Ana Sayfa Dergi Sayıları 60. Sayı Thomas Kuhn’un görüşü: Bilim nasıl ilerler?

Thomas Kuhn’un görüşü: Bilim nasıl ilerler?

24199
0
Multiple exposure portrait of historian Thomas Kuhn of Princeton University, an exponent of scientific paradigms. (Photo by Bill Pierce//Time Life Pictures/Getty Images)

Thomas Kuhn’un bilim felsefesinin bilimin ilerleyişine dair önermelerine getirdiği temel eleştiri noktası, Rönesans sonrası bilimin yekpare bir bütün olarak algılanıp “ilerleyişi”nin düz bir çizgi üzerine yerleştirilmesinin tamamen yanlış olduğudur. Kuhn bunu tarihin geriye doğru yeniden yazılması ve bilim insanlarının geldikleri noktayı en “ileri” nokta olarak gösterme ideallerine hizmet eden bir edim olarak görmektedir. Bu yazıda Kuhn’un görüşlerinin bir özeti ve eleştirisi sunulacak, sonra da görüşlerden yola çıkılarak bir bilimsel bilgi kuramının nasıl oluşturulabileceği tartışılmaya çalışılacaktır.

 Bilim felsefesi olmadan yapılan bilim tarihi kör, bilim tarihi olmadan yapılan bilim felsefesi ise boş bir girişimdir.

  1. R. Hanson

“Bilim” bir kavram olarak tanımlanması çok güç olan, her tanımın belli noktalara odaklanarak kavramın diğer yönlerini anlatmakta aciz kaldığı sorunlu bir “şey”dir.

 

Giriş: Neden bilim tarihi?

Bilimi soyut ve ideal bir varlık olarak tanımlamak her zaman olanaklıdır ve filozofların yüzyıllardır yaptıkları da odur. Ancak bilimi bir insan etkinliği, kendi tarihi olan ve sürekli değişen bir etkinlik olarak tanımlamak, daha tatmin edici olmakla birlikte, neredeyse imkânsızdır. Çünkü tanımda bilimsel uğraşıyı temele almak, bilim adı altında yapılanların bazı özelliklerini tespit etmek ve bu özellikleri gördüğümüz şeyin olasılıkla bilim olduğunu söylemektir. Bunu yaptığımızda bilimin tipolojik bir tanımını yapmış oluruz ve tipolojik tanımlar da bize kesin sınırlar çizmezler. (Aster, s.97) Çünkü bilimin tipik özelliklerinden bazılarını gösteren ve bazılarını göstermeyen birçok şeyle karşılaşacağızdır. Ayrıca her bir tipik özelliğin bilim adaylarına uygulanışı da sorunludur. Ancak tüm diğer tarihsel ve toplumsal varlıkların tanımlanması gibi bilim için de elimizden gelen ancak budur ve bundan kaçarsak da ancak soyut ve ideal bilim tanımlaması yapıp bunun tedavülden kalkmasının çok erken olmamasını umabiliriz.

Gördüğümüz gibi, bilim üzerine felsefe yapmaya çalıştığımızda daha bilimin tanımlanmasında temele tarihi almak durumunda kalıyoruz. Bilime dair tüm diğer sorularda da bu böyledir. “Bilimsel bilgi, doğru bilgi midir?”, “Bilimsel bilginin kaynağı akıl mıdır, yoksa gözlem midir?”, “Bilimde ilerleme var mıdır?” gibi alışılagelmiş soruların yanıtlarında her zaman tarihe referans verilir, verilmelidir. Yani bilim felsefesi yapmamız için öncelikle sağlam bir bilim bilimi yapmalıyız ki, bunun da temelinde bilim tarihi yatıyor. Bilim tarihine her bakışımız, bilime yönelik gizli önyargılarımızı ortaya çıkarıp konuya daha aydınlık bakmamızı sağladığı gibi, bilime dair her önermemizin de gerçeklikle çarpışmasını ve güçlenmesini veya zayıflamasını sağlıyor.

ABD’li bilim tarihçisi Thomas S. Kuhn da (1922-1996) bilim felsefesinin bilimin ilerleyişine dair önermelerini, yaptığı tarih incelemeleri yoluyla eleştiren ve alternatif bir bilimsel ilerleme biçimi öneren bir araştırmacıdır. Kuhn’un temel eleştiri noktası, Rönesans sonrası bilimin yekpare bir bütün olarak algılanıp “ilerleyişi”nin düz bir çizgi üzerine yerleştirilmesinin tamamen yanlış olduğudur. Kuhn bunu tarihin geriye doğru yeniden yazılması ve bilim insanlarının geldikleri noktayı en “ileri” nokta olarak gösterme ideallerine hizmet eden bir edim olarak görmektedir. (Kuhn, s.13) Comte’un pozitivizminin toplum tarihini, bir amaca yönelmiş olarak gören, “doğru” topluma doğru bir ilerleme tarihi olarak okuyan anlayışının bilim tarihinde de etkili olduğu, bilimsel ilerlemenin de yönelmiş düz bir çizgi üzerinde devam ettiğinin söylendiği düşünülürse, Kuhn’un önerisi bunun tersi olur. Kuhn’da, bilim böyle bir süreklilikten uzak, çeşitli görüşlerin birbirleriyle acımasız bir savaşım içinde olduğu, hâkim bir görüşün saltanatının başka görüşler tarafından devrimler yoluyla sonlandırıldığı ve ilerlemelerden ancak kısıtlı zaman dilimleri içinde bahsedilebilen bir uğraşıdır. Eleştirmenlerince de Kuhn en çok, bilimi irrasyonalize etmekle suçlanmış, bilimden ilerlemeyi, dolayısıyla da nesnel bilgi edinmeyi çıkararak “bilgi karşıtı” bir konum almakla itham edilmiştir. (Grünberg, s.276) Ancak bu görüş bir yönüyle haksızdır, çünkü Kuhn’un anlayışında bilgi edinimiyle ilgili bir imkânsızlık olmayıp ancak farklı bilgi kümeleri arasında dilsel bir uyuşmazlık vardır. Dolayısıyla bu kümeler birbirleriyle ileri-geri ikiliği oluşturacak şekilde kıyaslanamazlar.

