 1940’ların yaşlı İzmirlilerinden, bu utanç yıllarını, hiçbir direnişle karşılaşmayan, hatta Türklerin “çarşaflı kadınlar” dahil, rıhtıma toplanıp girişini seyrettikleri Yunan işgal kuvvetlerinin, bazı İttihatçı fedailerin Kışla’dan yaptıkları silahlı direnişi nedeniyle de halka saldırmasını, çok dinleyecektir. Ancak bir şey kesindi: Halk, işgale karşı çıkmamıştı.
Halkın kayıtsızlığından çıkaramayacağınız cumhuriyet kuruluşunu, aydın savaşlarından ve çabalarından çıkarmaya mecbur kalırsınız. Daha doğrusu, aydının sıradan halk kadar kayıtsız olmadığını işleyerek, bir meşruiyet yaratmaya çalışırsınız.
Gerçekten de Dr. Somar milliyetçiliğin dar çemberine sığmaz. Sığdıramayız. Yerel olanın evrensel olanla uyumlulaştırılması için bir yerli fikir üretiminin peşinde olduğu açıktır. 1947’de İzmir’de dört ay kadar yayımlayabileceği 15 günlük dergi “Anayol”un ilk sayısında, bu uyum sürecinin “gecekondu fikirlerle” yapılamayacağını adeta bağırıyordu.
Kendisi ne derse desin ve belki de dönemin egemenleriyle arasına aşılmaz duvarlar kondurmak istemediği için arada bir kullandığı milliyetçilik kavramı, o dönemin ve sonrasının kullandığı anlamdan, Türk gericiliğinin bir silahı olmaktan çok uzaktır. Etnik bir delirium’dan değil, Türkiye ve Türkçeden, bir kültür yurtseverliğinden söz etmektedir. Dr. Somar için din ve dincilik, her türlü yurttaşlaşmanın ve insanlaşmanın önünde düz ve kanlı bir duvar gibi yükselen en büyük engeldir. Tek derdi, cumhuriyetçi sıfatını hak edecek sertlikte ve derinlikte bir Türkiye’dir.
Çıkardığı Anayol dergisinin daha ilk sayısında, zaten bu yüzden, “İzmir’in iliklerinden çıkıp ağır ağır, yavaş yavaş cemiyetimizin içine ve oradan da bir Türkiye’nin varlığına ve buradan da bir dünya hakikatına yükselmeye çalışacağız” derken yaratıcılığa vurgusu ve “hazır kurulmuş görüşlerin rahat ve kolay yapılanmasından çıkma ‘gecekondu’ fikirlere dergisinde yer olmadığını” kaydetmesi bir fikir ısrarına işarettir. 1960’ların hemen başında, muhtemelen 1961’de 27 Mayısçıların “maarif sorumlularına” (Bedrettin Tuncel) sunduğu anlaşılan ve eksikli kopyalarına sahip olduğumuz bir raporda, sanki ömrünün maarif bilançosunu çıkarırken “bu satırları yazan” diye başladığı bir paragrafta, “İsviçre’ye gitmediyse Sivas Kabakyazı’sına İsviçre havasının serazat fikirlerini getirtti; Erzurum’da Fransız üniversitelerinin felsefe kafalarını konuşturdu; vatanı yabancı diyarlarla değil, yabancı diyarları vatanla şereflendirmekten şeref duydu” ifadelerine yer veriyordu.
Yurt sevgisinin ölçeği
Medeni insanlığın önüne insanlarımızın bırakıldıkları gibi “saf” halleriyle veya Batı’dan apartma fikirlerle çıkılamayacağı inancı, liberalizmin de klasik milliyetçiliğin ve onunla eşgüdümlü dinciliğin de kapsayabileceği bir çıkış, hamle veya talep değildi. Türkiyeli ve Türkiyeci olmak, çağdaş dünyaya yakışan ve hatta onu aşan bir fikir fabrikasına dönüşmesi halinde bu toprakların “göreviydi”. Böyle bakınca, Ziya Somar’ı, Türk ilericiliğinin bir parçası saymak durumundayız. Hümanist yolu, yerelin içinden çıkan ve evrensele yakışan bir tutumun ürünüydü. Kapitalist Türkiye’nin bu arayışı tatmin edecek bir hali yoktu. Dolayısıyla Dr. Somar, içine atıldığı Türkiye’de mutsuz ve umutsuz, çözülmeye başlayan Türkiye de bu fikir arayışından habersiz, 1978 yılının kasım ayında, birbirlerinden ayrıldılar. Oysa Somar, ölümünden 30 yıl önce, Anayol dergisinin son sayısında ve 1948 yılı başlarında, şöyle diyordu:
“Toprağımızı sadece geçineceğimiz bir ‘yer’ diye değil, üstünde insan olarak dünyamızı düşünüp hayatımızı irademizle yürüteceğimiz bir ‘mesuliyet’in maddi temeli diye seviyor ve onda en büyük kuvvetlerin derin kaynaklarını buluyoruz.”
