“Algılarımız dışarıdan haber almamıza yarar. Algının işlevi, hayvanın belirli çevresel koşullar altında en uygun davranışı yapabilmesi için gerekli olan bilgiyi edinmesidir. Yoksa dünyada olanın en iyi temsilini beyne yazmak değildir. Hareketi kontrol etmek için işine en çok yarayacak olanı, en etkin biçimde kullanmaktır. Davranış kontrolünde işe yaramayacak bir şeyi algılamak için kıymetli kaynaklarımızı harcamayız.”
Deneysel psikolog Münire Özlem Çevik ile algının evriminden söz ederken, evrim sürecinde değişen, farklılaşan şeyler kadar, belki de onlardan daha çok, benzer olanları konuştuk. Özlem Hanım, “Algının ya da daha genel söylersek bütün beyinlerin işlevinin davranış kontrol etmek” olduğunu döne döne vurguluyor ve ekliyor, “Karmaşık ve eşgüdümlü davranış mekanizmalarının Homo sapiens’den çok önce ortaya çıkmış olması şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan tüm bu işlevsel yapıların, farklı hayvan beyinlerinde, çok büyük ölçüde birbirine benziyor oluşudur. Kör saatçi birbirinden çok farklı görünen vücut ve beyinleri, hep aynı parçalarla çatmış görünüyor.”
Özlem Hanım ile söyleşirken, bitkilerde hareket var mı sorusundan, insanın davranışlarını belirleyenin ne olduğu sorusuna kadar uzandık. Hem de doğrusal bir hatla! Söyleşinin bütünlüğü içinde göreceksiniz ki, bu iki ayrı soruya verilecek yanıtlar, “evrim perspektifinde” birbirinden o kadar da kopuk olmayabilirler.
Duyular ne işe yarar?
– Algının evrimini konuşmak için duyular iyi bir başlangıç olabilir diye düşünüyorum. Duyular ne işe yarar?
– Duyular dünyadan haber almaya yarar. Peki neden duyularımız bu kadar çeşitli? Sinir sistemimiz sanki çevremizde olanları bizden uzaklığına göre ayırmış ve farklı mesafeler için farklı duyular aracılığıyla haber almayı seçmiştir. Kimyasal duyularımıza bakacak olursak, uzakta olandan haber almak için koku, artık vücudumuzun içine girmiş olan için tat duyularını kullanırız. Yani yönelmek, yaklaşmak ya da uzaklaşmak için kokuları, koku testinden geçenleri tanımak, anlamak, kabul ya da reddetmek için tatları kullanıyoruz. Diğer duyularımızdan bahsedecek olursak: En yakında olan, vücudumuza temas eden için dokunma, orta menzil için görme, daha uzaktakiler için işitme duyularımızı kullanıyoruz. Tabii vücudumuzun pozisyonunu anlamak için propriyosepsiyon, halimizi, yani enderunu anlamak için de duygularımız var.
Duyuların davranış kontrolünde kullanımı hiyerarşiktir. Bizim için en önemli şeyler, en yakınımızdaki, bize değen şeylerdir. Kendimize dokunanlardan aldığımız bilgiye öncelik veririz. Kişi ya isteyerek yaklaştığı bir şey ile teması sürdürmeyi ya da çok yakınına gelmiş tatsız, belki tehlikeli bir şeyden bir an evvel kurtulmayı ister. Ondan sonra bir hamlede ulaşabileceğimiz kadar yakınımızda olan ve kontrol edebileceğimiz, ama bize değmeyen çevremizden de haber almak isteriz. Biz bu iş için burnumuzu, gözlerimizi kullanırız. Son olarak, uzaktan gelen ya da kaynağı tam belli olmayan, hedefli bir hamlede değil, planlı hareketler sonunda yaklaşıp uzaklaşabileceğimiz objeler için de gözlerimizi, ama daha çok kulaklarımızı kullanırız.
– Duyular evrimsel süreçte hangi sırayla ortaya çıkmış?
– Evrimsel süreçte kimyasal duyular, diğer analitik duyulardan daha önce ortaya çıkmıştır. Çünkü kimyasal duyular, daha duyu organının alıcıları seviyesinde, yani beynimize gelmeden önce, uyarıcının kimliğini belli eder. Kokudan bahsedelim: Burnumuzdaki duyu norönlarının ucunda koku reseptörleri vardır. Bu koku reseptörleri seçicidir, kimisi gülden gelen bir parçayı bağlar, kimisi boktan gelen bir parçayı bağlar. Bunu böyle yazma Nalân J
– Neden, boktan gelen kokular çok önemli… Üzerinde bakteriler ürediği için, kaçınmamız gereken bir şey olabilir dışkılar.
– Evet gerçekten çok önemli, mesela bokböceği için takip edilmesi gereken bir yiyecek o.
Ne diyorduk, kimyasal duyular, daha reseptör seviyesinde, gelen nesnenin kimliğini belli eder. Tat için de böyledir, koku için de. Kokular havada çözünüp geliyor, tat suda çözülüyor. Diğer duyular için bir sıra belirtmek istemiyorum, çünkü gözler örneğin sekiz ayrı kere evrilmiş. Canlıların kendilerine dokunanlarla ilgili, uzakta olan değil de, en yakında olanla ilgili reflekslerinin erken evrilmiş olmasını beklerim, ama bunu tahmini söylüyorum.
– Peki duyuların işlenmesi için sinir sistemi şart mı? Bu ikisi birlikte mi evrimleşmişler?