Bu yazıda Kuhn’un görüşlerinin bir özeti ve eleştirisi sunulacak, sonra da görüşlerden yola çıkılarak bir bilimsel bilgi kuramının nasıl oluşturulabileceği tartışılmaya çalışılacaktır.

 

Kuhn’un bilim tarihi anlayışı

Kuhn’un mevcut bilimsel ilerleme modellerine karşı eleştirel bir tutum takınması, fen bilimleriyle sosyal bilimler arasında gözlemlediği bir farktan ileri gelmektedir: Fen bilimlerinin birbirini tamamlayan, birbirleriyle uyuşan bir kuramlar bütünü olarak topyekûn ilerleyen ve temel felsefi ve yöntemsel sorunları çoktan çözmüş bir görünümde olmasına karşın, sosyal bilimler birbirini tamamlamak şöyle dursun, birbirleriyle sürekli çatışan ve toplamda elle tutulur bir ilerlemeye tabi olmayan ve felsefi ve yöntemsel sorunlarla boğuşan bir haldedir. Bu durum, Kuhn’u şüpheye düşürmüş ve fen bilimlerinin de göründüğü gibi, temel sorunlarını çözmüş ve düz bir çizgi üzerinde ilerleyen bir şey olmayabileceğini düşündürmüştür. (Kuhn, s.64) Bunun üzerine Kuhn, fen bilimleri ile sosyal bilimlerde ortak olanı bulmaya çalışmış ve ikisini de açıklayabilecek bir model üretmeye çalışmıştır.

Kuhn’un bilim tarihi modelinde, bir bilimin ilerleyişi iki döneme ayrılır: olağan bilim dönemi, olağandışı bilim dönemi. Bilimlerin tarihleri, bu ikisinin sürekli birbirini izleyen bir tekrarıdır. Olağan bilim döneminde, hâkim bir bilim yapma şekli yani temel kabuller, denklemler, uygulamalar ve beklentiler vardır -ki bunların tümüne paradigma deniyor- ve paradigmanın içinde olan bilim ilerler. Olağandışı dönemdeyse, yeni keşiflerin yarattığı aykırılıklar, bunların oluşturduğu genel bir bunalım, bunalıma tepki olarak ortaya çıkan diğer paradigmalar ve en sonunda da devrim vardır. Bu modelin ışığında Kuhn, sosyal bilimlerin farkının henüz hâkim bir paradigmaya ulaşamamış olması olduğunu söyler ve temel sorununun çözümüne yönelik bir yaklaşım geliştirmiş olur.

 

Olağan bilim

 “Yaşamda korkulacak bir şey yoktur, sadece anlaşılacaklar vardır.”

Marie Curie

Kuhn’a göre, doğanın herhangi bir alanına dair bilgi üretme çalışması olan bir bilim, öncül çalışmalardan sonra belli bir anlayışın hâkim olması ve ileri araştırmaların bu anlayış üzerinden yapılması, yani bir paradigmanın oluşması eğilimindedir. Bu süreçte de birbiriyle karşıt önermeler içeren farklı anlayışlar çatışırlar. Paradigma öncesi dönem diyebileceğimiz bu döneme örnek olarak Ortaçağ optiği verilebilir. Ortaçağda, bazı optikçiler ışığı cisimlerden çıkan parçacıklar olarak görürken, bazıları içinse ışık, cisim ile göz arasındaki ortamın bir değişimiydi. Başkaları da ışığı gözün çıkardığı bir madde ile ortam arasındaki bir etkileşim olarak yorumluyordu. (Kuhn, s.84) Bunlardan hiçbiri bilimsel ortama hâkim olmadığından, araştırmalara, deneylere yol açıp yeni nesillere okutulacak bilgileri üretmediğinden, hiçbirinden bir paradigma diye söz edemeyiz. Yine, Aristoteles öncesi dinamik, Arşimet öncesi statik, Darwin öncesi kuramsal biyoloji ve sosyal bilimlerin şu anki hali -bu iddia herkes tarafından kabul edilmese de-, paradigma öncesi bilime örnekler olarak anılabilir. (Kuhn, s.87)

Olağan bilim ortaya çıkarken, bilimsel ortamda deyim yerindeyse salınan bu görüşlerden biri, zaman içinde bireyleri ve toplulukları kendine çekmeye başlar ve geliştikçe bir senteze doğru ilerlerler. Bu tarihsel süreçte, gelişmekte olan görüşün rakipleri de yavaş yavaş radikalleşip yok olurlar. (Kuhn, s.92)

Olağan bilimin ortaya çıkışının tipik bir özelliği, o dönemde yazılan kurucu kitaplardır. Bu kitaplar, artık oluşumunu büyük ölçüde tamamlamış paradigmanın derleyip toparlanıp elle tutulur hale gelmesini sağlarlar. Ayrıca bu paradigmaya sahip çıkanlar, aynı zamanda bu kitabı okuyanlar olduğundan, daha kolay görüş birliğine varabilirler. Aristoteles’in Fizik’i, Batlamyus’un Almagest’i, Darwin’in Türlerin Kökeni kitabı, bu paradigma kurucu kitaplara örnektir.