Dergisinde ısrarla “Bizim davamız, (…) İzmir’in, pazar üstü ve politika dışı hayat dünyasını kurmak ve yaratmaktır” diye yazan Dr. Somar için yurt sevgisinin ölçeği “tefekkür” idi: Düşünce üreterek insanlığa katkıyı aramayanların Türkiye’yi hakkıyla yani bir yurttaş sorumluluğu ve bilinciyle ileriye taşımak için sevebileceğine hiç inanmıyordu. Aydınlanmacı olmayan, “fikirsiz” bir yurt sevgisine saygı duyması imkânsızdı. Jean Jaures hayranlığının kitaplaşması, daha doğrusu “dosyalaşması” ve sadece dolapları işgal edebilmesi, 1960’lardaki devrimci yükselişten ayrı düşünülemez. Birer ucuz pazarlamacı olarak “politikacı”dan nefreti, ki yaşı ilerledikçe bu konuda çok daha acımasız yargılar kaleme almıştır, bununla bağlantılı olmalıdır. Devlet yaranmacılığıyla arasına koyduğu mesafe bilinçli ve tutarlı bir eylemdi.
Sol ile ilişkisi
Doğrudur, ömrü boyunca pazar, pazarcı ve politikacıdan nefret etmiş, bu nefretini belki terbiyeli fakat ağır diline ve yazılarına usturuplu bir biçimde yerleştirmiş özgür bir beyindi Dr. Somar. Kültürüyle birlikte, düşünce üretme inadı ve hırsının da büyüdüğüne tanık oluyoruz yıllar içinde. “Fikirler ve iradeler dünyasına” yakışan bir cumhuriyet fikri, Türkiye’de bu fikrin realize edilebileceğine olan inancına temel olmuştu. Sorun şuydu: Türkiye, özellikle de “Soğuk Savaş Türkiye’si”, artık bu şansı tümüyle yitirmişti.
1960’larda yükselen devrimci gençlik hareketlerini, yayılan eylemlerin etkisinden kaçamayarak, emeklilik yıllarında kitap haline getirmeye çalışmıştı. Ama aradaki mesafenin inanılmaz ölçülerde açıldığını, bu metinlerin epey hatalı yayımlanabilmiş bazı parçalarında bile gözlemek zor değildir.[9]
Bir hırstı taşıdığı. Büyük bir hırs hem de. Ama bu hırsın temellerinde, Dr. Somar’ın uzak durduğu sosyalizm ve sosyalist düşünce bir biçimde bulunuyordu. Solcu ve yakın dostlarına rağmen, Türk fikir hayatında önemli bir yeri olduğunu itiraf edemediği bu çevreyle arasında bir kan dolaşımı sağlayacak bağları yoktu. Yerleşik siyaset sınıfını ise “meydan hatiplerinin gırtlak makineleri” oluşturuyordu ve Dr. Somar tarihimizi “politikacının, her devri, her insanı aynı bir ‘geçim ve ikbal’ gözüyle ayarlayan sahte kıymet ölçüsünden” kurtarmaya çalışıyordu. Bunu solun fikir hayatına ve mücadele sınırları içine girmeden, ama ona düşman da olmadan yapmaya çalışıyordu. Kendisini sadece solun anlayabileceğini biliyordu.
Bir konuda haklıdır. İçinde bulunduğu yıllar itibariyle, sosyalist siyaset ve fikir dünyası, özellikle Türkçede, henüz Somar’ı cezbedecek bir düzeye sahip değildi. En iyi öğrencilerinden sayabileceğimiz ama şahsen tanışmadıklarını bildiğimiz bir başka aşkın cumhuriyetçi Doğan Avcıoğlu, ki Somar’ın fikirleriyle gerçekten örtüşen birçok yanı vardır, henüz öğrenim çağındadır. Somar’ın fikir dünyası yerleşirken yaşıtı sayabileceğimiz, kendisinden birkaç yaş küçük Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran yeni yeni yazmaya başlamışlardı, Sabahattin Ali’yi tanıyordu, Pertev Naili Boratav ve Adnan Cemgil yakın dostuydu belki, ama 1940’lardaki Yürüyüş ile Yurt ve Dünya’daki yazılar Somar’ı tam doyuracak derinlikte değildi. Buna Türkiye’yi yeterince sevmediklerini düşündüğü Türk komünistlerine genel bakışını da ekleyince, beklenen atılım gerçekleşmiyordu. Ziya Somar iki büyük baskı, hatta cendere altında, tarih içinde kaybolmaya mahkûm edilmişti.