– Kesinlikle öyle. Benim aldığım bir dersin adı “perception and action” idi, “algı ve hareket” yani. Algılar, davranış ve vücut, belirli çevre koşulları altında birlikte evriliyor. Değişen bir çevrede hareket ediyoruz. Algılarımız, değişen çevresel koşulları takip etmemize, dışarıdan haber almamıza ve en adaptif davranışları seçip sürdürmemize yarıyor. Evrimden bahsederken, hep işlev kelimesini kullanmaya çalışıyorum, amaç kelimesinden özellikle kaçınıyorum; ki belirli uzuvlar belirli amaçlar için planlanmış gibi yanlış bir kurguya yol açmasın… Algının işlevi, hayvanın belirli çevresel koşullar altında, en uygun davranışı yapabilmesi için gerekli olan bilgiyi edinmesidir. Yoksa dünyada olanın en iyi temsilini beyne yazmak değildir. Davranışı kontrol etmek için, işine en çok yarayacak olanı, en etkin biçimde kullanmaktır. Davranış kontrolünde işe yaramayacak bir şeyi algılamak için kıymetli kaynaklarımızı harcamayız.
Duyu organlarının çoğu neden kafada?
– Dokunma duyumuz dışında diğer duyu organlarımız kafamızda, daha çok da kafamızın ön tarafında toplanmış; göz, burun, ağız önde; kulaklar yanda ama, kafamızın arkasında bir şey yok örneğin. Bunun nedeni nedir?
– Algıların nihai işlevi davranışı kontrol etmektir dedik ya, o yüzden duyu organlarımız hareket yönüne ayarlıdır. Hareket ederken şu anda olanı fark edip, bir sonra olacak olanı tahmin etmek için kullanıyoruz algılarımızı. Bu arada, dokunma da kafada temsil ediliyor tabii, kafada yok değil. Üstelik, dokunma duyumuz da en çok bilgiyi hareket yönünden alıyor.
El ve ayak parmaklarımız ve dudaklarımız çok hassastır ve biz dünyaya temas ettikçe gelen bilgiyi beynimize aktarır. Öte yandan, bize dokunan şeyler o kadar önemlidir ki, vücudumuzun her tarafından, hareketin ters yönünde olan kısmından bile dokunma bilgisini almak istiyoruz.
– Duyular arasında bir hiyerarşi var mı?
– Çevremizdeki uyarıcıların önemleri vücudumuza göre artıyor ya da azalıyor, o anlamda var. Gün içerisinde çok az şeye dokunuruz, hayatımız boyunca çok az insana dokunuruz. Dokunmak bir insanı ya da objeyi en yakınına kabul etmektir. İstemediğimiz halde dokunduğumuz şeylerden hep daha fazla tedirgin oluruz. Birisi uzağından geçse tedirgin edici olmayabilirsin, ama sana dokunduğu anda çok seçici davranırsın.
Şöyle söyleyeyim, hiç kimse ayağını ayakkabı sıkarken matematik çalışamaz. Diyelim ki çok sevdiğin bir konsere gittin, ayağındaki ayakkabı sıkıyor, zehir olur o konser. Bize dokunan şeyler acı verir, uzaktan gelen acı vermez. Vücudumuza temas eden şeyler, bize iki farklı türde acı verebilir; bir derimiz aracılığıyla vücut bütünlüğüm tehlikede, örneğin bir şey battı acısı veya dilimiz aracılığıyla bu tat zehir gibi, tehlikeli olabilir anlamında acı. Bir de tabii, sıcak, yandım Allah acısı… Acı, algıda bir öncelik etiketidir, kronik ağrı daha da öncelikli olabilir. Son yıllarda, kronik ağrının bir duyu değil, duygu olarak değerlendirilmesi gerektiğini öneren araştırmacılar oldu. Yani, ağrıyı, enderundan gelen haber olarak nitelendirdiler. Deriden gelen dokunma duyusu, acı ve ağrı; bunların üçü bambaşka şeyler. Fırsat bulursak, birgün bunları ayrı konuşalım.
– Sinir sistemi ve beynin evrimi nasıl bir süreç izlemiş?..
– İlk hayvanlarda az özelleşmiş, nispeten homojen sinir ağları vardır. Mesela bir hidranın, ağaca benzeyen minik bir hayvandır, sinir sistemi çok az özelleşmiştir. Hidranın vücuduna bakacak olursak, altı vardır, üstü vardır; ama sağı-solu, önü-arkası yoktur. Bu ne demek, hareket yönü sağ mı-sol mu belli değil; daha öyle bir özelleşme bile yok. Belirli türde uyarımları almak için özelleşmiş duyu organları ya da belirli davranış sistemleri için kullanabileceği uzuvları yok. Vücudunun bir tarafında başlayan hareket, homojen sinir ağının kontrol ettiği kasılmalarla, her tarafına yayılıyor.
Daha sonra gangliyonik yapılar görüyoruz, mesela denizanasınin sinir sisteminde gangliyonlar, yani nöronların birbirleriyle yoğun bilgi alışverişi yaptıkları noktalar var. Denizanası saydam olduğu için sinir sistemini bizden gizlemez, çanağın tam merkezindeki sinir doku yoğunlaşmalarını (gangliyon) görebiliriz. Denizanası da sadece altı-üstü olan; sağı-solu, önü-arkası tanımsız, radyal simetrik bir formdur; ortasından geçmek koşuluyla çap çizgileri çizdiğin zaman, hayvanı her seferinde simetrik olarak bölersin. Denizanasının da vücudunun bir tarafı kasılmayagörsün, geri kalan her tarafı mecburen aynı harekete uyacaktır. Radyal simetrik hayvanlar için, ne beyin, ne yüz, ne de kafadan bahsedebiliriz.