Olağan bilim, paradigmanın ortaya çıktığındaki başarısının verdiği yeni başarılar umudunun gölgesinde doğar. Bilim insanlarının istedikleri, o ana kadar çözülmemiş problemleri, açıklanamamış olguları yeni paradigma ışığında açıklamaya çalışırlar ve başarılarından genellikle emin görünürler. (Kuhn, s.98) Paradigma, bilim insanlarını, doğayı kendi kavramları ile görmeye zorladığı gibi, bu kavramlar çerçevesinde de doğayı derinlikle inceleme fırsatı sunar. (Kuhn, s.99)

Olağan bilimin içerdiği kavramsal ve önermesel çerçeve, bilim insanlarını, tasarladıkları deneylerde ve çözdükleri problemlerde sınırladığından, aslında bilim insanının yaptığı hazırlanmış bir bulmacayı çözme çabasından başka bir şey değildir. Bilim insanları çoğu zaman yeni görüngüler bulma derdinde değillerdir. Bir başka deyişle, en büyük bilim insanlarının çoğu, zamanlarını bulmaca çözerek geçirmiştir. (Kuhn, s.117)

Paradigmaların bir özelliği, kuramlardan ve deneylerden de önce gelmeleridir. Paradigmalar, bilim insanlarının bilimsel sorunlara nasıl yaklaşacakları konusundaki bilinçaltlarıdır. Öyle ki, bilim insanları çoğunlukla paradigmalarının kurallarını bilmezler, zaten bu kuralları bir dizge halinde yazmaya da kimse ihtiyaç duymaz. (Kuhn, s.126) Bunlar zaman içinde kendiliğinden oluşur ve farkında olmadan kullanılırlar. Dolayısıyla paradigma, bilim insanının, deney tasarımlarından çözüm önerilerine, yeni bir kuramı yorumlamasından kuramlar arası karşılaştırmalarına kadar tüm bilimsel etkinliğinde hep mevcuttur.

 

Olağandışı bilim

“Hayal gücü bilgiden daha önemlidir.”

Albert Einstein

Belirttiğimiz gibi, olağan bilim, ne görüngü, ne de kuram düzeyinde yeniliklerin peşinde değildir ve zaten başarılı olması da buna bağlıdır. (Kuhn, s.135) Ancak görüngüler biriktikçe kuramlarla aykırılıkların ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelir. Bu aykırılıklar, zamanla kavram ve gözlem düzeyinde elle tutulur hale gelir ve tartışılmaya başlarlar. (Kuhn, s.148) Ancak bu tartışmalar genellikle açık fikirli bir ortamda yürümez. Çünkü, paradigmanın başarılı dönemlerinde ortaya konan ve deneylerle tam bir uyum içinde görünen kavramlar ve önermeler, zaman içinde soyut düzlemde katılaşır ve değişmez hale gelirler. Bu da bilim insanlarının bakış açılarında ciddi bir daralmaya karşılık gelir. Ayrıca paradigmanın açtığı yolda ciddi araştırmalar ve deneyler yaparak doğaya dair derin sırlara erişilmesi de paradigmaya bağlılığı ve katılığı artıran etkenlerdendir. Tüm bu etkenler, paradigmaya körü körüne bir bağlılığa ve değişmelere karşı bir direnişe neden olurlar. Ancak bu her zaman kötü bir şey değildir ve bilim insanlarının her itirazda durmalarını önleyerek paradigmanın ilerleyişinin ve gerçek aykırılıkların ortaya çıkışının yolunu açar. Çünkü gerçek aykırılıklar, ancak yeni görüngülerle bulunabilir ve yeni görüngüler de paradigmanın açtığı düşünsel ve teknik ilerleme yolunun sonunda oluşabilirler. (Kuhn, s.151)

Aykırılıklar aşılamadığında, bilim insanları bir bunalım dönemine sürüklenir. Mevcut kuramlara alternatif kuramlar öne sürülmeye başlar. Örneğin Kopernik’in modeli, Batlamyus’unkinin açıklayamadığı birçok gözlemin ve ateşli tartışmaların olduğu bir ortamda ortaya çıktı. (Kuhn, s.154) Galileo’nun yeni fiziği, Aristoteles’in fiziğinin kıyasıya eleştirildiği, Einstein’ın görelilik kuramı da, Galileo fiziğinin deneylerle çeliştiği bir ortamda öne sürüldü.

Bunalımların önemli bir tipik özelliği, bu dönemlerde kuramın farklı yorumlanış biçimlerinin artmasıdır. Aynı paradigmayı paylaşan bilim insanları farklılaşmaya, hatta ayrışmaya başlarlar. (Kuhn, s.159) Ancak bunalım, bilimsel ilerleme sürecinin devamı açısından büyük önem arz eder. Çünkü, bu dönemlerde paradigmanın hâkimiyeti sarsılmıştır ve yeni fikirlere aç, küçük de olsa bir kitle oluşmuştur. Ancak bu ortamda yeni fikirler desteklenip gelişebilir, paradigmanın mutlak olduğu ortamda değil. Bu olguya bir örnek de Aristarkos’un Kopernik’ten 18 yüzyıl önce Güneş-merkezli sistemi savunmuş olmasıdır. Ancak o dönemde Dünya-merkezli sistemin bir açmazı bulunmadığından, insanların bu öneriyi ciddiye alması ve desteklemesi için nedenleri yoktu. (Kuhn, s.165) Güneş-merkezli sistem ancak Batlamyus’un modelinin arapsaçına döndüğü 16. yüzyılda destek bulabildi.