‘Madde fikrini buldu ve fikir maddesine kavuştu’
Aklını kullanmayı, bunu Türkiye’de yapmayı, dünya düşünce adamlarının ve kadınlarının yüksek eserlerini okuyup onlara ve kendine bir fikir değeri biçmeyi tek yol sayan bir yazarın, hele bugünkü Türkiye sınırları dışında, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı felaketlerinden tesadüfen kurtulup Türkiye’de bir vatan yapmaya çalışan bir düşünce adamının, cumhuriyetin kurucu babalarına bakışında hiç de sınırsız bir “merbutiyet” bulunmamaktadır. Kölece bağlılıkları hayatından sürüp atmış bir adamdı. Büyük sevgi duyduğu Mustafa Kemal’e bakışı da öyleydi. Dr. Somar, Aralık 1946’da İzmir’de yayımlanan Fikirler dergisinde bunu yazarken, henüz 40 yaşındadır ve aslında kaçamayacağı büyük yalnızlığının da altını çizmektedir:
“Eğer her anda kendini önceden bir planla hazırlamış gizli kapaklı bir iradenin mahir oyuncusunu görmek isterseniz, büyük adamı kaybedersiniz. O hiçbir vakit yalana düşmez, onun her hali samimi olacaktır ve her samimiyetinde bir gururun gizli kuvveti vardır. Hakikat şudur ki, Mustafa Kemâl Paşa asıl kendisine ait olacak eserini yaratmak için durmadan imkânlar arıyor. İstanbul’da kabineye girmek istemişti, belki bir darbe-i hükümet yapacak, belki bir revizyonist hükümetin başına geçecekti. İşte tam o sırada güzel bir fırsat oldu: Anadolu, bu talihin sevkiyle muhtaç olduğu sanatkârı bekliyordu. Sanatkâr da muhtaç olduğu maddeyi bekliyordu. Samsun’da yeni bir hayatın kaynak başına gelen büyük adam, eseri için en güzel şeyi buldu. Her türlü kahr-ı esarete artık başkaldırmış bu millet ruhunun saf, heyecanlı ve taşkın iradesi…Bundan daha güzel, sanatkâra ne lâzım olabilirdi?
“Böylece madde fikrini buldu ve fikir maddesine kavuştu.
“Asıl büyük adam, bu milletin cevherinde maddesini bulan insandır ve tarihçiler durmadan ilk sebepler ve fıkralar yaratacaklarına, bir milletin bir yardımcı iradenin, madde ile ruhun birbirini bulduğu bu büyük konuşma dakikası üzerinde dursalar ne derin aydınlık noktalarına, ne büyük sırlara ereceklerdir…
“Bunu kendi tarihini kendi kafasıyla düşünüp yaşatan asıl o tarihî insan ne iyi sezmişti. Eserinin tarihine ne anasından, ne mektebinden başladı… O 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan adamın büyük ve yepyeni hakikatten, bu hakikatin kolay kolay başkalarına nazil olmayan rüyetinden girdi, sürdü ve hakikati verdi. Onun için bu esere bir ihtilâl ve o ihtilâlde kendini bulan cemiyete bir ‘millet’ adı verildi ve o, milletin vatan üzerinde kendi varlığına dikilen bir makamı oldu. Anadolu kendisine bu yepyeni eseri yaratacak insanı kendine has bir hayat duygusuyla bu iradede sezdi, büyüttü ve arkasına düştü…”
Cevheri, son tahlilde ülkeyi oluşturan halkta gören bir yazar için kurucu babalara karşı aklı ve tarih bilimini boşa düşüren bir “meclubiyet” (tutkunluk) cumhuriyet rejiminin ölümü ve cumhuriyetçi kuşaklarını yaratılamaması demekti. Bu değerlendirmenin yayımlandığı tarih, 8 yıl önce ölen Mustafa Kemal’i değerlendirecek yapıtların henüz bulunmadığı bir tarihtir: Osmanlı’yı bitiren iradenin ve cumhuriyet rejiminin bir türlü yazılamaması, sanki 60 yıl sonraki bir felaket rejiminin nedenleri arasındadır. Endişeli Somar, bu yokluk ve boşlukta, sadece yıkım görüyordu.
Mirasçısı sosyalistler olacak
Türkiye’den ve cumhuriyet rejiminden “medeni dünyaya” örnekler, dersler verebilecek bir fikir ve irade çıkarmaya çalışan, bunun için tarihsel akış içinde ve dinden uzak, maddeci bir yaklaşımla Türkiye’yi irdelemeye çalışan Dr. Somar, kavgasında yalnız bırakılmış, o da buna doğrusu pek fazla üzülmemiştir. Masası, kitapları ve eski harflerle doldurduğu binlerce sayfa dosya kağıdının sakladığı fikirlerle kendisini kurtardığını düşünüyordu belki de.
Cumhuriyet rejiminin çöküşünü, bu yıkımın kaçınılmazlığını, Dr. Somar’ın çaba ve başarısızlıklarından çekip almak zor değil. Bunun için yapıtlarını, o girift dilini sineye çekerek ve altındaki zenginliğini yeniden üreterek okumak gerekiyor.