Beyinler, yüzler ve kafalar, hayvan evriminin daha ileriki aşamalarında, sinir sistemi dokusunun homojen dağılımını yitirip, vücudun ön tarafında yoğunlaşmasıyla ortaya çıkar. Sinir sistemi dokusu, hayvan hareket ettiği zaman değişikliği ilk karşılayan, değişiklikle ilk karşılaşan, gidilen yerden ilk haber alan tarafa doğru göç etmeye başlar. Haber alan alıcılar da oraya yerleşmeye başlar. Alıcılardan gelen bilginin en ekonomik şekilde işlenmesi için, bilgi işlemci (beyin) de o duyu organlarına yakın durur ki, bilgi çabuk işlensin ve çabuk emir gitsin. Yoğunlaşan nöral dokuya beyin, beynin etrafındaki koruyucu kalın tabakanın tanımladığı yapıya kafa, duyu organlarının gidilen yerden haber almak üzere kafanın ön kısmında toplanarak oluşturduğu yüzeye yüz deriz.
– Bütün duyulardan gelen bilgi aynı hızla mı iletiliyor? Ses, görüntü, koku verileri aynı hızla mı ulaştırılıyor beyne?
– Duysal nöronların en yavaşı ve en hızlısı, geniş olmayan bir aralıkta varyasyon gösteriyor olabilir. Nöron dediğimiz hücrenin üç önemli yapısı vardır. Alıcılar (dendritler), aktarıcılar (akson) ve vericiler (akson terminalleri). Nöronlar bu üç aşamanın üçünde de hız farkı gösterebilir. Gelenler doğrudan hücrenin elektrik yükünü değiştiren alıcılar mı, yoksa içeride metabolik değişikliklere sebep olan alıcılar mı? Bu bir faktör. Aksiyon potansiyelli bir akson mu var, yoksa dereceli akım gönderen bir akson mu var? Ve akson terminallerinin ucunda nasıl yapılar var? Bunların üçü de nöral iletimin hızını etkileyebilir. Daha fazla detaya girmeyeyim, bu kadarı yeterli bence.
– İletim hızlarının, duyu önceliğiyle bir ilintisi olabilir mi, onu merak etmiştim…
– Şunu hiçbir zaman unutmamak lazım, evrim kör saatçi. Bir duyu ne kadar öncelikli olursa olsun, onu iletmek için eldeki imkânları kullanır. Elindekilerin en hızlısını seçebilir doğru, ama en nihayet, elindeki imkânlarla saat yapıyor. Mesela ışıktan gelen bilgi çok önemli olabilir, ama onu işlemek için kullanılan parçalar daha yüksek hıza izin vermiyorsa, beyin ne yapsın? Kategoriler arasındaki karşılaştırmalar, benim hevesle cevap verdiğim sorular değil, çünkü elma-armut karşılaştırmaları olabiliyor, yanlış anlaşma ihtimalini getirebiliyor. Ama şunu söyleyebiliriz, tek bir duyudan bahsederken bile, diyelim ki, ben sana bir cimcik attım.J “Derimde bir burkulma var”ı hemen ileten bir kanal vardır. Ayrıca, bunun acısını aslında gecikmeli olarak ileten ikinci ve bağımsız bir kanal daha vardır. Yani cimciğin bilgisini iletenle, cimciğin acısını ileten farklıdır. Acıyı ileten daha geç iletiyor; öyle her önüne gelene ciyaklamıyorsun yani.
Hareket neden var?
– Evrimsel süreçte “hareket” neden çıkmış ortaya? Neden duyularla, sinir sistemiyle hareketi ilişkilendiriyoruz? Bitkilerin dallarını yukarıya, yana ve köklerini aşağıya uzatması da bir hareket sayılmaz mı?
– Şöyle cevap verebilirim, canlıların etrafında tükenmeyen kaynaklar olmayabilir. Bu kaynakları daha iyi ve verimli kullanmak ya da olumsuz bir şeyden kaçmak için hareket etmek/konumlarını değiştirmek ihtiyacı duyabilirler. Hareketi, hayvanların değişen çevresel koşul ve içsel ihtiyaçlara göre uygun çözümler bulmak için kullandığı bir hayatta kalma/üreme stratejisi olarak tanımlayabiliriz.
Tekhücreli canlılar su içinde yaşadıkları için birçoğu suyla beraber hareket edebiliyordu, etraflarındaki ortam dinamikti ve kendileri de su içerisinde yüzerek konumlarını değiştirebiliyorlardı. Daha sonra çokhücreli canlılar ortaya çıktığı zaman, hareket yetenekleri itibariyle ayrışan iki majör canlı formu görüyoruz: Bitkiler ve hayvanlar. Bitkiler aynı yerde kalıyorlar, lokasyonları sabit; yerlerini değil, şekillerini değiştiriyorlar. Hayvanların ise vücutları sabit, lokasyonlarını değiştiriyorlar. Evrimsel açıdan böyle iki tane kararlı stratejiden söz edebiliriz. Ama orada bir şerh koymamız gerekiyor, ağaç hareketinin geri dönüşümlü olmaması önemli. Ağaç bir tarafa doğru dalını uzattıktan sonra, geri çekemiyor artık.
– Şuraya takıldım, su dışındaki, karada ve havada yaşayan bakteriler de, bulundukları ortamın hareketine göre mi yer değiştirebiliyor?
– Sıvı ortam olmadığı sürece, bakterilerin hareketi karada da çok kısıtlı. Bir bakterinin hareketi ve tabii hayatta kalması için her zaman sıvı gerekecektir.
– Hareket açısından evrimsel süreçte sıçrama olarak neyi alabiliriz?