Paradigmanın kendisinin “bilinmemesi” ve tartışılmaması, olağan bilim döneminin tipik bir özelliğidir. Çünkü, paradigma, ele aldığı sorunların çözümüne yönelik fazlaca araç sağlamakta ve bu sayede kendine bir bağlılık oluşturmaktadır. (Kuhn, s.166) Ancak olağandışı dönemde, paradigmanın içerdiği kabuller ve yöntemler sıkı tartışmalara neden olurlar. (Kuhn, s.129). Galileo’nun Diyaloglar’ı, Einstein’ın Heisenberg’le tartışmaları bu duruma örnek olarak verilebilir. Bunalım döneminde bilim insanları, paradigmanın felsefi analizini yaparlar, onu düşünce deneyi ve benzeri araçlarla kıyasıya zorlarlar. Tüm bunların nedeni, paradigmanın sağladığı sağlam temelin, verdiği rahatlığın silikleşmeye başlaması sonucunda bilim insanlarının buna mecbur kalmasıdır. Heisenberg bu dönemi, “bilimlerin oturduğu zeminin ayakların altından kayıp gitmesi duygusu” diyerek niteler. (Heisenberg, s.156)

Bilim insanları, bir paradigmayı hiçbir zaman doğrudan doğayla kıyaslayıp reddetmezler. Kıyaslama işlemi daima alternatif bir paradigmayı gerektirmiştir. Herhangi bir paradigmayı reddetme kararı, her zaman başka birini kabul etme kararıdır. (Kuhn, s.168). Çünkü, bir bilim, paradigmaya sahip olduğunda, paradigmasız araştırma yapması söz konusu olamaz. Paradigma artık bilimin gerek şartı haline gelmiştir ve bir paradigmayı reddetmek bilimi reddetmek demek olur. (Kuhn, s.170)

Bilimin olağan ve olağandışı dönemlerinin kesin çizgilerle ayrılmadığını da belirtmek gerekir. Öyle ki, olağandışı dönemin tipik özelliği olan açıklanamayan olgular, olağan dönemde de vardır. Zaten, olağan dönemde bilimin açıklayamadığı bir olgu olmadığını söylemek, bilimsel etkinliği yok saymak olur. Burada değişen, açıklanamayan olguların niteliğidir. İlkinde bunlar paradigmanın kesinlikle çözeceği bulmacalar olarak görülürken, ikincisinde paradigmanın tıkandığı aykırılık kaynaklarıdır. Ancak bu algılama da öznel olup bilim insanları arasında değişiklik gösterir. (Kuhn, s.170) Burada yaptığımız bu dönemsel ayırma, sadece bilim insanlarının çoğunluğu ve bilimsel atmosferle ilgilidir.

Yukarıda paradigma değiştirmek olarak andığım olgu ise, bilim tarihinde nadiren görülür. Genellikle paradigmayı değiştiren bilim insanları değil, bilim insanlarının değişmesidir. Yeni buluşları yapıp yeni paradigmayı ekenler, genellikle genç bilim insanlarıdır, dolayısıyla takipçileri de genç bilim insanları olurlar. (Kuhn, s.183)

 

Bilimsel devrimler

“Kurucularını unutmakta tereddüt eden bilim mahvolmuş demektir.”

Alfred North Whitehead

Bilimsel devrimler, yapıları gereği siyasal devrimlere benzerler. Siyasal devrimlerde eskiyen kurumlar yeni sorunlar karşısında yetersiz kalırlar, bu yetersizliği sezen bir grup insan da alternatif sistemler önerir ve eskisini destekleyen insanları devirdikleri zaman, yeni sistemi kurarlar. Bilimsel devrimlerde de aynı şekilde, bilim topluluğunun belli üyelerinin, belki de hatta bilim dışından kimilerinin bilim topluluğunun çoğunluğunu ikna etmesi veya devirmesi söz konusudur. (Kuhn, s.185) İki durumda da, karşıt paradigmalar dışında başvurulacak üçüncü bir ölçüt yoktur. Paradigmaların savunucuları, kendilerini savunmak için yine paradigmalarını kullanırlar. (Kuhn, s.187)

Bilimsel devrimde, eskinin bilim anlayışı bir miras olarak devralınmaz, daima eskiden bir kopuş vardır. Dolayısıyla bir bilimin tarihini kesintisiz bir birikim olarak görmek imkânsızdır, daima kesintiler, yüzlerce yıllık birikimin çöpe atıldığı devrimler vardır. (Kuhn, s.190)

Devrimler, aynı zamanda bir dünya görüşü değişikliği anlamına gelirler. Devrimden sonra aynı nesnelere farklı özellikler yükleyen bilim insanları, sanki farklı bir dünyada yaşar gibidir. (Kuhn, s.214) Örneğin Aristotelesçi, bir sarkacı, özü gereği düşmeye çalışan bir taşın ip tarafından engellenmesinin bir gösterisi olarak görürken, Galileocu için sarkaç, sonsuza kadar salınım hareketi yapacak bir taştan ibarettir. Aynı şekilde Aristotelesçi için düz yolda gittiği halde duran bir cismin durmasının nedeni hareket ettirici kuvvetin olmamasıyken, Galileocu için sürtünme kuvvetleridir. Benzer olarak, bir Batlamyusçu Ay’a baktığında bir gezegen görürken, Kopernikçiyse bir uydu görür. Devrimleri ortaya çıkaran buluşlarda da böyle bir ani dünya görüşü değişikliğinden bahsedebiliriz. Buluş yapan bilim insanları, gözlerinin bir anda açılmasından, bir yıldırım çakmasından ve benzeri şeylerden sonra bakış açılarının tamamen değiştiğini söylerler. (Kuhn, s.220)