İktidar politikacılarına açık düşmanlığı yer yer anarşizmin sınırlarına değen Dr. Ziya Somar, ileride mutlaka okur önüne çıkarılacak kitaplarının başına konulmak üzere, aşağıdaki “ithaf” notunu yazmıştı. Bütün ömrünce bunun için ve bu doğrultuda çalıştı:
“Başının üstünde masmavi gökten ve o gök altında ahlak vicdanının bağımsız emirlerinden başka hiçbir kuvvete eğilmeyen ve dönmeyen filozof gibi, ben de, bu satırları yazarken, başımın üstünde bir insan yatağı olan memleketimin büyük ve karşılıksız aşkından ve imanını kimseye borçlu olmayan vicdanımın şaşmaz emrinden başka hiçbir kuvvete eğilmedim…
“…Ve ancak başları üstünde memleketimin bu karşılıksız ve büyük aşkından başka sevda gezdirmeyenler ve vicdanlarını onun şaşmaz emirlerinden başka hiçbir kuvvet önünde eğmeyenler için yazdım.”
Eşi Nezahat Somar’ın binlerce sayfa yazının içinde bulduğu ve bizlere bir vasiyet gibi ulaştırdığı bu not, Türkiyeli bir fikir adamının çarpan kalbini ve işleyen beynini resmetmektedir. Türkiye’ye egemen zihniyet, bu insanı tarihimizden kazırken, hayatına, yani iktidarına kastedildiğini düşünmekte haklıydı. Kasım 1978’de Sahrayı Cedit Mezarlığı’nda oğlu Ökmen’in yanına defnedilen Somar, “susku komplosunu” kıramamıştı.
Gerçek öğrencilerinin ve takipçilerinin sosyalistler olacağını fark edemeden, düşük yoğunluklu bir iç savaşın hüküm sürdüğü Türkiye’de bu dünyadan ayrıldığında, memleketinin ve cumhuriyetin çökmeye başladığını, dünyaya gözünü açtığı Balkan felaketini andıran günlerin kapıda olduğunu hiç görememiş değildi. Ama yukarıdaki ithaf, kendisi öyle kavramlaştırmasa bile, bu fikir karıncasının gerçek mirasçılarının Türkiye’nin sosyalistleri olduğunu kanıtlamıyor mu? Öyledir. Dr. Ziya Somar’ın hiç tanımadığı, ama en iyi iki öğrencisi, herhalde Doğan Avcıoğlu ile Yalçın Küçük’tür: Tarihin derinlerinde çok ilginç ve sağlam fikir yoldaşlıklarının serpildiğine çok güzel bir örnektir bu devamlılık. Avcıoğlu ve Küçük’ü Dr. Somar’ın aşkın öğrencileri olarak çizmek, bir abartı değildir.
Eski cumhuriyet bizi kustu, Dr. Ziya Somar’ı çok önceden kusmuştu. Şimdi yeni bir aydınlanmacı ve emekten yana cumhuriyet kurarken, eski kazanımları ve kenara itilen cumhuriyetçileri de bizim üstlenmemiz kaçınılmazlaşıyor. “1923” bizi taşımadı, ama biz onu ve tutkulu kavgacılarını taşıyoruz; aşarak taşıyoruz.
Tarih gerçekten de acımasız ve sürekli müdahaleyi gerektiren bir sınav yeri. Bugünün kavramlarıyla özetleyebiliriz: Bir “devrimci demokrat” fikir atölyesi olarak Dr. Ziya Somar, ileri ve ilerici bir dünyanın parçası, ama eski rejimde yaşamak zorunda bırakılmış bir “tutunamayan” idi; yeni bir cumhuriyetin kahramanlar galerisindeki yerini elbette alacaktır. Emek ve yaratıcı akıl, eşitlikçi ve yenilikçi cumhuriyet mücadelesi içinde, zamana yayılarak da olsa, mutlaka gerçek alıcısıyla buluşur. Er ya da geç.
Dipnotlar
[1] Bu “baba”, tam bir muammadır. Dr. Ziya Somar, babasını hiç tanımadı. Hayatıyla ilgili bilgi toplayanlara da “babasını çok küçük yaşta kaybetti” notunu vermekle yetindi. Aile içinde de pek konuşulmamış, ancak eşi Nezahat Somar’ın 1980’lerin ortasında bu satırların yazarına anlattığı acıklı bir öykü var. Şöyle: Herhalde daha sonra bir deniz kazasında 20 yaşındayken İzmir’de kaybedeceği oğlu Ökmen ya yeni doğmuştur ya da doğmak üzeredir. Öğretmen arkadaşları Ankara’da bir Karadeniz kenti mebusunun kendisine çok ama çok benzediğini, gençliği Balkanlarda ve Ziya Somar’ın doğduğu yerlerde askeri görev yapmakla geçmiş bu mebusla mutlaka tanışmasını, hiç değilse bir konuşmasını isterler. Çok genç Nezahat Somar bir şeyler olacağını sezinlemiş gibi “Ziya bir git konuş, bak bakalım” der. Çünkü Ziya Somar’ın babasızlık acısını yakından bilmektedir. Neyse, ısrarlar sonucu Ziya Somar, çok genç bir öğretmen kimliğiyle, muhtemelen 28 yaşındayken, kendisine çok benzetilen bu Karadeniz kenti mebusunu ziyaret eder. Uzunca bir konuşma