– Eklemler! Bildiğimiz eklemsiz kara hayvanlarını hatırlayalım: Solucanlar, sümüklüböcekler. Kocaman bir ayak gibi her işi bütün gövdesiyle yapan, kalın kabuğu olmayan, sıcaktan kaçmak için kendini yoğun sıvılarla koruyan, kaygan, yavaş, çok uzağa gidemeyecek formlar. Oysa ki böcekler öyle mi? Bir çekirge bir zıplayışta kendi boyunun 20 katı mesafe kat edebilir, ki bu bizim için beş katlı bina kadar yükselmemiz demek; çok daha uzun mesafeleri de uçarak geçebilir, biz o iş için uçakları kullanıyoruz. Erkek böcekler, boksörleri utandıracak maharetle kavga edebilir, galibiyeti dişilerine şarkı söyleyip, kur yaparak kutlayabilir. Sosyal böcekler, örneğin arılar yuva yapabilir, yuvalarından onlarca metre uzaklaştıktan sonra geri dönüş yolunu hatırlayabilir, birbirlerine zengin yiyecek alanlarının yerini tarif edebilir ve yavru bakımına yardım edebilirler.
Bizlerin yapıp böceklerin yapamağı şeylerin listesi çok da uzun değil aslında. Bizim beynimiz, böceklerin beyninden yaklaşık bir milyon kat daha büyük olduğu halde, böceklerden bir milyon kat daha karmaşık olduğumuzu kim söyleyebilir? Homo sapiens’in iki ayak üstüne dikilip ellerini serbest bırakması ve kültür aktarmanın yollarını öğrenmesi ile meydana gelen değişim, evrimin eklemleri icat etmesiyle ortaya çıkan fark ve çeşitliliğin yanında, solda sıfır kalır.
Eklemlerin icadıyla birlikte, vücut formları, kullanılabilir habitatlar ve davranış belirgin ölçüde çeşitlenir. Eklembacaklılar, bir ve aynı uzuvlarını, farklı eylem planları için kullanacak donanıma sahiptir: Örneğin, böcekler çiftleşirken, yiyecek ararken, kavga ederken ve vücudu tımar ederken, ön bacaklarıyla birbirine hiç benzemeyen hareketler yapabilir. Eklemlerin icadıyla birlikte, davranış kontrol mekanizmalarındaki merkezileşme ve eşgüdüm büyük ölçüde artmıştır.
Davranış nedir?
– Davranışı biyolojik olarak nasıl tanımlıyoruz? Davranışları sınıflayabilir miyiz? Doğada hangi davranışlar var?
– Davranışı biyolojik olarak şöyle tanımlayabiliriz: İşlevsel, eşgüdümlü, karmaşık hareketler bütünü. Hayvanların ortak ve farklı davranış sistemleri var. İki genel gruptan bahsebiliriz: Birincisi, bireyin hayatını sürdürmesini sağlayan davranışlar; yemek yemek, su içmek, atıkları kontrol etmek, vücut tımarı, barınmak için yuva yapmak gibi. Başkalarıyla çıkarları çeliştiği zaman, kendi kaynaklarını koruyabilmek için agresyon var. Navigasyon, yani rasgele hareket etmek yerine, belirli bir yeri bulmak üzere hareket etmek var.
– Rasgele hareketten ne farkı var, navigasyonun?
– Gittiğim yerden eve dönmek, bunun için de çevredeki birtakım işaretleri takip etmek navigasyondur. “Yiyecek aramak için yola çıktım, gidiyorum” bir navigasyon değildir. İkinci tip davranışlar da, çiftleşme, yavru bakımı gibi türün devamını sağlayan davranışlardır. Agresyon her iki grup davranışa da girer, erkekler çiftleşme öncesinde çok agresif olabilirler; en değerli kaynaklar yiyecek ve dişilerdir.
– Dişilerin de çiftleşmeyle ilgili döngülerinde, yumurtlama ve yumurta atımı dönemlerinde sinirlilik hali yok mu, insanlardan bildiğimiz?
– Erkeklerdekiyle aynı şey değil. Erkekler özellikle kendi hemcinsleriyle oldukça iyi yapılandırılmış kavgalara tutuşur. Belirli uyarıcı filtresi ve belirli davranış eğilimleri için özelleşmiştir bu sistemler. Erkeklerin kavgaları, hangi hareketleri, ne sırayla içereceği; neyin yenilgi sayılacağı; ne zaman tamam mı, devam mı olduğuna kararı verileceği konularında oldukça öngörülebilir yapı ve süreçler içerir. Dişiler için gösterilen erkek agresyonu, çok değişik bir kategori. Sineklerde de agresyonun nörobiyolojik temelleri çalışılıyor, dişiler üzerinde yapılan agresyon araştırmalarına rastlamadım. Memelilerde de dişi agresyonu, daha ziyade yavru bakımı, yavru koruması ile ilişkili olarak düşünülebilir.
Evrimsel bir strateji: Cinsiyet farklılaşması
– Ayrıntıya gireceğim biraz ama, tamamen özel bir meraka geldi konu: Doğada genelde erkekler seçilen, kadınlar seçen mi?
– Evet, doğada erkekler seçilen, dişiler seçen.
– Peki bütün canlıların dişi ve erkeklerinde bu durum ortaktır, diyebilir miyiz?
– Bu da enteresan. Hayvanlara baktığımız zaman, dişi dediğimiz şey, bulunduğu yerdeki kaynakları biriktiren ve bir sonraki nesil için muhafaza eden bir formdur. Erkekler mobildir, hareketlidir. Erkekler, memeli öncesi canlılarda daha küçüktür. Memelilerde “harem” arttıkça büyüyor erkek.