Bilimsel devrimler, genellikle tarihe bugünden bakanlar tarafından görülmezler. Bunun birincil nedeni, bilim insanı adayının tarih bilincini budayan ders kitaplarıdır. Öğrenciler ders kitaplarında, bilimsel gelişimin bütünsel bir resminden ziyade, bazı kahramanların çabalarını ve buluşlarını kopuk ve steril bir biçimde görürler. Öğrenciler için sadece bu büyük buluşçular ve bunların oluşturduğu sürekli bir bilim geleneği vardır. Bu şekilde kurulan süreklilik algısıysa hiçbir zaman var olmamıştır. (Kuhn, s.239)

Bu süreklilik algısının bir özelliği de, bilimde hep aynı sorulara cevap aranmış olduğu sanısıdır. Deney aletleri geliştikçe ve yeni ve daha “akıllıca” deneyler tasarlandıkça, sorulara verilen cevapların değiştiği ve bilimin böylece ilerlediği düşünülür. Halbuki her devrimde cevaplarla beraber sorular, kavramlar ve bir paradigmanın tümü değişir. (Kuhn, s.241) Ders kitaplarına göre, yaşamış bilim insanlarının tümü, bilimin günümüzdeki amaçlarına yönelmişlerdir. Böyle olmayan -ki aslında böyle olanları çok azdır- veya böyle gösterilemeyen bilim insanları, ne kadar bilimin kurucuları arasında olsa da, görmezden gelinir. (Kuhn, s.242)

 

Bilimsel ilerleme konusunda Kuhn’un görüşleri

“Evrenin işleyişine esas olan ölçüler gizlidir.”

Heraklitos

Kuhn’da bilimsel ilerlemenin nasıl modellendiğini kısaca açıkladıktan sonra, bilgisel anlamda bir ilerlemenin Kuhn’da bulunup bulunmadığını araştıralım. Gerçekten de, Kuhn’un anlayışının en çok tartışılan yönü, bir ilerleme içerip içermediğidir.

Karl Popper’in öne sürdüğü bilim anlayışında, kuramlar deneylerle doğrulanamaz, ancak yanlışlanabilirler. Çünkü deney, ancak doğanın çok küçük bir hacminin kısa bir zaman süresince simüle edilmesidir ve bu da bize, doğanın tümüne dair bir bilgi sağlayamaz. Kuhn ise, Popper’in doğrulamanın olamayacağına dair kanıtına katılmakla beraber, yanlışlamayı da reddetmektedir. Çünkü hiçbir kuram, hâkim olduğu herhangi bir anda tüm olguları açıklamakta değildir. Kuramın açıklayamadığı olgular yine kuram içinde kalarak çözülmeye çalışılırlar, bu çalışmalar başarısızlığa uğradığındaysa kuramın yerine, yine olguların tümünü açıklamayan ancak, bilim insanlarına daha makul gelen bir kuram geçer. (Kuhn, s.250)

Bilimsel ilerlemenin, Kuhn’un modelinde anlaşıldığı haliyle bulunamamasının nedenlerinden biri, devrimler sonucunda, doğaya yöneltilen soruların da değişmesidir. Örneğin Aristoteles’in dinamiğinden Newton’unkine geçiş bir ilerleme olarak yorumlandığında şöyle bir zorluk ortaya çıkar: Newton kuramı, cisimlerin birbirlerini hangi kuvvetle çektiklerini söyleyebilirken, Aristoteles’inkiyse bu çekimin nedenini açıklayabilmektedir. (Kuhn, s.252) Dolayısıyla bu geçişin bir ilerleme olarak modellenmesi sorunludur. Newton, Aristoteles’in cevap verdiği bir soruya cevap verememektedir. Newton paradigması hâkim olduğunda bu soru bilimin alanının dışına itilmiş ve uzun süre sorulmamıştır. Einstein dinamiğindeyse bu soru tekrar bilimsel bir soru olarak cevaplanabilmiştir.

Kuhn, bilimsel ilerleme konusundaki fikirlerini en açık haliyle anlatırken, felsefedeki ilerlemeyle analoji kuruyor. Felsefede tek tek düşünce okullarının kendi içinde ilerlemesi söz konusuyken, topyekûn bir ilerlemeden bahsedilemez. Felsefede ilerleme olmaması, Kantçılığın veya Platonculuğun kendi içinde ilerlemediği anlamına gelmez. (Kuhn, s.268) Bilimde de benzer şekilde, olağan bilim dönemlerinde tam anlamıyla ilerlemeden söz edilebilir. Paradigma öncesi ve devrimsel dönemlerde, birbiriyle uyuşmayan farklı görüşler arasında bir karşılaştırma yapılamadığından, bir ilerlemeden de söz edilemez. (Kuhn, s.269) Kuhn’un fikirlerinin en tartışmalı sonuçlarından biri kuşkusuz ilerleme fikrine zarar verip vermediği konusundadır. Farklı paradigmalar arasında karşılaştırma yapılamayacağı fikri, birçokları tarafından bilimsel ilerlemenin imkânsızlığı şeklinde yorumlanmış ve Kuhn’a karşı bir eleştiri olarak kullanılmıştır. Kuhn’un bilimsel faaliyeti akıldışı ve öznel bir uğraşa çevirdiği söylenmiştir. (Grünberg, s.276)