olur. “Yetim” ve inanılmaz bir hayatın içinden şans eseri kopup gelmiş bu genç öğretmenin kafasında “babasıyla yüz yüze gelme ihtimali” de vardır. Konuştuktan sonra eve gelir ve eşine konuştuklarını anlatır. Mebusun ısrarla o yıllardan ve o görev yaptığı bölgeden hiç söz açmadığını söyler. Her şeyi konuşmuşlardır, ama mebus, bu Yanya doğumlu öğretmene geçmişini, Balkanlar’da neler yaşadıklarını, muhtemelen de özel hayatını hiç açmamıştır. Genç ve bazen gereğinden fazla gururlu Ziya, kendisinden çok daha genç eşine, “Galiba oydu Nezahat” der. Ama bu olayı bir daha pek konuşmazlar. Zaten gerek de kalmamıştır. Çünkü söz konusu mebus muhtemelen o konuşmadan bir süre sonra ölmüştür. Bu, içerdiği kişisel trajediler kadar, kuşkusuz Türkiye’de cumhuriyetin kuruluş yıllarına ve kadrolarına dair de ilginç bir hikâyedir. Çünkü, sözü geçen mebus, cumhuriyetin kurucu kadrolarının en yakınlarından bir sıra neferidir. Muhtemelen Teşkilat-ı Mahsusa’nın ilk kadrolarından olan, cumhuriyet döneminde de Mustafa Kemal’in yakınında bir tür “kara kutu” olarak hizmetler veren bu nedense adsız savaşçının ulaşabildiğimiz tek fotoğrafı gerçekten de Dr. Somar’a benzemektedir, ama özellikle 1900 Preveze doğumlu ağabeyi Nazmi Tuğrul’a ve ablası İsmet’e çok benzemektedir. Galiba bir başka zaman ve mekânda bu trajik öyküye geri dönmek zorunda kalacağız.
[2] Dr. Ziya Somar’ın ölümünden çok sonra dosyaları arasında bulunan 1947 yılına ait bir dilekçe kopyası, bu acılı çabalara yönelik tipik bir örnektir:
İnönü Lisesi Müdürlüğü eliyle
Milli Eğitim Bakanlığına
Ankara
1929’dan beriye, on sekiz yıllık öğretmenim. Anadolu’nun doğusundan batısına kadar bütün yurt bucaklarında vazife gördüm. Öğretmenlikteki idealim herhangi bir kazanç mesleği tutmak değil, fakat memleketin kültür ve fikir hayatında benden bekleyeceği hizmeti yerine getirmekti. Bunu yapmak için de bütün engellere ve maddi zorluklara karşı durarak çalıştım.
Memleketime daha çok faydalı olabilecek bir duruma geldiğimi hissettiğim anlarda hamleler yapmak istedim.Geçen yıl verdiğim doktorluk imtihanında, bugüne kadar alışılan ve kıymet verilen yoldan ayrılarak bizzat kendi fikir hayatımızda, kendi değerlerimize dönmeyi denedim. Ve bir mütefekkirimizin, merhum Mehmet İzzet’in adı ve düşüncesi üzerine, bir tez müdafaa ettim. Bundan maksat bir unvan almak değil, Türk gençliğine kendi değerlerinden birini tanıtmaktı. Bu da tezin basılmasıyla mümkün olacaktı. Tezimi takdir eden her üç rapor da basılmasına karar verdiği halde Üniversitece basılma kararı -muhtelif müracaatlarıma rağmen- henüz alınmış değildir. Bakanlığımıza yaptığımız başvurmalarda da ilgilenilmediğini üzüntü ile anlamış bulunuyorum.
Bu arada, ilişik listede gösterilen eserleri hazırladığım halde hiçbirini bastırmak imkânını bulamadım.
Üniversiteye girmek için 1938 yılından beri yaptığım teşebbüsler daima kesilmiş ve Üniversitemize sadece hak ederek ve kanuni yollardan yürüyerek girmek arzum hiçbir sebep olmaksızın geri bırakılmıştır.
İzmir’de açılan Yüksek Ticaret ve İktisat Okulu’nda, çalıştığım mevzular üzerindeki dersleri okutmayı istediğim ve her türlü imtihan ve eser verme şartına razı olduğum halde “dışarıda tahsil etmiş olmamak” mahzuru ile bu teşebbüsüm de kesilmiş, fakat bir yıl sonra bu şartlardan hiçbirini taşımayan ellere verilmiştir.
Her yıl memleketime bir adım daha fazla faydalı olmak için çeşitli zorluklarla çevrili olarak çalışan ve hazırlamış olduğu eserlerin pek azını bastırmaya muvaffak olmuş, mühim bir kısmını saklamak hüsranına uğramış bir Türk öğretmeninin ne yapması gerektiğini, memleket fikrini kuvvetlendirmek görevini başarmakta olan sayın bakanlığımızdan sormama müsaadelerini diler, ilişik listede gösterilen kitaplarımı bastırabilmek, idealim olan üniversite muhitinde veya içinde daha ileri ilmi hamleler alabilmemi sağlamak için İzmir’deki görevimin İstanbul’a nakledilmesini saygılarımla rica ederim.