Cinsiyetin evrimi, yavrularda bir sonraki nesle geçecek olan gen kombinasyonlarının çeşitlenmesine yarar. Bu çeşitlenme sonucunda, “Bende şu gen var, sende şu gen var, gel halvet olalım” gibi, herkesin eşit koşullar altında birbiriyle karşılaştığı bir sistem seçilmiyor. Süreç, küçük ve yanında hiçbir kaynak götürmeden, “elini cebine koyup” gidebilen, çok fazla hareket eden, uzağa, kendine benzemeyenlerin yanına gidebilen ile hiçbir yere gitmeyen, bulunduğu yerde kalan ve biriktiren iki form, iki kararlı strateji ortaya çıkarmış. Çokhücreli olmanın en önemli avantajlarından birisi, yiyecekleri, kaynakları iyi kontrol edebilmek. Çok fazla hücren varsa, dallarını güneşe doğru, köklerini kaynaklara doğru uzatabiliyorsun. Hayvansan, kalkıp oradan oraya gidebiliyorsun. Herkesin aynı şeyi yaptığı durumda, tür için hayatta kalma ihtimali artmıyor. Dişi ve erkek arasında işbölümü, “Madem çokhücreliyiz, biri otursun, beslenmenin kaynaklarını bulsun, diğeri de genleri getirsin-götürsün” diye bir işbölümü, kararlı strateji olarak karşımıza çıkıyor; bitkilerde bile.
– Kaynak kontrolünden kastınız ne? Aklıma, “Yuvayı dişi kuş yapar” atasözü geliyor, insanlar için düşündüğümde. Dişilerin işlevini ev idaresi gibi mi anlayacağız? Buradan kadınlar aleyhine pek çok cinsiyetçi sonuca ulaşılmaz mı?
– Vallahi anla. Yuva denilen şeyin içerdiklerine bakalım. Yuva, yemek yenilen, barınılan yer; tehlikelerden uzak, sıcak ve gıdaların alınıp getirildiği, biriktirildiği ya da üretildiği yer. Yuvada gıda üretimi böceklerde bile var. Arılar işte, çok iyi bildiğimiz bir örneği.
“Bilinç haber alandır, karar veren değil”
– Bunu insan özelinde konuştuğumuzda tartışılabilecek çok şey var, ama konuyu çok dağıtmış oluruz. Devam edersek, insanlarda davranış derken ben bilinçli bir faaliyet anlıyorum, yani tek tek bireylerin davranışı gibi…
– Bilinç çok çeşitli şekillerde ve aşamalı olarak tanımlanabilir. İnsanlarda gördüğümüz, “ben”in farkındalığı olarak tanımlanan bilinç, çok yakın zamanda evrilmiş bir şey. Davranışın tarihi çok eski ve bilince gelene kadar çok fazla düzenlilik gösteriyor, bilincin ortaya çıkmasıyla beraber belirgin bir kırılma da yok aslında. Sadece zaman üzerinde kendimizi daha iyi planlıyoruz, geçmişi temsil, geleceği tahmin edebiliyoruz; kendimizi olmayan durumlarda hayal edebiliyoruz vs. İkincisi, insanların bilinçli olmaları, serbest iradeleri olduğu anlamına gelmiyor.
Benjamin Libet ile başlayan cok çarpıcı bir deneyler serisi vardır, kısaca anlatayım. Yapılan şu: Kişilere bilgisayar ekranında bir harf serisi gösteriliyor; gelecek olanı tahmin edemesinler diye alfabetik sırayla değil, karışık bir sırayla. Deneklerin tek görevi var, kendi istedikleri bir anda, düğmeye basmak. Deniyor ki, “Düğmeye basmaya karar verdiğiniz anda, ekranda hangi harf vardı, bize onu söyleyin.” Bu işlem sırasında da, beyin dalgaları kaydediliyor. Ortaya çıkıyor ki insanlar, “Ben elimi kıpırdatmaya karar verdim” demeden 500 milisaniye önce, beyin elini kaldırma hazırlıklarına başlıyor. Öyleyse, beyin hareket etmeye karar veriyor, hazırlığa başlıyor, sonra bir aşamada da kişiye diyor ki, “Kolunu kıpırdatacağım, şaşırma.” Kısacası bilinç haber alandır, karar veren değil.
– Peki bilinç nereden haber alıyor, biyolojik güdülerden mi?
– Bilinç biyolojik güdülerden, duygulardan da haber alır; ama bu örnekte motor korteksten; hareketi planlayan ve hareket emri veren yüksek bilgi işlem merkezinden haber alıyor. Hareket ortaya çıkmadan çok önce planlanıyor, bir noktada da bilince intikal ediyor. Hareket etmeden önce, ama harekete hazırlanmaya başlandıktan sonra.
İnsan davranışının kaynağı nedir: Yoksa “tamamen duygusal” mı?
– Peki hareket planı neye göre oluşuyor? Kültürel etkiler bu sürecin neresinde, onu merak ediyorum…
– Burada davranış ve hareket kelimelerini birbirinden ayıracağım, çünkü kolumu kaldırdığım zaman bu da bir harekettir. İnsanların davranışlarına yön veren şey, elbette ki en nihayetinde ihtiyaçları, güdüleri ve duygularıdır. Ama bütün bunlar olurken, o ihtiyacın, o duygunun ya da o dürtünün sana yap dediği şeyi o anda yapmayıp bunu erteleyebilmek, bunu daha uygun koşullarda, daha uygun şekillerde yansıtabilmek gibi yetiler, beyinler karmaşıklaştıkça artar. “Hareket iradi hale geliyor” demiyorum. Hiçbir nörobiyolog için irade meselesi “Evet, bizim serbest irademiz var” gibi kesin bir yargıyla öne sürülecek bir iddia değildir. Hatta benim bildiğim bütün nörobiyologlar serbest iradeye kuşkuyla bakar. Davranış kontrolünde hiyerarşik bir yapılanma içerisinde yukarıdan aşağıya, güdülerin, ihtiyaçların vs. belirleyip bizim için seçtiği daha bütünlüklü eğilimler vardır; bir de aşağıdan yukarıya gelenler vardır, yani duyulardan beyne, çevreden bize gelenler. Yukarıdan gelen ihtiyaçlar ve kontrol mekanizmaları var, aşağıdan da fırsat ve imkânların verileri geliyor; bunların her ikisi davranışı kontrol eder.