Aslında Kuhn, özelde bilimsel ilerleme, genelde de bilgi kuramı sorunu konularında net bir tavır almaz. Yerleşik bilimsel ilerleme anlayışına karşı çıkan Kuhn, doğrusal ilerlemenin tarihi geriye doğru yeniden yazarak oluşturulduğunu, tarihin kendisininse bunun böyle olmadığını gösterdiğini söylemekle yetinmektedir. Hatta bilim tarihindeki yeniden yazımın neredeyse Geroge Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ündeki kadar yoğun olduğunu söyleyebilmektedir. (Kuhn, s.273)

Kuhn’un aşağıda yapacağım alıntısı, bu konu hakkındaki fikirlerinin son analizini yapmamıza yardımcı olabilir:

“Bu denemede betimlenen gelişmeci süreç, ilkel başlangıçlardan yola çıkan bir evrim süreci olmuştur: Art arda gelen ve her aşamasında doğanın biraz daha iyi anlaşılmasını sağlayan bir süreç. Fakat söylenmiş ya da söylenecek hiçbir şey, bu sürecin belli bir yere doğru evrim yaptığını gösteremez. Bu boşluk kaçınılmaz olarak birçok okuru rahatsız edecektir. Çünkü bilimi, doğa tarafından önceden saptanmış bir amaca doğru sürekli yaklaşan hemen hemen tek insan çabası olarak görmek hepimizde kalıcı bir alışkanlık haline gelmiştir. … Bilimin hem varlığını hem de başarısını, topluluğun herhangi bir zamandaki bilgi düzeyinden hareket eden bir evrim olarak açıklayamaz mıyız? Doğanın belli bir tek tam, nesnel ve gerçek bir açıklaması olduğunu tasarlamak ve bilimsel başarının uygun ölçütünü de bizi bu son hedefe ne derece yakınlaştırdığında görmek gerçekten bu kadar yararlı mıdır? Bilmek istediğimize-doğru-evrim düşüncesi yerine, bildiklerimizden-başlayan-evrim düşüncesini koymayı bir öğrenebilirsek, belki böylece bir sürü rahatsız edici sorundan da kurtulmuş olurduk.” (Kuhn, s.277-278)

Bu alıntıdan çıkarabileceğimiz ilk sonuç, Kuhn’un aslında realist olduğudur. Çünkü, bilimsel etkinliği, doğayı anlamaya yarayan bir uğraşı olarak konumlandırmaktadır. İkinci bir sonuç da, alıştığımız bilim anlayışının teleolojik (bir amaca yönelmiş) olduğunu düşündüğü ve buna inanmadığıdır. Kuhn’a göre, bizim zihnimiz ve dilimiz sınırlı, bilimsel sistemlerimiz de yapay ve kısıtlı olduğundan, doğayı anlayışımız, onun içsel ve nesnel anlamına ulaşmak yerine, her zaman değişecek, yanlışlanacak ve böylece ilerlemeye devam edecektir. Bu ilerleme tek bir düz çizgi üzerinde değil, çatallanan ve yön değiştiren bir çizgiler kümesi üzerinde olacaktır. Bilimin gittiği yön, tıpkı canlı türlerinin evriminde olduğu gibi, önceden belirlenmiş değildir ve o günün koşullarına göre şekillenir. (Kuhn, s.279) Ne tümevarımcı görüşün, ne de Popperist görüşün iddia ettiği mükemmelleşen bir mutlak bilim vardır; kendi sınırlı yolunda ilerleyen, gelişen ve sonunda affedilemez bir hata yapıp çöpe atılan tarihsel bilimler vardır. Bu alıntıdan çıkarabileceğimiz bir diğer önemli sonuç, Kuhn’un asla bir öznelci olmadığıdır. Bilimin evriminde, temelde bilim insanlarının tercihleri değil, bilimle doğa arasındaki ilişki vardır. Bir sonraki bilimsel paradigma, öncekiyle dilsel olarak karşılaştırılamasa da, doğayı daha iyi anlamamızı sağladığından seçilmektedir. Her devrim sonucunda doğayı anlamaya biraz daha yaklaşmaktayız, ama bu yaklaşma tek boyutta değil, daha karmaşık bir biçimde olmaktadır. (Kuhn, s.321) Belirtmemiz gereken bir diğer nokta da Kuhn’un görelilikçi olarak yorumlanmasının, alternatiflerden sadece biri olduğu, mutlak bir yorum olmadığıdır. Aşağıda da incelediğimiz gibi, Kuhn’un realist ve nesnelci yorumları yapılabilmekte, bunlar da Kuhn’un temel önermeleriyle çelişmemektedir.

Sonuç olarak, Kuhn’un, bilimi tek nesnel doğruya ulaşan bir araç değil de, “doğa ile bizim aramızdaki ikili oyunun bir parçası” olarak gören Heisenberg’le benzer düşündüğünü söyleyebiliriz. (Heisenberg, s.62)

 

Teo Grünberg’den Kuhncu bir bilgi kuramı: Neo-rasyonalizm

Elimizde bir T kuramı olsun. Bu kuramın S sistemine uygulandığını kabul edelim. Klasik bir bilimsel kuram H1, H2, …, Hk bilimsel varsayımları ve M1, M2, …, Ml matematiksel ve mantıksal kurallarından oluşur. Kuramın sınanmasıysa onun gözlemlerle uyumlu olup olmadığına bakılmasıdır, yani G1, G2, …, Gm gözlem önermeleriyle sınanmasıdır. (Grünberg, s.286) Tipik bir sınama işleminde, kuramla gözlem önermelerinin bütününden bir önerme, yani tahmin çıkarsanır ve doğru olup olmadığına bakılır. Yani,

H1, H2, …, Hk, M1, M2, …, Ml, G1, G2, …, Gm => G.

