Ana Sayfa Bilim Gündemi Örgütlülük ve politik önderlik

Örgütlülük ve politik önderlik

1843

Ender Helvacıoğlu

Erdoğan iktidarı rıza üretme ve halkın çoğunluğunu ikna etme potansiyelini yitirdi. Bunu kendisini de biliyor ve yapılacak ilk adil seçimlerde iktidarı kaybedeceğinin bilincinde. Dolayısıyla halkı kazanma hedefli bir strateji izlemeyi gerekli görmüyor. Bu nedenle “yaparsa halkın desteğini yitirir” denilen her şeyi yapmakta bir sakınca görmüyor. Bunun yerine devletin tüm araçlarını da kullanarak muhalefeti bölme ve bastırma, halkı sindirme ve kendi çevresini ve tabanını tahkim etme stratejisi izliyor. Erdoğan son yıllara kadar “demokrasi” ile (yani seçim kazanma kaynaklı meşruiyet ile) iktidarını sürdürdü. Artık demokrasi ile sürdüremez, ama iktidarı da bırakamaz. Dolayısıyla otokrasiye yönelme, Erdoğan açısından mecburi bir stratejidir.

Peki bu faşizan strateji (halk desteği azınlığa düşmesine karşın iktidarını sürdürebilme) başarıya ulaşabilir mi?

Yakın tarihte benzer bazı örnekler var. Örneğin: Ölümüne (1975) kadar İspanya’da iktidarda kalan diktatör Franco; Filipinler’de 1965-1986 yılları arasında iktidarda kalan Marcos. Bazı farklılıklar taşımasına karşın Rusya’da iktidarını hâlâ sürdüren Putin de bu örneklere katılabilir.

Erdoğan’ın -seçimli veya seçimsiz- otokratik bir yönetime geçebilmesinin iki şartı var: Birincisi halk hareketinin bastırılması ve politik muhalefetin etkisizleştirilmesi; ikincisi uluslararası koşulların elvermesi.

Dünyada demokrasi rüzgârları esmiyor. Türkiye’nin otokrasiye geçişi, kendi çıkarlarına açıkça dokunmadığı sürece, ne Batı’daki ne de Doğu’daki büyük güçleri rahatsız eder. Hatta yeğleyebilirler bile. Dolayısıyla uluslararası koşullar Erdoğan iktidarına şimdilik manevra alanı sağlıyor; en azından yakın bir tehdit unsuru taşımıyor.

O halde Erdoğan iktidarı için kritik mesele halk hareketinin zorla bastırılması ve muhalefetin etkisizleştirilmesidir. Devlet gücünü kullanarak yapmaya çalıştığı da budur.

***

Bu durumda muhalefetin yapması gereken de otomatikman ortaya çıkıyor: İktidardan gelecek her türlü bölücü müdahaleye karşı sağlam durmak ve halk hareketini daha da geliştirmek ve kalıcılaştırmak.

Bizim üstünlüğümüz Türkiye halkının en az yüzde 60’ının iktidar karşıtı olması; iktidar yanlısı gibi gözüken kitlenin ise yarısının iktidarın uç uygulamalarını benimsememesidir. Yani Türkiye halkının yüzde 80’i iktidarın uygulamalarına şu veya bu düzeyde mesafelidir. Bu çok büyük bir güçtür, ama kontrollü bir güç haline getirilmelidir; yoksa sönebilir, geri çekilebilir ve dağılabilir.

Halk açısından en büyük zaaf, kalıcı örgütlülüğün zayıf olmasıdır. Sadece insanların programını benimsedikleri partilere üye olmasından söz etmiyorum. Bu tür geniş halk hareketleri söz konusuysa, daha önemlisi, halkın, yaşam alanlarında, işkollarında, okullarında, mahallelerinde vb. kendi geniş kitlesel örgütlenmelerinin yaratılması ve kalıcılaştırılmasıdır. Partiler de zaten bu tür öz örgütlenmelerin yaratılmasındaki ve yaratılmış olanların içindeki etkileri oranında güç kazanabilirler.

Örneğin, bugünkü halk hareketinin en önemli bileşenlerinden biri üniversite öğrencilerinin nispeten örgütlü mücadelesidir. Yine esasta bir gençlik hareketi olmasına karşın Haziran direnişinde böyle bir dinamik belirgin değildi. Umarım bu dinamik, kitlesel ve kalıcı bir gençlik örgütlenmesini yaratır. Halk hareketinin geleceği ve sonuç alıcılığı açısından son derece önemlidir bu. Aynı şeyi işçiler ve diğer emekçi kesimler için de söyleyebiliriz.

Ayağa kalkan halk örgütlü halka dönüşmediği sürece, hareket, zaman zaman parlayan saman alevlerinden ibaret kalır ve örgütlü iktidar karşısında başarılı olamaz.