İzmir İnönü Lisesi Felsefe Öğretmeni
Dr. Ziya Somar
[3] Yine 1947 yılından ilginç bir dilekçe ve mektup, “çiğnenmiş olan inkılap terbiyesi”nin acısı içindeki Dr. Somar’ın öğrencilerine verdiği değere ve “muzır fikirlerle mücadeleden ne anladığına” dair iyi bir ipucu içermektedir:
İzmir Maarif Müdürlüğüne
20.3.1947 perşembe günü dördüncü saatte ders verirken, daha önceki yıllarda da tekrar edilen fakat hiçbir terbiyevi ve mektebe uyar bir tarafı olmadığından, şahsen derslerime teşmil edilmemesini rica ettiğim manasız bir usulle, birden iki muavin derse girerek çocukların muayene edileceğini bildirmiş, ani bir baskına uğrayan bir tayfa gibi, kollar kaldırılıp üst baş aranmaya başlanmıştır. Bunun ne için olduğunu tahkik edip de, bununla çocuklar üzerinde “muzır ve menfi” mektup arandığını öğrenince bu hareketi şahsıma karşı da bir tertip telakki etmekten kendimi menedemedim.
Senelerce devam eden hocalığımda kötü kitap yerine iyi kitap vermek, felsefe kültürünü genişletip tam manasıyla faydalı kılmak için şahsen yaptığım mücadele, her taraftan, gerek bakanlıkça, gerek mahalli idareler ve müesseseler tarafından daima ihmal ve kayıtsızlıkla karşılanmış, ilim ve felsefe yolunda Türk çocuğunu yürütmek için bütün teşebbüslerim suya düşmüşken, sırf bir idari endişe ile her türlü milli haysiyet ve endişe kaydından uzak bazı vasıtaları çalıştırıp, fikir ve haysiyet sahalarımızı daraltmaya yönelmiş bu hareketler, zaten çiğnenmiş olan inkılap terbiyesinin bütün prensipleriyle çatışacak bir iptidailiktedir.
Çocuklarımızı uyandırmak, yetiştirmek yolunda en temiz ve açık zahmet, sistemli çalışmalarla, çocuğu mektep içinde ve mektep dışında yetiştirmek ve takip etmektir. Bu da ders dışında faydalı konferanslarla onları işlemek, eserlerle onların zihinlerini çalıştırarak, aktif şekilde kendilerini muzır tesirlere karşı müdafaaya elverişli kılmaktır. Halbuki bu yolda atılan bütün adımlarımız şiddetli bir alakasızlık veya gizli endişelerle yarıda bırakılıyor, konferanslara hiçbir alaka gösterilmiyor, eserlerimiz ise sadece yazılıp yazılıp çantamızda birikiyor.
Eğer Türkiye’yi seviyorsak, eğer Türk çocuğunu yetiştirmek istiyorsak, milli haysiyet ve benliğimizi küçültmüş olacak olan bu türlü Osmanlı usulleriyle değil, medeni milletlerin ahlakından ve kültür yollarından yürüyüp çocuklarımızı okutmalı, düşündürmeli, millet sevgi ve haysiyetini mesul bir insan vicdanıyla, onların vazife duygularına aşılamalıyız.
Halbuki, tecrübelerimiz bize bu türlü sözde şiddet ve takip usullerinin çocuk üzerinde daha menfi tesir yaptığını, ondaki şuurlu ve açık endişe bağlarını koparıp, gizli temayüllere kuvvet olduğunu kâfi derecede göstermiştir. Senelerce, gerek derslerimde gerek konferans ve yazılarımda, çocuklarımızın bu “muzır tesir”lere karşı, ancak fikirce ve ruhça olgunlaşarak karşı çıkarılması yolunu takip ettim. Fakat idari olmaktan ziyade yalnız terbiyevi olan bu fikir mücadelesinde, daima desteksiz kaldım.
Bu itibarla, Sayın Milli Eğitim Müdürlüğümüzden, bu yolda bir anlaşmayı sağlayacak bir toplantının tertip edilerek bu işlerin orada konuşulmasına, idare ve öğretmen haysiyeti ve nüfuzunu kıracak bu türlü dipsiz ve faydasız usuller yerine, öğretmen ve öğrenciyi müştereken aynı bir millet endişesi üzerinde bağlayacak daha faydalı yollardan yürümeye elverişli direktiflere doğru hazırlamak için, daha terbiyevi, daha ilmi yolların araştırılmasına ön ayak olmasını beklerken, endişelerimin, sırf milletime karşı olan ve her şeyin üstünde tuttuğum haysiyet ve şeref bağlılığıma verilmesini ve bunu böyle olduğuna, hiçbir tesire kapılmaksızın inanılmasını da en derin mesleki saygılarımla dilerim.
Dr. Ziya Somar
[4] Bunun Dr. Somar için nasıl bir mutsuzluk olduğunu 1959 yılında yapılan bir eğitimciler toplantısındaki “dayak tartışması” çok güzel örnekliyor. 11 Ağustos 1959 tarihli Cumhuriyet gazetesinin ilk sayfadan girip 5. sayfaya devam verdiği “Terbiyeciler dayağın gene okullara girmesini istiyorlar” başlıklı haberin tamamı şöyle:
“Pedagoji Cemiyetinin 8. Eğitim Kongresi dün saat 10’dan itibaren Galasataray Lisesi konferans salonunda çalışmalarına başlamıştır.
Cemiyet Başkanı Memduh Seydol’un yaptığı açış konuşmasından sonra söz alan Galatarasay Lisesi Müdürü Ali Teoman, dünyada eğitim hareketleri hakkında etraflı bilgi vermiştir.
Eğitim Milli Komisyonu ile birlikte yaptığı son geziye ait düşüncelerini ve gördüğü memleketlerin eğitim sistemlerini anlatan Ali Teoman, bu arada İngiltere’de eğitim sistemine dayağın da girdiğini müşahede ettiklerini bildirmiş ve kendisinin de dayağa taraftar olduğunu açıklamıştır.
Konunun tartışılmasına geçildiği zaman söz alan delegelerden biri, üçüncü sınıfla onuncu sınıf arasındaki öğrencilere dayak atmanın mübah olduğunu söyleyerek ‘Atalarımızdan kalma falakayı geri getirmeli ve ondan gene faydalanmalı. Çocuğun iyi yetişmesi için dayak şarttır’ demiştir.
Felsefe doktoru Ziya Somar ise yaptığı konuşmada tamamiyle dayağın aleyhinde bulunmuş ve dayaktan evvel eğitim sisteminde başka değişiklikler yapmak gerektiğini ifadeyle, ‘Çocuklarımız derse, kulakları Zeki Müren’in şarkıları ve çiftetelli havalarıyla dolu olarak geliyor. Olmaz böyle şey’ demiştir.
Ziya Somar, daha sonra dayağın sadece cismani olmayacağını ifadeyle, manevi dayakların da varlığından bahsetmiş ve ilim adamı olan öğretmenlerin en büyük dayağı talimatnameden yediklerini söylemiş ve konuşmasını şöyle bitirmiştir:
‘Silkinmek istediğimiz bu kötü sistemi yeniden ortaya çıkarmaya gayret etmeyelim. Öğrencinin her hareketinin kayıt altında bırakılması doğru değildir. Bırakınız bu dayakla olsun mücadele edelim.’”
[5] Öğrencilerinden sayacağımız ve aile dostu olan yazar Demir Özlü, ki Somar’ın oğlu Ökmen’le yaşıttır, bunu çok erken yaşta anlamış ve Somar’ın ölümüyle ilgili Cumhuriyet’teki yazısında da altını çizmişti: “Dr. Ziya Somar (…) Panslavizm dönemi Rus düşünürlerine benzetilebilir. (…) Gökalp’ci görüşleri hiç bir zaman bir şoven ulusalcılık aşamasına varmamıştır, daha çok Türk ulusunun kendini tanıması, kendini bulması, büyük uluslarda olduğu gibi kendi düşüncesini yaratması idealist aşamalarında kalmıştır.” (Cumhuriyet, 9 Aralık 1978, s. 7.)
[6] Ziya Somar’ın, bundan 51 yıl önce Yeni İnsan dergisindeki yazılarından birinde, bu meseleye değinen bir bölüm var:
“Gerçek budur ki, fikri çalıştırıp, insan kafasını kendi meseleleri, insan ve cemiyet varlığımızın ezelî davaları üzerine eğilmekten başka bir “sebeb-i mevcudu” olmayan felsefe eğitimi, bizde, o eski “exotique” mal teşhirciliği, o antika toplayıcılığı huyundan kurtulup, ağırbaşlı bir fikir yapıcılığına erişemedi. Böylece yıllardır üniversite ve lise öğretimimizde, ham veya olgun, yerli, yabancı, gelişigüzel fikir döküntüleriyle musallat olduğumuz ‘garabet’lerin bütün yavan ve cevhersiz kalıntıları ile kurtulup tıka basa harman ettiğimiz genç zekâlar, felsefesiz bir başıboşluğun, gündelik olup bittilerle geçinen nakliyatçı bir tefekkür acemiliğinin iç sıkıntısı ile, kendilerini ya Marx’ın eski materyalist kerametçiliğine atacaklar, ya da meselâ, hayatımızın iç ve dış bocalayışlarında bir ışık yolu aramanın zorlu felsefe araştırmalarını göze almaksızın sadece paradoksal taraflarıyla oyalandığı bir J. P. Sartre’ın ağdalı ve ağır düşüncelerinde ‘hüner ve marifet’ aramaya kapılacaklardır.