– Bir intihar bombacısını bu çerçevede nasıl açıklayacağız? Bütünüyle bir inançla, bir düşünceyle kendi ölümüne karar veriyor, biyolojik güdülerin ötesinde iradi bir davranış var…
– Düşüncelerle duyguları asla birbirine denk şeyler olarak düşünmemek lazım. İnsanları düşüncelerinin idare ettiği fikrine katılmıyorum. En nihayetinde intihar bombacısını da kontrol eden şey duygusudur. Genellikle intihar bombacıları ya da bu kadar aşırı şeyler yapan insanlar, aslında düşünüldüğünün aksine en boşvermiş insanlardan çıkmaz; en inançlı, en hevesli, en heyecanlı, hayalini kurduğu bir şeye büyük bir istekle, şevkle yaklaşabilecek insanlardan çıkar. Korku sizi bir tarafa doğru çekerken, onunla baş edebilecek bir hevesle öne doğru atlayabilirsiniz. Bunda düşüncenin rolü, düşünceden ne kastettiğimize bağlı. Cesaret dediğimiz şey, hayvanlarda var mı, bakalım duruma; mesela yangının içerisinden yavrularını kurtaran bir kedi. Geçenlerde böyle bir resim gördüm, annenin her tarafı yanmış, bebekler orada duruyor ve süt emiyorlar bir de. Bu hayvan bunu düşünerek yapmadı. Duyguları yoluyla, yukarıdan aşağı bir modülasyon var. Bizim düşünce dediğimiz şey, bazen bu modülasyon mekanizmalarına ulaşabilmemizin bir yoludur. Hayvanlar da uygun koşullar altında cesur, bunun için düşünmeleri gerekmiyor. Bir sürü hayvan yavrusunu kurtarmak için kendisini tehlikeye atıp bu sırada ölebilir. Bunu, belirli koşullar altında hayal ederek yapmak, uyarıcılar tam karşında değilken, onlar varmış gibi hayal edip düşünerek, bu temsilleri çağırarak yapıyor olmak, buradaki asıl kontrol mekanizması düşüncedir demekle aynı şey değil. O kişilerden gereken duyguyu çıkar, düşünce kalsın, yapamazlar. İşin motoru, harekete geçireni en nihayetinde duygudur. “Emotion” harekete geçirici demek. Düşüncenin tek başına bireyi harekete geçirebilecek hiçbir etkisi yoktur. Hiçbir beyinde yoktur. Bilince, düşünce ve algı yansıdığı için insanlar davranışlarını kontrol eden şeyin düşünce olduğunu zannediyor. İnsanlar kendi davranışlarının sebeplerini, kendilerini harekete geçiren şeyi ve harekete geçirme anını gerçekten bilmezler.
Basit bir deney anlatayım, bir süpermarkette bir standa bir sürü çorap koyuyorlar. Gelen kişilere de diyorlar ki, “Bakın a, b, c, d çorabı var.” Dört farklı marka, ama bunların yerlerini değiştiriyorlar. “Bir tanesini seçeceksiniz, size onu hediye edeceğiz. Siz sadece bize neden seçtiğinizi söyleyin.” İnsanlar geliyor, bütün çoraplara bakıyor. Kimisi diyor ki “Bunu beğendim”; kimisi diyor “Kokusunu beğendim”, kimisi diyor “İhtiyacım vardı”; herkes başka bir şey söylüyor, ama kimse “Bilmiyorum” demiyor. Yüzde 85 ya da daha fazlası, ya birinci, ya da ikinci çorabı alıyor. Ama hiç kimse, “Ben ilk gördüğüm çorabı alıyorum” diyemiyor. Dünyada birçok insan, önüne seçenekler konulduğunda, ilk gördüğünü yapıyor. Ama sorduğun zaman bir sürü fikir çıkıyor.
Beynimizde santral sulcus diye bir sınır vardır, beynin input ve output alanlarını ayıran bir sınır. Biz dışarıdan gelen, duyularımızdan gelen bilgiyi çok iyi analiz ederiz. Ama içeriden gelen, kendi halimizden, duygularımızdan gelen ve bizi asıl harekete geçiren bilgiyi iyi analiz edemeyiz. Beynimizin yaptığı işleri nasıl yaptığını bilmiyoruz. O yüzden mesela sana, “Bu elma nasıl bir şey?” desem, onu tarif edersin. Ama “Aşk nasıl bir şey?” dediğim zaman, ya şiir yazacaksın ya edebiyat yapacaksın. “Duygu nedir?” dediğim zaman, bilince yansıdığı halini söze dökmek çok zor. İnsanların hayatta en az tanıdığı insan kendisidir. Çünkü başka insanlarla ilgili bilgi duyu organlarımızdan dolaşıp geliyor, onları çok iyi görüyoruz; ama kendimizi, içeriden tanıyoruz ve birçok insan kendisi hakkında çok fazla yanılıyor. Kendini tanıyanlara evliya diyoruz.
– Anlattıklarınız bana şöyle bir düşünce esinliyor: Düşüncelerimiz bizim bedenimizden gelen ihtiyaçların, güdülerin ve duyguların rasyonelleştirilmiş, kendimiz açısından daha kabul edilebilir hale getirilmiş biçimleri mi?
– Böyle düşüncelerimiz var şüphesiz; ama düşüncelerimizin çoğu bizimle değil, dünyayla ilgili. Dışımızda olanlarla ilgili olanların birçoğu da doğru; en azından doğruluğu objektif kriterlerle test edilebilir, söze dökülebilir olduğu için yanlıştan dönmenin yolu var. İşin içerisinde kendileri olmadığı sürece, insanların analitik yetenekleri çok iyi. İşin içerisinde kendileri olduğu zaman analitik yetenekleri düşüyor. İnsanlar davranışlarını asıl harekete geçiren şeyi iyi irdeleyemiyor, iyi anlayamıyorlar. Birçok zaman gerçek sebeplerin farkında olmuyorlar. O yüzden söylediğin şeye katılırım, ama ona ekleme yapmak isterim. Bir insan çok güzel matematik hesaplar yapar, ama sonra gidip diktatör olabilir.
– Yine deminki konuya dönmüş olacağım ama, oraya takıldım… İntihar bombacısı şu tip bir insan: Heyecanları olan, bir hayale tutkuyla bağlanan biri. Ama bunu tanrı inancıyla mı, cennet özlemiyle mi yaptığı; yoksa daha eşit, daha adaletli bir dünya için mi yaptığı arasında çok fazla fark yok, öyle mi? Bu tip insanlar, hangi tarafta yer alırlarsa alsınlar, hep aynı tipte insanlar mı?
– İntihar bombacılarının kişilik özellikleri konusunda bir yerden okuyup sana rapor ediyor değilim. Ama burada önemli olan, hiçbir intihar bombacısının, bu işi sadece düşünerek yapmadığı. Kim olursa olsun, kişileri nihayetinde harekete geçiren şey duygularıdır. Buradaki vurgu bu.
Ömer Laçiner’in güzel bir röportajı vardı. İlginç bir şeyden söz ediyor: Ortadoğu’daki insanların hayatlarında çok fazla kendilerini geliştirme fırsatları olmuyor. Dünyada ulaşabildikleri, onlara neşe ve doyum veren pek fazla bir şey yok, kendilerini geliştirme, sosyalleşme imkânları çok az: Yani beynin dış dünyayla ilgili aldığı uyarıcılar ve bütün bunların işlene işlene, emek verile verile insan davranışına kattığı o kontrol mekanizmaları çok kısıtlı. Bu insanların ellerinde ne var, büyük bir cennet hevesi. Hayatta kazanabilecekleri en büyük şey cennet.
Çok ilginç bir örnek var, intihar eden kişilere baktığımızda (intihar bombacılarından değil, “elveda hayat” diyenlerden bahsediyorum), depresyonun en dibinde oldukları zaman değil, depresyondan çıkmaya başladıklarında kendilerini öldürüyorlar. Yani hareketin, motivasyonun en az olduğu durumda intihar teşebbüsü görmüyoruz. Dünyadaki en birinci intihar sebebi ne? Kronik ağrı. İnsanlar başlarına çok kötü bir şey geldiğinde, mesela kanser gibi, hayatta kalmak için çok büyük bir mücadele veriyor ve birçok acıya katlanıyorlar. Ne zaman ki ağrı başlıyor, ağrıdan kaçmak için intihar ediyorlar. Orada çok aktif bir seçim var. Acıdan kaçmak. Orada kişiyi harekete geçiren, aktive eden çok belirgin bir duygu var. İnsanlar ya çok kötü bir şeyden kaçıyor ya da kovalıyorlar; yoksa bu kadar büyük bir adım attırılamaz. Endoktrinasyon dediğimiz şey, belirli fikirler kullanarak kişilerin duygularını, mesela öfkelerini, korkularını, nefretlerini harekete geçirmektir.
– Peki şöyle sorayım; duygular üzerine düşüncelerin etkisi var mıdır? Düşünceler duygulara yol açar mı, yoksa duyguların daha bağımsız bir mekanizması mı var?
– Hem evet, hem hayır. Beynimizin davranış kontrolünde başrol oyuncuları kesinlikle duygulardır. Duygular ve güdüler. Onlar el ele gider zaten. Beyinler karmaşıklaştıkça, uyarıcıyla davranış arasına daha fazla koşulluluk -İngilizcede “contingency”- girer. Mesela küçük bir çocuk yiyecek gördüğü zaman uzanır, alır. Ondan sonra terbiye dediğimiz bir kontrol mekanizması gelir, böylece bir koşulluluk mekanizması kurulmuş olur. “Yiyecek varken, başkasına ait değilse al, başkasına aitse alma…” Daha sonra, bu kuralları da kurala bağlayan soyutlamalar olabilir, iç kontrol dediğimiz yere kadar gidebilir vs. Böyle baktığımız zaman, davranış kontrolündeki edinilen bilgilerin hiyerarşik yapılanması, algının hiyerarşik yapılanması gibidir. Nihayetinde ortaya çıkan, etkiyle, uyarıcıyla tepki arasına gitgide daha fazla koşulluluk girmesidir. Bizim soyutlama dediğimiz şey de, daha yüksek düzeyden bir koşulluluktur, vicdan dediğimiz şey daha da yüksek düzeyden bir koşulluluktur. Daha karmaşık beyinlerin evrilmesi bu koşullulukları arttırıyor, ek koşullar koyuyor, ama prensibi değiştirmiyor. Mesela çok basit bir beyin, her koşulda aynı şeyi yapabilir. Hani balıklar yiyip yiyip çatlar diye bir şey var ya. Gerçi bu ne derece doğru bilmiyorum, çünkü beslenme böcek beyninde bile çok iyi kontrol edilen bir şeydir. Kısaca, “yemek gördün ye, dayak gördün kaç.”