İkinci önemli konu, kapsayıcı, sağlam, olgun bir politik önderliğin yaratılmasıdır. Belki de en kritik mesele budur. Şimdilik bu görevi -iktidarın hedef tahtasında bulunduğu için- CHP yönetimi üstlenmiş görülüyor. Teslim etmeliyiz ki, şimdilik, tahminimizin ötesinde bir başarıyla da sürdürüyor. Ama emin olun, bu yeterli olmayacaktır. Çünkü karşımızda sadece bir parti değil, bir parti devleti var. Devlet olduğunu düşündüğü için de kendisini seçimlerle sınırlamıyor. Sadece bir parti refleksi değil, devleti ele geçirmiş bir çete refleksi de gösteriyor. Salt seçim ve sandık odaklı bir mücadelenin (seçim ve sandığı getirmek için bile) yetmeyeceğini bence yakın bir gelecekte göreceğiz (görmeye başladık bile).

Dolayısıyla daha kapsayıcı ve sağlam bir politik önderlik gerekli olacak. Bu nasıl bir şey olur, tam kestiremiyorum; belki halk hareketinin öz örgütlülüğü geliştikçe böyle bir önderlik de şekillenecektir. Sosyalistlerin bu noktada bir katkısı olabilir. Büyük cephenin bileşeni olabilecek bir “sosyalist platform” kurulabilir belki. Bazı sosyalist partiler, sendikalar, meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri, aydınlardan oluşan… Başarılsa bunun bir önemi olurdu; hareket içinde nispeten örgütlü bir gücün bulunması iyi olur. Elbette kesinlikle hareket içindeki diğer politik odaklar ile rekabet eden değil, onlarla temas halinde ve koordineli çalışan bir sosyalist odak.

Kısacası, kitlesellik ve eylemlilik elbette gerekli, olmazsa olmaz; ama mücadelenin uzun soluklu olacağını göz önüne alırsak yeterli değil. Mücadele daha yeni başladı ve iktidarın yeni hamleleri de gelecek. Halk hareketinin örgütlenmesi, kalıcı öz örgütlerine kavuşması ve kapsayıcı, sağlam, olgun bir politik önderliğin yaratılması kritik önemdedir.

***

Son olarak karamsar arkadaşlara bir çift sözüm olacak. Karamsarlıkları bugünden değil geçmişten kaynak alıyor. Benzer ruh halini zaman zaman kendim de yaşadığım için bu durumu anlayabiliyorum. Deneyim sahibi olmak bazen fren rolü de oynayabiliyor. Bizim kuşak (78 kuşağı) ezilen bir kuşaktı: 12 Eylül faşist darbesi, üstüne SB’nin dağılması ve neo-liberal saldırı… Ne yazık ki ezilmişlik hali bizim kuşaktan sonraki kuşaklara sirayet etti. Ağlak politikalarla, ezilme ve sonrasında sızlanma odaklı eylem tarzıyla, çıkış yapma cesaretsizliğiyle, halka güvensizlikle… Ben bunu Haziran Ayaklanması sırasında çok net hissetmiştim, yazmıştım da. Gençler büyük bir coşkuyla hareket ederken hep temkinlilik öğütler halde bulmuştum kendimi. Aman dikkat, nereden bomba atacaklar, ne zaman kurşun yağdıracaklar diye… Ne zamanki koptum ve birleştim o coşkuyla, herkes “Şerefine Tayyip” diye bağırırken ben “Şerefine Kenan” diye bağırdım içimden, üstümden attığımı hissettim o 35 yıllık ölü toprağını.

Arkadaşlara meydanlardaki yüzbinlerin yarattığı havayı solumayı öneriyorum. O zaman, eminim, deneyimleri, geçmişten kaynaklanan bir karamsarlığa değil, geleceği isteyen devrimci bir olgunluğa dönüşecektir; zihinleri çalışmaya başlayacak ve gençleşecektir.

Üniversitelerinden çıkıp barikatları aşıp meydanları dolduran ve tüm hareketin işaret fişeğini çakan öğrencilerin, geleceksiz kılınmış gençlerin, çocuklarına daha aydınlık bir ülke bırakmak isteyen ana-babaların, meydanları dolduran emekçilerin, yoksulların, emeklilerin “karamsarlık lüksleri” yok. Onlar geleceği istiyorlar, umutlular ve ayaktalar. Korku eşiğini de aşmış görünüyorlar.

Ülkenin üzerine çökmüş bir avuç çete, bu kadim ve dinamik toplumu teslim alamayacak. 23 yıldır da teslim alamadı ki zaten. Her gelen gençlik kuşağı bu iktidara isyan etti.

Halkın ve gençliğin teslim olmaması 23 yıllık bir olgudur. Bu iktidarın 23 yıldır sürmesi de bir olgudur. Hadi bakalım, bu iki olgu karşı karşıya. Hangisi çürüyen ve eksilen, hangisi gelişen ve artan… Hangisi geçmiş, hangisi gelecek?

Bugün Türkiye’deki en korkak ve karamsar kişi Tayyip olabilir.