Bunda elbette haksız ve sebepsiz değildirler: Biz onları, bugüne kadar ne insan oluşlarının dünya ve cemiyet meseleleri üzerinde diyalektik bir tefekkür çabasıyla durmak ve dağınık olayları diyalektik bir tenkitle gerçek sebepleri içinde düşünmek zevkine erdirdik, ne de buna yardımcı olacak bir felsefe ‘initaition’u ile filozofların hayat ve samimiyetlerine kaynaştıracak bir Socratique yol açtık. Sadece başkalarının fikirleriyle giydirip giydirilip kürsü tarifelerine göre vakit vakit milletlerarası panayırlarda da teşhir ettiğimiz bu ‘acaip’ ve ‘mahiyet’ felsefecimiz, bu gidişle yalnız kendi kısır toprağını ağaçsız ve meyvasız bir ‘arsa’ halinde kurutmakla kalmadı, bu kısır toprağından taşınan kucak kucak ve kürek kürek nadaslıklarla nice verimli kafaları da çürütüp verimsiz yaptı. Netice şu oldu ki, bunca yıldır harıl harıl okutup imtihanlarını yaptığımız, numaralarını verip sınıflar geçirttiğimiz felsefe dersleri ile sözüm ona felsefe kültürü, hiçbir ‘mahsul’ dökmeden nice kimseleri geçindirdi, niceleri Avrupa’lara, Amerika’lara gidip gövde gösterisi yaptılar, nice şöhretler, şarkıcı ve oyuncu kafilelerinden boş bulunabilen gümrük yollarından geçirilip memleketimize ‘fikir ve irfan’ getirdiler.
Şüphe yok ki, bugün fikir panayırımıza görülmemiş ve işitilmemiş nice felsefe akımları ve yeni filozoflar listesi yönünden ‘eskilere’ göre çok çeşitli, çok gösterişli, hele üniversitelerimizin ‘bilgin’ çapı onların hacımsız varlıkları yanında oldukça besili ve şişkin görünmektedir. Şu da daha az gerçek değildir ki, bu boşluk duygusunu duyup kendini bu boşlukta bir şey yapmaya, cemiyete ve kendi fikir çevresine bir şey verip bu kurak hayatı yeşertmeye sorumlu duymaları yönünden ‘dünküler ve eskiler’, ‘bugünküler’e göre çok daha üzüntülü, çok daha alıngan, netice olarak, çok daha felsefe ruhlu idiler. Bugün, o devirlere uzanacak bir fikir tarihçisinin getireceği ışık bu hükmü daha olumlu bir gerçek halinde gelecek kuşaklarımıza gösterecektir.” (“Yakın Türk Düşüncesinde Mutlu Günlerden Anılar“, Yeni İnsan, Sayı: 27, Mart 1965.)
[7] Gerçekten de Türk “akademyası” ve “aydınları”, Dr. Somar’a ilgisiz kaldı. Galiba bir tek Prof. Dr. Zeki Arıkan’ı bu çevrelerin dışında saymak gerekiyor. Prof. Arıkan, yayınlarıyla Dr. Somar’ın önemine dikkat çekti. Halen tarihçi, okul arkadaşım Prof. Dr. Ahmet Kanlıdere’nin de ABD’deki doktora çalışması sırasında Somar’ın iki küçük elyazmasını bugünkü Türkçeye çevirdiğini geçerken eklemeliyim. Ancak bunlara rağmen, akademi dünyası bir eğilim olarak Dr. Somar’ı yok saydı. Daha acısı da var. Muhtemelen Kabataş Erkek Lisesi’nden öğrencisi de olmuş Hilmi Yavuz, Dr. Somar’ın yakın dostu Behçet Necatigil’in ölümünden sonra onun ünlü “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”nden Ziya Somar maddesini çıkarmaktan sorumludur. Herhalde yeterince “cerbezeli” bulmuyordu ve çoktan unutulmuş sayıyordu. Bu arada, ne yazık ki, Prof. Dr. Emre Kongar da, bu Türk toplumbilimcisini araştırma ve “kuyudan çıkarma” işlemlerine girişmedi. Oysa hem babası İhsan Kongar’ın yakın dostuydu Dr. Somar, hem de Emre Kongar’ın doktora tezi “İzmir’de Kentsel Aile” idi. Olmadı, ilgilenmediler.
[8] Dincilikle ve dinle uzlaşmazlığı o düzeydeydi ki, eğer yaşasaydı, Gülen cemaatini öven bir Ecevit’i de affetmesi mümkün olmazdı. Yapıtları bunu söylememize izin veriyor.
[9] Ziya Somar’ın vefatından sonra ağabeyi emekli albay Nazmi Tuğrul, eski yazıyla bir dosyasını aldı ve Türkçesine de yer yer müdahale ederek daktiloya çekti. Mayıs 1971 tarihli bu dosya, “Dünya ve Bizde Anarşi Anarşizm” başlığı altında, son düzenlemesi Konur Ertop tarafından yapılarak, 1980’de Erdini Basım ve Yayınevi tarafından basıldı. Baskı maliyetini o yıl ölen Nazmi Tuğrul üstlenmişti. Bu kitaptan sağlıklı bir Somar portresi çıkarmak imkânsızdır; zaten girift metin o kadar karıştırılmış ve okunmaz hale getirilmiştir ki… Ama iki “babasız” cumhuriyetçinin, iki kardeşin bu son ve ortak katkısı, gerçekten ilginçtir.