Eğer G1, G2, …, Gm’in hepsi doğru ve G yanlışsa, H1, H2, …, Hk, M1, M2, …, Ml önermelerinden en az biri yanlıştır. Matematiksel ve mantıksal kurallar a priori doğru kabul edildiğinden, bilimsel varsayımlardan en az biri yanlıştır. Ancak burada karşımıza birkaç sorun çıkıyor.

Birinci sorun, bilimsel gözlemlerin kuram yüklülüğüdür. Yani, G1, G2, …, Gm önermelerinin kavramsal düzeyde kuram içermesi, H1, H2, …, Hk önermelerine bağlı oluşudur. Bu durum, bilimsel varsayımları kendi başlarına sınama olanağını ortadan kaldırır. Bu durumun tipik bir örneği, bir nicelik ölçülürken, ölçüm aletlerinde kuramdan yararlanılmasıdır. (Grünberg, s.287) Kuhn da bu duruma dikkat çekmiş ve yeni bir görüngü bulmak için yapılan çalışmalarda tüm kavramsal kategorilerin önceden belirlenmiş olduğunu, bunun da bulunan görüngüyü yeni olmaktan çıkardığını söylemiştir. (Kuhn, s.140)

İkinci sorun, S sisteminin T kuramının uygulama alanına girip girmediğinin açık olmamasıdır. G önermesinin yanlış olması, illa ki T kuramının yanlış olduğunu bildirmek yerine, S sisteminin T kuramının uygulama alanında olmadığını gösterebilir. (Grünberg, s.287)

Bu sorunları çözmek için, T kuramının içindeki bazı önermeleri daha temel, dokunulmaz kabul edebiliriz. Yapılan her deneyde, yanlışlığı, bu önermelerin dışında kalan önermelerde ararız. Örneğin bir klasik mekanik deneyinde, Öklid geometrisinin uzaya uygulanabilirliğini kabul ederiz ve ulaştığımız bir yanlışlık bize hiçbir zaman Öklid’in beşinci postulatının yanlış olduğunu göstermemiş olur. Burada bir hiyerarşi içinde birbirine eklenen kuramlar topluluğunu sınadığımızı ve her deneyde bu hiyerarşinin en sonundaki kuramı yanlışlamaya çalıştığımızı söyleyebiliriz. (Grünberg, s.288)

Bu şemayı Kuhncu tarih modeliyle belirtirsek, kuramın değişmeyen temel kısmının paradigmayı oluşturduğunu söyleyebiliriz. Değişme, paradigma sınırları içinde olur. Değişme eğer, daha çok olguyu açıklayabilme yönündeyse, nesnel ilerlemeden bahsederiz. (Grünberg, s.292) Ancak paradigmaların, yani temel kuramların değiştiği bilimsel devrimler sonrasında, olguların ifade edildikleri dil ve hatta zaman ve mekân gibi temel kavramlar da değişime uğradığından, ortada karşılaştırılacak olgular olmayabilir. Buradaki ilerleme, zaman içinde yeni paradigmaya duyulan güven ve bağlılık sonucunda ulaşılan başarılar sonucunda ortaya çıkar. Sonuç olarak ortaya uzun dönemde birikimsel nesnel ilerleme çıkar. (Grünberg, s.294)

Kuhn’un iki dönemli tarih anlayışıyla bağdaşan bu bilgi kuramı da, bilimsel uğraşın içindeki mantıksal ve nesnel süreçler ile beklentiye ve tercihe dayalı öznel süreçleri bağdaştırması bakımından önemli. Ayrıca kuramlar arasındaki geçişin esnekçe yapılabilmesini sağlarken aynı zamanda bu geçişi rasyonalize edebilmesi de Kuhn’a yöneltilen irrasyonellik eleştirisinin savuşturulmasına yardımcı oluyor. Grünberg bu görüşü neo-rasyonalizm olarak isimlendirmekte ve bilimsel gelişimi en iyi açıklayan model olduğunu savunmaktadır.

 

Sonuç: yorumlar ve eleştiriler

“Doğaya akılcı biçimde bakan kişiye doğa da akılcı bakar.”

  1. W. F. Hegel

Kuhn’un önemi tarihe bir doğrultu ve yön dayatarak, bireylerin ve toplumların iradelerini sınırlayan, her şeyi bir “üst akıl”a havale eden pozitivizme bilim tarihi alanında ciddi bir saldırı yapmasındadır. Kuhn, tarihten verdiği örneklerle bilimsel gelişmenin doğrusal bir çizgi izlemediğini gösteriyor ve doğanın önceden belirlenmiş tek bir yorumu olduğu ve bilimin bu yoruma yaklaşmaktan başka bir şey yapmadığını reddediyor. Kuhn’un yıkmaya çalıştığı şey, tartışılmadan kabul edilmiş ve bilinçsizce dogmatikleştirilip bir ideoloji haline getirilen pozitif bilim anlayışıdır.

Bu noktada Kuhn’un maruz kaldığı iki eleştiri var: İlki, Kuhn’un bilim insanlarının rakip kuramlar arasında tercih yaparken irrasyonel davrandığını iddia ettiğini söyleyen görüş. Diğeri de, Kuhn’da bilimin uygulama ve teori alanında bariz bir şekilde görülen ilerlemişliğinin reddedildiğini söyleyen görüş. Şimdi sırasıyla bunları inceleyelim.