– Bütün canlıların temel prensibi bu mu diyorsunuz…J
– Aynen öyle, beyinler karmaşıklaştıkça yalnızca daha fazla koşul giriyor. O zaman insanlar belirli bir inanç uğruna açlık grevine girebilir mesela, belirli bir dürtüyü koşullarla kontrol altına alabilirler, ama orada da mutlaka harekete geçirilen bir duygu var. Mesela tanrıya yaklaşma ya da doğru olan bir şeye yaklaşma, ya da kendisi için kötü, kabul edilemez bir şeyden uzaklaşma gibi, daha yüksek dereceden soyut koşullara bağlanıyor. Böyle bir şey mümkün mü? Mümkün.
– Peki duyguları olmayan insanlar var mı?
– İnsanlardan duyguları eksilttiğin zaman, mantık ya da analitik düşüncenin, soyutlama yeteneğinin harikaları çıkmıyor ortaya da, belirli davranış işlevleri eksilmiş patolojik bireyler çıkıyor. Duygusuz insanlar psikopat oluyor. Korkusuz bir insanın agresyon güdüsünü engelleyemiyorsun. Birçok psikopat için çok zekidir denilir, psikopat olduğu için çok zeki değil, ama özellikle analitik düşünceleri çok iyi olanları, matematik problemi çözer gibi, hiç hislenmeden cinayet planlıyor.
Bizim psikopatoloji dediğimiz şeyler, bir ya da birkaç duygunun şaşırmış halidir. Yani bir duygunun olması gerektiği yerde o duygu yoktur, ya da olmaması gerektiği yerde vardır. Bütün patolojileri bu şekilde tanımlayabiliriz. Duyguların eksikliği ya da yersiz aktivasyonu, davranış kontrolündeki uygunsuzluklar, uyumsuzluklar olarak ortaya çıkar. Duyguların hedefini şaşırmış hali. Mesela hiç kimseye çok korktu diye kaygılı demeyiz. İnsanın ortada korkutucu bir şey varken çok korkması bizi şaşırtmaz. Ama ortada fol yok yumurta yokken korkuyorsa, kaygı bozukluğu, panik atak deriz. Bir insan elleri kirli diye gitti yıkadı, ona obsesif demeyiz. Obsesif olması için, olmayan bir şeyden kurtulmaya çalışıyor olması gerek. Yani endişe ve endişenin tetiklediği kaçma, kurtulma davranışı yersiz aktive olmuş. Narsist insanlarda da utanma duygusu yoktur mesela. Dünyaya benmerkezci bir yerden bakar, kendilerini dışarıdan göremez, küçük düştüğünü anlamaz, bir de övünürler.
Herkese ihtiyacı kadar duyu!
– Son olarak insan ve diğer canlılar arasında algıyı kıyaslarsak, en temelde neler söyleriz?
– İnsanları ve diğer canlıları algıları açısından ayrı kategorilere koymam. İnsanın beş duyusu, karada yaşayan diğer hayvanların duyularına çok benziyor. Ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, canlıların dünyadan topladıkları bilgiler birbirine benziyor. Alınacak haberler aynı.
– Alınacak haber aynı ama, işitebildiğimiz frekanslar, görebildiğimiz dalga boyları ya da tat aralıklarımız birbirinden farklı olabilir…
– Tatlar birbirine çok benziyor, orası kesin. Üstelik tat reseptörlerinin evrimsel atası aynı olmadığı durumlarda bile, farklı hayvan türlerinde çok benzer tat kategorileri var. Bütün kara hayvanları arasında, mesela sineklerle bile aramızda tat kategorileri çok benziyor. Mesela ışık için, genellikle vücudunun büyüklüğüne göre görebildiğin dalga boyu da değişiyor. Ufaklıklar, bize göre çok daha yüksek dalga boylarını görebiliyorlar. İşitme için de bunu söyleyebiliriz. Boyla bir ilintisi var ama, daha dolaylı bir ilinti bu. Mesela filler, bizim duyamadığımız çok daha geniş dalga boylarını duyabilirler.
– Açmak için soruyorum, böyle düşündüğümden değil; en mükemmel işleyen duyular insanlardakiler mi?
– Hiç olur mu öyle şey! Kesinlikle değil. Her canlı kendi çevresinden ihtiyaç duyduğu bilgileri toplayabilmek için, farklı algı ve davranış özelleşmelerine sahiptir. Bu ondan iyi, bu bundan kötü, o ondan yavaş, bu bundan hızlı; bunların bir önemi yoktur. Şunu da unutmamak gerek: Doğal seleksiyon koşulları, bizim teknoloji değerlendirmek için kullandığımız kriterlerden daha farklı olabilir.
– Peki insanın algılama sınırlarının olduğu yerde, teknolojisi devreye girmiyor mu? Örneğin göremediğimiz küçüklükteki canlıları, tekhücrelileri mikroskopla görüyoruz, ya da da evrenin uzak köşelerine teleskoplarla bakabiliyoruz.
– Kesinlikle, teknolojiyle kendi sınırlarımızı genişletiyoruz. Mesela çok uzağa sesimizi iletemeyiz, bunun için telefon kullanıyoruz; çok uzağı göremeyiz, teleskop kullanıyoruz; çok hızlı gidemeyiz, araba kullanıyoruz; şu kadar bilgiyi saklamakta zorluk çekebiliriz, bilgisayar kullanıyoruz. Teknoloji dediğimiz şey, en çok duyularımızın ve hareket yeteneklerimizin sınırlarını aşmaya yarıyor.
– Çok teşekkürler.