Kuhn, farklı paradigmalara bağlı iki kişinin öznel evrenlerinin ontolojik bakımdan farklı olduğunu iddia eder. Şüphesiz ki, solipsizme düşmek istemiyorsak aynı noktadan doğaya bakan iki kişinin aynı gözlem evrenine sahip olduğunu ve aynı sinirsel uyarılara maruz kaldığını kabul etmemiz gerekir. Ancak, duyumlardan gözleme ve düşünceye giden süreç alışkanlıklar, inançlar ve eğitimle şartlandırılmıştır. Dolayısıyla aynı sinirsel uyarıların sonuçları kişiden kişiye değişecektir. (Kuhn, s.304) Herkesin kabul edebileceği bu mantık yürütmeden sonra Kuhn bir adım ileri gider ve iki farklı öznel ontolojinin, yani paradigmanın karşılaştırılabileceği bir üst merci olmadığını söyler. İşte bu noktada, irrasyonalizm eleştirilerinin karşılanması gerekiyor. Önceki bölümlerde de söylediğimiz gibi, paradigmalar arası tercih biçimsel mantık yoluyla doğrudan kanıtlanamaz, ancak bir bilimsel topluluğun tüm üyelerinin, doğayı daha iyi anlamak gibi bir ortak amaçla bu tercihi yaptığını biliyorsak, Grünberg’in geçiş kuramı bizim için açıklayıcı olacaktır: Tercih edilen kuram öncekine kıyasla daha çok olguyu başarıyla açıklayabilmelidir. Ancak olguların da kurama bağlı oluşu ve açıklamanın birçok yönünün bulunması bu kıstası biçimselleştirmeye ve nesnelleştirmeye engel olur. Burada da bilim insanları topluluğunu sezgisinin ve tahmin gücünün rol oynaması gerekir. Bunlar bu süreci irrasyonel olarak yorumlamamıza temel sağlamayacağı gibi, ortada biçimsellik ötesi bir rasyonalizm vardır ki kanımca bu, daha da kuvvetlidir.

Kuhn ayrıca tarihsel süreçte birbirini takip eden herhangi iki kuramın gerçeğe yakınlık gibi bir sıralamaya tabi tutulamayacağını söyler. Çünkü, bizim ilerleme olarak gördüğümüz bir durumun içinde aynı zamanda gerileme de vardır. Yukarıda da verdiğimiz Newton fiziği ile Aristoteles fiziğinin karşılaştırılması örneğini verelim. Aslında, cevapladığı sorular ve kullandığı mekanizmalar nedeniyle Einstein fiziği Aristoteles’inkine Newton’unkinden daha yakındır. (Kuhn, s.321). Ancak bu durum, bilimsel süreci hiçbir gelişimin olmadığı bir kısırdöngü yapmaz. Hepimiz Newton fiziğinin Aristoteles’inkinden daha ikna edici ve daha açıklayıcı olduğunu düşünürüz. Kuhn da bunu “daha iyi” şeklinde ifade etmektedir (Kuhn, s.321). Newton fiziği daha çok alana uygulanabilmekte, daha çok soruya cevap verebilmekte ve her şeyden önemlisi, niceliksel çalışabilmektedir. Ancak yine de düz bir ilerleme hattından bahsedilemez. Bu noktada şunu sormak gerekir: Bilimsel gelişimin önemli, saygın, yararlı, vs. olması için neden düz bir çizgi üzerinde ilerlemesi gereksin? Her noktanın diğerinden daha ileride olması ve sonunda “varılacak” belirli bir hedefin olması, bilimsel gelişme için gerçekten de gerekli değildir. Bu gereksinim, rasyonalizme zorla sokulmuş bir ereksellikten başka bir şey değildir.

Bilim sosyolojisi alanındaysa Kuhn, bilimsel toplulukların belli davranış biçimlerini açıklaması bakımından önemlidir. Örneğin, belli bir paradigmaya bağlanan bilimsel toplulukların dogmatik olmaları, kendi varlıklarını yaratıcı düşünceye borçlu olduklarından, çelişkili görülür. Ancak Kuhn’un şemasında dogmatik dönemler ve yenilikçi dönemler aynı oranda önemli ve gereklidir.

Kuhn’a getirilebilecek en önemli eleştiriyse, doğrudan onun bilim tarihi anlayışıyla ilgilidir. Aslında Kuhn, ne kadar uğraşsa da paradigmaların önceliğini gösterememiştir. Örneğin, fizik alanında Galileo’dan beri birçok kuramsal değişiklik olmuş, ancak temel bilimsel metot neredeyse hiçbir değişime uğramamıştır. Newton fiziği ile Einstein fiziğinde evrenin geometrisi, zamanın ve uzayın doğası farklıdır. Yine Newton fiziği ile kuantum fiziğinde maddenin yapısı ve davranışı kökünden farklıdır. Ancak bu değişimler bilimsel yöntemin özünü etkilememiştir. Newtoncu da, Einsteincı da, doğaya bakar ve onu anlamaya çalışırken aynı ölçütleri kullanırlar: Deneysellik, niceliksellik, mümkün olduğunca az girdi kullanma vs. Kuhn, her devrimde bilime dair her şeyin yıkılıp yeniden oluşturulduğunu söylemektedir, ancak kanımca bilimin değişmeyen bir özü vardır. Dolayısıyla Kuhn’un paradigma anlayışı bu noktada şiddetle eleştirilmelidir.

 

KAYNAKLAR

  • Ernst von Aster, Bilgi Teorisi ve Mantık, Sosyal Yayınlar, 1994.
  • Teo Grünberg, Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları, Yapı Kredi Yayınları, 2006.
  • Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Kırmızı Yayınları, 2006.
  • Werner Heisenberg, Fizik ve Felsefe, Belge Yayınları, 2000.

 

 

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz