Ana Sayfa Dergi Sayıları 60. Sayı Adım adım Bilimsel Devrim

Adım adım Bilimsel Devrim

2713
0

 

 Böylece, Yunan felsefesinin büyük kurucularının görüş tarzına, kum zerreciklerinden güneşlere, doğanın tümünün, ezelî ve ebedî ha­yata geliş ve gidişte, kesintisiz bir akımda, bitmek bil­mez bir hareket ve değişim içinde varlığa sahip olduğu görüşüne, bir kere daha dönmüş oluyoruz. Sadece esas­lı bir fark var: Yunanlılarda parlak bir sezgi olan şey şimdi bizim meselemizde, deneyle pekiştirilmiş kesin bir bilimsel araştırmanın sonucudur ve daha kesin, daha açık biçimde ortaya çıkmaktadır.

 

Okuyacağınız makale, Bilimsel Sosyalizmin kurucularından Friedrich Engels’in Doğanın Diyalektiği adlı yapıtının “Giriş” bölümünden alınmıştır (Sol Yayınları, Çeviren: Arif Gelen, 1. baskı, Kasım 1970, s.31-44). Kendisi de bilimsel devrimin bir halkası olan Engels’in doğa bilimlerindeki büyük atılımın 400 yıllık serüvenini toplumsal gelişmelerle paralelliğini kurarak ele aldığı bu değerli metnin ilgi ile okunacağını düşünüyoruz. Daha önce okumuş olanlar için de bir anımsatma olacak. Metni okurken, Engels’in Doğanın Diyalektiği adlı eseri, 19. yüzyılın son çeyreğinde (1873’ten 1886’ya kadar olan süre içinde) yazdığını, yani o dönemin bilimsel düzeyi ile sınırlı olduğunu dikkate almak gerekir. Başlığı, spotu ve arabaşlıkları biz koyduk.

 

 

Antikitenin parlak doğa felsefesinin sezgilerine ve Arapların genellikle bir sonuca varmadan yok olup gitmiş tek tük fakat son derece önemli buluşlarına rağ­men, doğada, tek başına bilimsel, sistematik ve çok yan­lı bir gelişme sağlayan modern araştırmanın tarihi, bütün yakın tarih gibi, üzerimize o dönemde bir talihsizlik ola­rak çöken ve biz Almanların Reformasyon, Fransızların Rönesans, İtalyanların ise Cinquecento dedikleri o büyük çığırla başlar. Ne var ki, bu adların hiçbiri, o çığırı tam tamına anlatmamaktadır. Bu dönem, 15. yüzyılın ikin­ci yarısında zirveye ulaşmıştır. Krallık, kentlilerin de desteğiyle, feodal soyluluğun iktidarını yıkmış, temelde milliyetçiliğe dayanan büyük monarşileri kurmuştur. Bu monarşiler içinde modern Avrupa ulusları ve modern burjuva toplumu gelişmeye başlamıştır. Henüz kentlilerle soylular birbiriyle savaşırken, Alman Köylü Savaşı, sah­neye sadece isyan halindeki köylüyü -artık bunun yeni tarafı yoktu- değil, fakat onların ardından, ellerinde kı­zıl bayraklar, dudaklarında malların ortak sahipliği iste­ği olan modern proletaryanın ilk örneklerini çıkararak, bir kâhin gibi, gelecekteki sınıf savaşma işaret etmiştir. Bizans’ın düşüşünden kalan el yazmalarında ve Roma’nın örenlerinden (harabelerinden) çıkarılan heykellerde, şaşırmış Batıya yepyeni bir dünya açıldı. Bu, eski Yunan dünyasıydı. Bu dünyanın parlak biçimlerinin önünde Or­taçağın hayaletleri ortadan silinip gitmişti; İtalya’da ha­yal edilemeyecek bir sanat doğdu. Bu sanat klasik anti­kitenin yansıması gibiydi ve sonra hiçbir zaman, bir daha o sanata erişilemedi. İtalya’da, Fransa’da ve Alman­ya’da yepyeni bir edebiyat, ilk modern edebiyat ortaya çıktı; bundan kısa bir süre sonra İngiliz ve İspanyol edebiyatının klasik dönemi sökün etti. Eski orbis terrarum’un sınırları aşıldı, dünya ilk defa olarak gerçekten keşfe­dildi ve daha sonraki dünya ticareti ile elişçiliğinden ima­lât sanayisine dönüşümün temelleri atıldı, imalât sana­yisi de modern büyük ölçüde üretim yapan sanayinin baş­langıcı oldu. Kilisenin insan zihnindeki diktatörlüğü yıkıldı. Bir yandan Cermen soyundan gelenler kilise­nin diktatörlüğünü kaldırıp atarak Protestanlığı kabul ederken, öte yandan Latin soyundan gelenler arasında, Araplardan devralınan ve yeni yeni keşfedilen Yunan felsefesi tarafından beslenen özgür düşünce anlayışı gittikçe daha fazla kök salarak, 18. yüzyıl materyalizminin gelişini hazırladı.

 

Devrimin devleri

Bu, o zamana kadar insanlığın gördüğü en büyük ilerletici devrimdi; o, öyle bir zamandı ki, devlere gereksiniyordu ve bu devleri yarattı – düşünce, hırs ve ka­rakter gücünde, evrensellikte ve öğrenmede devler. Mo­dern burjuva iktidarını kuran insanlar, burjuva sınırla­malarından başka herhangi bir sınırlamayla karşı karşıya değildiler. Tam tersine, zamanın serüvenci niteliği onları az veya çok etkiliyordu. O zaman yaşayan önem­li kişiler arasında, geniş ölçüde seyahat etmemiş, dört ya da beş dilden azını bilen, birçok alanda parlamamış olanını bulmak güçlükle mümkündü. Leonardo da Vinci sadece büyük bir ressam değil, aynı zamanda büyük bir matematikçi, mekanikçi ve mühendisti. Fiziğin değişik dalları önemli buluşlarını ona borçludur. Albrecht Dürer, ressam, oymacı, heykeltıraş ve mimardı. Ayrıca is­tihkâm yapma konusunda birçok fikirleri kendinde toplayan bir sistem bulmuştu. Çok sonraları. Montalembert ve modern Alman istihkâmcılığı tarafından onun fikir­leri yeniden ele alınmıştır. Machiavelli bir devlet adamı, tarihçi, şair ve aynı zamanda modern zamanların dikka­te değer ilk askerî yazarıydı. Luther, sadece kilisedeki Augean seyislerini temizlemekle kalmamış, Alman dilin­deki Augean seyislerini de silip süpürmüştü; modern Al­man nesrini yaratmış, 16. yüzyılın Marseillaise’i haline gelen ve zafere duyulan güvenle dolup taşan ilâhinin sözlerini yazmış, müziğini bestelemişti (1). O zamanın kahra­manları henüz, onlardan sonrakilerde tek yanlılığa yol açan sınırlayıcı etkilerini sık sık gördüğümüz işbölümü­nün tutsağı olmamışlardı. Fakat onların karakteristiği, özellikle, hemen hepsinin yaşadığı süre içinde eylemleri­ni çağdaş hareketler içinde pratik mücadelede sürdür­müş olmalarıdır; cephelerini belli etmişler, kimi konu­şarak ve yazarak, kimi kılıçla, kimi de her ikisiyle bir­likte savaşa girmiştir. Onları tam adam yapan karakter gücü ve tamlığı budur. Parmaklarının ucunu dahi yak­mak istemeyen ihtiyatkâr okumuşlar ve ikinci üçüncü sıradan insanlar, bunun dışındadır.

 

Doğa bilimlerinin büyük atılımı

O sıralarda doğa bilimi de genel bir devrimin içinde gelişmiş ve bilimin kendisi de devrimci bir bilim olmuştur; gerçekten bu bilim, mücadelede kendi yaşama hakkını kazanmak zorundaydı. Modern felsefenin kendi­leriyle birlikte başladığı büyük İtalyanların yanı sıra do­ğa bilimi de Engizisyonun zindanlarında ve kazıklarında şehitlerini vermiştir. Ve doğanın serbestçe incelenmesine karşı çıkmakta Protestanların Katoliklere bakarak kraldan çok kralcı kesilmeleri ilgi çekicidir. Calvin, Servetus’un kan dolaşımını bulma noktasına geldiğini anlayınca onu, iki saat canlı canlı ateşte kızartmış, yaktırmıştır; Engizisyon, en azından, Giordano Bruno’yu hiç değilse yakarak tatmin olmuştur.

Copernicus, ürkek de olsa, doğa meselelerinde, kilise otoritesine, ölüm yatağında iken yayınlanan ölümsüz ese­riyle sert bir şamar indirmiş, doğa biliminin bağımsız­lığını ilân eden bu devrimci hareket ile, Luther’in Papa­lık Buyruğunu yakması sanki tekrarlanmıştır (2). Doğa biliminin teolojiden kurtuluşu bu tarihten başlar, buna rağmen, bazı karşılıklı iddialar günümüze kadar süregel­miştir ve birçok zihinden çıkmış değildir. Ne var ki, o za­mandan beri bilimlerin gelişmesi dev adımlarla olmuştur ve denebilir ki, hareket noktasından itibaren (zaman içindeki) mesafenin karesi oranında güç kazanmıştır. Bundan sonra, organik maddenin en yüce ürünü olan insan bey­ni için, hareket yasasının, değişen şartlar altında değeri­ni yitirmediği, inorganik madde için ise bunun tersi ol­duğu, sanki dünyaya gösterilecekti.

Doğa biliminin bu ilk döneminde temel mesele, o an­da elde bulunan malzemeyi iyice öğrenmekti. Birçok alan­da, işe en baştan başlanması zorunluydu. Antikite Euclid ve Ptolemy’nin güneş sistemini, Araplar ondalık sistemini, ilk cebir bilgilerini, modern sayıları ve simyayı miras bırakmışlardı; Hıristiyan Ortaçağ ise hiçbir şey… Bu durumda en ilkel doğa bilimi olan yer ve gök cisimleri mekaniği, ve onunla birlikte, bu bilimin yardımcısı olan matematik yöntemlerin bulunması ve geliştirilmesi, is­ter istemez ilk sırayı aldı. Bu alanda büyük işler başa­rıldı. Newton’la Linnaeus’un kişilikleriyle karakterize et­tikleri bu dönemin sonunda, bu bilim dallarının belli bir aşamaya getirildiğini görüyoruz. Belli başlı matematik yöntemlerin, özellikle Descartes ile analitik geometrinin, Napier ile logaritmanın, Leibniz ve muhtemelen Newton ile diferansiyel ve entegral hesapların temelleri atıldı. Katı cisimler mekaniği aynı biçimde değerini yitir­medi ve bu mekaniğin temel yasaları bir kere daha ay­dınlatıldı. Nihayet güneş sistemi astronomisinde Kepler, gezegen hareketi yasalarını buldu ve Newton, maddenin hareketi genel yasaları açısından, bunları formüle etti. Doğa biliminin öteki dallan, bu geçici sonuçtan dahi uzak kalmıştı. Ancak dönemin sonlarına doğru, sıvı ve gaz cisimler mekaniği ele alınmıştı (3). Fizik, henüz ilk adım­larının ötesine geçmiş değildi. Optik bunun dışındaydı. Optiğin istisnaî gelişimi, astronominin pratik gereksin­melerinden ileri gelmekteydi. Kimya, filojistik kuram sayesinde (4), ilk defa olarak simyadan kurtulmaktaydı. Jeo­loji, henüz mineralojinin ilkel (embriyonik) aşamasının ötesine geçememişti; bu durumda henüz paleontoloji di­ye bir şey var olamazdı. Nihayet biyoloji alanında, esas­lı zihin çalışması henüz, sadece botanik ve zoolojik de­ğil, fakat aynı zamanda anatomik ve fizyolojik geniş bil­gileri toplama ve ilk eleme noktasındaydı. Henüz değişik hayat biçimlerine, bunların coğrafyaya, iklime vb. bağlı dağılışlarının ve varlık şartlarının incelenmesine ilişkin görüşlere rastlamak düşünülemezdi. Bu alanda sadece botanik ve zooloji aşağı yukarı bir tamlığa ulaşmıştı ve bunu Linnaeus’a borçluydu.

 

Taşlaşmış doğa görüşü

Fakat bu dönemi özellikle karakterize eden şey, ken­dine özgü bir genel görüşü geliştirmesidir. Bu genel gö­rüşün temel noktası doğanın mutlak değişmezliği anla­yışı idi. Doğa, varlığa hangi şekilde kavuşmuş olursa olsun, bir kere var olduktan sonra, varlığı devam ettikçe olduğu gibi kalmıştır. Başlangıçta esrarlı bir “ilk güç”le harekete geçirilen gezegenler ve onların uyduları, her şey sona erinceye kadar, önceden kararlaştırılmış elips­leri üzerinde ebediyen dönmeye devam ederler. Yıldız­lar, “evrensel bir çekim”in etkisi sebebiyle, biri ötekini tutarak, bulundukları yerde sabit ve hareketsiz olarak ebediyen kalırlar. Dünya ezelden beri, ya da yaratılışının ilk gününden bu yana (duruma göre) değişmeksizin aynı kalmıştır. İnsan eliyle yapılan değişiklik ve nakiller dı­şında, bugünün “beş kıta”sı eskiden beri mevcuttu, bu kıtalar aynı dağlara, aynı vadilere, aynı ırmaklara, aynı iklime, aynı bitki ve canlılara, eskiden beri her zaman sa­hip olmuştu. Bitki ve hayvan türleri var oluşlarında her zaman için yaratılmışlardı; tür, sürekli olarak kendi ben­zerini üretmişti ve yeni türlerin şurada ya da burada, birbirine aşılanma sonucunda ortaya çıkabileceklerini ka­bul etmekle Linnaeus çok ileri gitmişti. İnsanlık tarihinin zaman içinde gelişmesine karşılık doğa tarihi için ancak mekân içinde bir açılma tespit edilmişti. Doğadaki bütün değişiklikler, bütün gelişmeler reddediliyordu. Başlangıç­ta devrimci olan doğa bilimi, birdenbire kendini, bütün bütün tutucu hale gelmiş bir doğa karşısında buluverdi. O doğada bugün dahi her şey, başlangıçta nasıl idiyse yine öyle idi ve her şey, dünyanın sonuna ya da ebediye­te kadar, başlangıçta nasıl idiyse öyle kalacaktı.

  1. yüzyılın ilk yarısında doğa bilimi, bilgide ve hatta eldeki malzemenin incelenmesinde Yunan antikitesinden daha üstün bir düzeydeydi, ancak bu malzemenin düşünsel kavranması yani genel doğa görüşü bakımından Yunan antikitesinin altında bulunuyordu. Yunan filozof­ları için dünya aslında kaostan çıkmış, gelişmiş ve ha­yata ulaşmış bir şeydi. Ele aldığımız dönemin doğa bil­ginleri için ise dünya kemikleşmiş, değişmez bir şeydi ve bunların çoğuna göre de bir hamlede yaratılmıştı. Bilim henüz teolojinin ağı içindeydi. Her yerde nihaî sebebi, bizzat doğanın kendisi tarafından açıklanamayacak bir dış güçte arıyor, bir dış güçte buluyordu. Eğer Newton’un büyük bir azametle “evrensel çekim” adını verdiği yerçekimi, maddenin temel özelliği olarak an­laşılırsa, o takdirde, gezegenlerin yörüngesini yaratan izah edilmemiş teğetvari güç nereden geliyordu? Sayısız hayvan ve bitki türleri nasıl çıkmıştı? Ve bütün bunların hepsinin üstünde, ezelden beri mevcut olmadığı kesin olduğuna göre, insan nasıl ortaya çıkmıştı? Bütün bu tür sorulara sadece doğa bilimi, her şeyden sorumlu bir yaratıcı yaparak cevap veriyordu. Dönemin başında Copernicus teolojiyi reddetmişti; Newton, bu dönemi, ilâhî bir ilk güç önermesiyle kapattı. Bu doğa biliminin ulaştı­ğı en yüksek genel fikir, doğanın belli bir amaca göre dü­zenlendiği fikriydi. Wolff’un bu yüzeyde kalan teleoloji­sine göre kediler fare yemek için, fareler kediler tarafın­dan yenmek için ve bütün doğa, yaratıcının aklına tanık­lık etmek için yaratılmıştı. O zamanın felsefesinin yaptığı en itibarlı iş, kendisinin, çağdaş sınırlı doğa bilgisi tara­fından yanlış yola saptırılmasına müsaade etmemesi ve -Spinoza’dan büyük Fransız materyalistlerine kadar- dünyayı, dünyanın kendisiyle açıklamakta direnmesi ve ayrıntılı yargılara varmayı geleceğin doğa bilimine bırak­masıdır.
  2. yüzyılın materyalistlerini de ben bu dönem için­de düşünüyorum. Zira onların elinde, yukarda belirtilenlerin dışında, kullanabilecekleri doğaya ilişkin bilimsel malzeme bulunmuyordu. Kant’ın çığır açan çalışması, on­lar için bir sır olarak kaldı ve Laplace onlardan çok son­ra geldi (5). Unutmamalıyız ki, bilimin gelişmesiyle ya­vaş yavaş elenmiş olan, bu modası geçmiş doğa görüşü, 19. yüzyılın ilk yarısında tamamen egemen olmuştur (6) ve esasında, bugün dahi bütün okullarda öğretilir (7).

 

Kant ilk gediği açıyor

Bu taşlaşmış doğa görüşünde ilk gedik bir bilim ada­mı tarafından değil, bir filozof tarafından açılmıştır. 1755’de Kant’ın Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Himmels adlı yapıtı yayınlanmıştı. İlk güç sorunu orta­dan kaldırılmıştı; dünya ve tüm güneş sistemi zaman içinde hayata kavuşan bir şey olarak ortaya çıkıyordu. Eğer doğa bilginlerinin büyük çoğunluğu, Newton’un ifa­de ettiği, “Fizik, metafizikten sakın!” (8) uyarısı üzerinde düşünmekten bir parça daha az iğrenselerdi, Kant’ın bu tek parlak buluşundan sonuçlar çıkarmaya yönelebilirler­di ve böylece sonsuz sapmalardan ve yanlış yolda harcan­mış büyük bir zaman ve emek kaybından kendilerini ko­rurlardı. Zira Kant’ın buluşu, daha sonraki bütün geliş­melerin hareket noktasını kapsamına almaktaydı. Eğer dünya hayata kavuşmuş bir şey ise, o takdirde dünyanın şimdiki jeoloji, coğrafya ve iklim durumu, aynı şekilde bitkileri ve hayvanları da hayata kavuşmuş bir şey olmak zorundaydı; onun sadece mekân içinde bir arada oluşu­nun değil, aynı zamanda zaman içinde sürüp gidişinin de bir tarihi bulunmak zorundaydı. Eğer bir defa bu yön­de daha ileri incelemelere kararlı olarak başlansaydı, şimdi doğa bilimi, olduğundan, dikkate değer ölçüde ile­ri giderdi. Fakat felsefeden ne yarar gelebilirdi ki? Kant’ın eseri ilk anda herhangi bir sonuç vermedi, yıllar sonra Laplace ve Herschel bu eserin kapsamını açıkladılar ve bu kapsama daha derin bir temel kazandırdılar, böylece “nebülöz varsayımını” (yıldız ve gezegenlerin bulut biçi­minde bir madde yığınından oluştuğu varsayımını ç.) yavaş yavaş şerefli bir duruma getirdiler. Daha sonraki buluşlar bu varsayımı zafere götürdü. Bu buluşların en önemlileri şunlardı: sabit yıldızların kendine özgü hareketlerinin keşfi; evrensel mekânda bir direnç ortamı bu­lunduğunun ortaya konuşu; evren maddesinin kimyasal özdeşliğini ve Kant’ın önerdiği üzere, kor haline gelmiş nebülözün mevcudiyetini ortaya koyan spektral analizi yoluyla desteklenmiş kanıt (9)

 

Adım adım ‘değişim’ düşüncesine…

Bir başka yerden destek alan, doğanın salt var ol­madığı, fakat hayata kavuştuğu ve sonra öldüğü yollu kavram ortaya çıkmasaydı, doğa bilginlerinin büyük bir kısmının, değişen bir dünyanın değişmeyen organizma­lar yaratmasındaki çelişkinin bilincine, kısa bir süre içinde varıp varamayacaklarından şüphe etmek gerekirdi. Jeoloji ortaya çıkmış ve sadece biri ötekinden sonra biçimlenmiş ve biri ötekinin üstüne gelmiş dünya katları­nı göstermekle kalmamış, aynı zamanda bu dünya katları arasında artık soyu tükenmiş hayvanların iskeletle­ri ve kabukları ve artık var olmayan bitkilerin gövdele­ri, yaprakları ve meyveleri bulunduğunu da ortaya koy­muştur. Bir bütün olarak sadece dünyanın değil, aynı zamanda onun şimdiki yüzeyinin ve bu yüzeyde yaşayan bitki ve hayvanların da zaman içinde bir tarihi oldu­ğunu kabul etme kararına varılmıştır. Bu teslimiyet, ön­ce, hayli gönülsüz olmuştur. Cuvier’in, dünyanın değişi­mi (revolutions of the earth) kuramı, sözde devrimci, fa­kat özde tutucu idi. Cuvier, mucizeyi doğanın hâkim mekanizması haline getirerek, bir tek ilâhî yaratmanın yerine, birbiri ardınca gelen bir dizi yaratma hareketini koy­muştur. Lyell, ilk defa jeolojide, yaratıcının mizacına bağlı ani değişiklik yerine, dünyanın yavaş yavaş oluşu­munun derece derece artan etkileri anlayışını getirmiş­tir (10).

Lyell’in kuramı, kendisinden önce gelenlerden her­hangi birinin kuramına göre, değişmez organik türler varsayımı ile daha çok uyuşmazlık gösteriyordu. Dün­yanın yüzeyinin ve bütün hayat şartlarının derece dere­ce biçimlenişi, organizmaların biçimlenişinin ve değişen çevreye uymalarının derece derece olduğu [fikrine ç.], türlerin değişebilirliği [fikrine -ç.] götürdü. Fakat gele­nek, sadece Katolik kilisesinde değil, aynı zamanda doğa biliminde de bir güçtür. Yıllar yılı Lyell çelişkiyi görmedi, onun öğrencileri de henüz yeterli ölçüde göremiyorlar. Bu, sadece, bir süreden beri doğa bilimine egemen olan ve her kişiyi, az çok kendi alanına bağlayan işbölümü ile açıklanabilir. O zaman, kapsamlı bir görüşten yoksun olanların sayısı pek azdı.

Bu arada fizik, güçlü bir gelişime ulaşmıştı. Doğa biliminin bu dalında yeni bir çığırın başlangıcı olan 1842 yılında, fiziğin vardığı sonuçlar, üç ayrı kişi tarafından, hemen hemen kendiliğinden toparlanıp özetlenmişti. Heilbronn’da Mayer ve Manchester’de ise Joule, ısının mekanik güce ve mekanik gücün ısıya dönüşümünü or­taya koydular. Isının mekanik eşdeğerliliğinin tespiti, bu sonucu kesinleştirdi. Meslekten doğa bilgini değil bir avu­kat olan İngiliz Grove (11) da fiziğin o zamana kadar ulaş­tığı sonuçlar üzerinde kendi başına ve ötekilerden ayrı çalışarak, fizik güçler denen şeylerin, mekanik gücün, ısının, ışığın, elektriğin ve mıknatısıyetin, hatta gerçekte kimyasal güç denen şeyin, belli şartlar altında, herhangi bir güç kaybına uğramaksızın birbirine dönüştüğünü ka­nıtladı. Böylece, Descartes’ın şimdi dünyada mevcut ha­reket niceliğinin değişmez olduğu yolundaki ilkesini de fiziksel olarak kanıtladı. Bununla, özel fizik güçler, fizi­ğin güya değişmez “türleri”, maddenin, belli yasalara göre, birbirine geçen değişik, farklı hareket biçimlerine ay­rıldı. Şu ya da bu bir dizi fizik gücün varlığının tesadüfi olduğu [görüşü ç.], bu güçlerin iç bağlantısı ve dönüşü­münün kanıtlanmasıyla bilimden çıkarılıp atıldı. Kendi­sinden önce astronomide olduğu gibi, fizik, nihaî karar olarak, hareket halindeki maddenin ebedî devrine zorun­lu biçimde ulaşan bir sonuca vardı.

Lavoisier’den ve özellikle Dalton’dan bu yana kimya­nın fevkalâde bir hızla gelişimi, doğa hakkındaki eski fikirlerin üzerine, bir başka yönden hücum etti. O zama­na kadar sadece yaşayan organizma içinde üretilen inor­ganik karışımın yapılması, kimya yasalarının, organik varlıklar için olduğu kadar inorganik varlıklar için de ge­çerli olduğunu kanıtladı ve inorganik ve organik doğa ara­sındaki uçuruma, Kant’ın dahi aşılamaz gördüğü uçuru­ma, geniş ölçüde bir köprü kuruldu.

Nihayet, biyolojik araştırma alanında da son yüzyı­lın [yani 18. yüzyılın] ortalarından itibaren düzenlenen bilimsel geziler, Avrupa’nın dünyanın dört bir köşesindeki sömürgelerinin, orada yaşayan uzmanlar tarafından da­ha derin keşfedilmesi ve bütün bunların üstünde genel­likle paleontoloji, anatomi ve fizyolojideki gelişmeler ve özellikle mikroskobun kullanılması ve hücrenin keşfi, kar­şılaştırma yönteminin uygulanmasını mümkün ve aynı za­manda vazgeçilmez hale sokan bir yığın malzemenin toplanmasını sağladı (12). Bir yandan, değişik bitki ve hayvan­ların hayat şartlan karşılaştırmalı fizikî coğrafya yoluyla ortaya kondu, öte yandan birbirine benzer organlara göre, değişik organizmalar birbiriyle karşılaştırıldı ve bu, organizmaların sadece olgunluk şartlarında değil, fakat gelişmelerinin bütün aşamalarında yapıldı. Bu araştır­ma daha derin ve daha kesin bir hal aldıkça, organik ya­pıya sıkı sıkıya yapışmış katı değişmezlik sistemi de gi­derek yıkıldı. Sadece farklı bitki ve hayvan türleri gittik­çe ayrılmaz şekilde, birbirine karışmış hale gelmekle kalmadılar, o zamana kadarki bütün sınıflamaları anlamsız hale getiren Amphioxus ve Lepidosiren (13) gibi hayvanlar da bulundu (14) ve nihayet, bitki ya da hayvan âleminden hangisine ait olduğu belirlenemeyen organizmalara rast­landı. Paleontolojideki boşluklar, bir bütün olarak organik dünyanın gelişim tarihi ile bireysel organizmin gelişim tarihi arasında çarpıcı paralelliğin doğruluğunu, botanik ve zoolojinin içinde gittikçe kaybolacakmış gibi göründü­ğü labirentin çıkış yolunu gösteren Ariadne’nin ipliğinin (15) hakkını vermeye en gönülsüzleri dahi zorlayarak dolduruldu. Kant’ın, güneş sisteminin ebedî ve ezelî olu­şu [fikrine ç.] saldırıya geçişi ile, hemen hemen aynı yıl­larda, 1759’da, C. F. Wolff’un da türlerin sabitliği [fikrine ç.] karşı bir saldırıyı başlatmış ve soy kuramını ortaya koymuş (16) olması dikkat çekicidir. Fakat, onun davasında parlak bir umut olan şey, Oken’in, Lamarck’ın ve Baer’in elinde kesin şeklini almış ve tam 100 yıl sonra 1859’da Darwin tarafından zafere ulaştırılmıştır (17). Hemen he­men aynı zamanda, bütün organizmaların nihaî morfolo­jik parçası oldukları esasen ortaya konmuş olan protoplazma ile hücrenin, organik hayatın en basit biçimi olduk­ları kanıtlanarak kendi başlarına, canlı haldeki varlık­ları gösterilmiştir. Bu, organik ve inorganik doğa arasın­daki uçurumu asgariye indirmekle kalmamış, aynı za­manda, daha önce, organizmaların soy kuramının karşı­sına çıkan güçlüklerden en esaslısını ortadan kaldırmış­tır. Yeni doğa görüşü, belli başlı özelliklerinde tamdı: bütün katılıklar giderilmişti, bütün sabitlik ortadan kal­dırılmıştı, ebedî olarak görülen bütün özellikler geçici hale gelmişti, doğanın tümünün, ebedî akım ve döngüsel bir gidiş içinde hareketli bir şey olduğu gösterilmişti.

Böylece, Yunan felsefesinin büyük kurucularının görüş tarzına, kum zerreciklerinden güneşlere, Protista’dan (18) insana kadar, doğanın tümünün, ezelî ve ebedî ha­yata geliş ve gidişte, kesintisiz bir akımda, bitmek bil­mez bir hareket ve değişim içinde varlığa sahip olduğu görüşüne, bir kere daha dönmüş oluyoruz. Sadece esas­lı bir fark var: Yunanlılarda parlak bir sezgi olan şey şimdi bizim meselemizde, deneyle pekiştirilmiş kesin bir bilimsel araştırmanın sonucudur ve daha kesin, daha açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu döngüsel gidişin deney­sel (ampirik) kanıtının boşlukları olduğu doğrudur, fa­kat, kesinlikle ortaya konan şeylere bakışla bu boşluklar önemsizdir ve her geçen yıl [bu boşluklar ç.] doldurulmaktadır. Ve bilimin en önemli dallarının -gezegenler ötesi astronominin, kimyanın, jeolojinin- yalnızca bir yüzyıllık bilimsel bir varlığa sahip olduğu, fizyolojideki karşılaştırmalı yöntemin sadece elli yıllık bir geçmişi bu­lunduğu ve hemen hemen tüm organik gelişmenin temel biçimi hücrenin keşfinden bu yana kırk yıl dahi geçme­diği düşünülürse, ayrıntılardaki kanıtta boşluklar olma­sını olağan karşılamak gerekmez mi?

 

DİPNOTLAR

1) Engels, Luther’in “Ein feste Burg ist unser Gott” (“Tanrı bizim sağlam kalemizdir”) adlı korosuna değiniyor. Zur Geschichte deri Religion und Philosophie in Deutschland (Almanya’da Dinin ve Felsefenin Tarihi Üzerine) adlı eserinin ikinci kitabında Heine bu koroyu “Reformasyonun Marseillaise’i” diye adlandırıyor.

2) Copernicus, güneş merkezli dünya sistemini ortaya koyduğu ve henüz basılmış olan De revolutionibus orbium coelestium (Göksel Kürelerin Devinimi) adlı kitabının bir kopyasını aldığı gün, 24 Mayıs (eski usulde) 1543’te ölmüştü.

3) Elyazmasının kenarına Engels kurşun kalemle şu notu koymuştur: “Alp nehirlerinin kontrolüne ilişkin olarak Torricelli.”

4) 18. yüzyıl kimyacıları ateşlenmeyi, ateşlenebilir cisimlerde filojiston maddesinin bulunmasına yüklüyorlardı. Bu maddeyi taşıyan cisimlerin onu yanma sırasında bıraktığını sanıyorlardı. Ama bilindiği gibi, filojistik kuramın savunucuları fiziksel bakımdan saçma bir ağırlığı bulunan filojistona dalmışlardı. Ateşlenme sürecini yanan bir maddenin oksijenle birlikte gösterdiği tepki diye doğru olarak açıklamış bulunan Fransız kimyacısı Lavoisier tarafından bu kuramın mümkün olmadığı ispatlanmıştır. Filojistik kuramın zamanında oynadığı yararlı rol, “Anti-Dühring’e Eski Önsöz”ün sonunda Engels tarafından belirtilmiştir. Kendisi bu kuramı, Kapital’in ikinci cildine yazdığı önsözde geniş olarak ele alır.

5) Kant’ın güneş sisteminin bir nebülözden meydana geldiğini ileri süren varsayımı şu eserde ortaya konur: I. Kant, Evrensel Doğa Tarihi ve Gökyüzü Kuramı ya da Newton İlkelerine Göre Evrenin Yapısının ve Mekanik Kökeninin Geçici Bir Tanımlaması, Königsberg ve Leipzig, 1755. Kitap anonim bir yayındı.

Laplace tarafından geliştirilen güneş sisteminin meydana gelişi varsayımı önce onun Dünya Sisteminin Konuşu eserinin son bölümünde anlatılıyordu. Kitabın 6. basımında (1835) bu sonuncu kısım Laplace’ın yaşadığı sırada basım için hazırlanmıştı ve varsayım 7. basım biçiminde ve esere bir not olarak ortaya konur.

1864’de İngiliz astronomu William Huggins, uzayda Kant ve Laplace’ın nebülöz varsayımında belirtilen ilk nebülöze benzer ısıtılmış gaz halindeki maddelerin varlığını tahlil yolu ile ispatladı.  Huggins, 1859’da G. Kirchhoff ve R. Bunsen’in geliştirdiği bir spektral analiz metodundan yararlandı.

6) Elyazmasının kenarında kurşun kalemle yazılmış şöyle bir not var: “Doğa üzerindeki eski görüşün katılığı, bütün doğa bilimlerinin tek bir bütün ola­rak anlaşılmasına yol açan bir inancın temellerini yaratmıştır. Hâlâ salt me­kanik Fransız ansiklopedistler; daha sonra, Hegel tarafından tamamlanan, St. Simon ve Alman doğa felsefesi.”

7) Bilimsel başarıları, bu görüşü ortadan kaldırmak gerekirken, o bilim­sel başarılarıyla hayli önemli bir malzeme sağlamış olan bir insanın hatta 1861’de bu görüşe nasıl inatla sarılabileceği, şu klasik sözlerde görülebilir: “Güneş sistemimizin düzenlenişi, anlayabildiğimiz kadarıyla, mevcut olan şeyi ve değişmez sürekliliği koruma amacına yönelmiştir. En eski zamanlardan be­ri yeryüzündeki hiçbir hayvanın ve hiçbir bitkinin daha mükemmel ya da her­hangi bir biçimde farklı olmaması gibi, bütün organizmalarda birbirini izleyen değil, birbirinin yanı sıra yer alan aşamalar bulmamız gibi, kendi soyumuzun vücutça her zaman aynı kalması gibi – bir arada var olan göksel cisimlerde­ki en büyük farklılıklar bile bize, bu biçimlerin yalnızca gelişmenin farklı aşamaları olduğunu düşünmemiz hakkını vermez; bu daha çok yaratılan her şeyin kendi içinde aynı derecede mükemmel olmasıdır.” (Madler, Populare Astronomie, Berlin, 1861, 5. baskı, s. 316.) [Engels’in notu]

8) Engels, Newton’un Mathematical Principles of Natural Philosophy adlı temel eserinin ikinci baskısının sonunda belirttiği düşünceyi göz önüne alıyor. “Bundan dolayı” diye yazıyordu Newton, “gökyüzünün ve denizin olaylarını yerçekimi gücü ile açıklamakla birlikte, bu gücün sebebini henüz saptamadık…” Newton yerçekiminin bazı özelliklerini saydıktan sonra şöyle devam ediyor: “Ama bundan dolayı da yerçekiminin bu özelliklerinin sebebini olaylardan ortaya çıkaramadım ve bir varsayım veremedim; çünkü olaydan çıkarılamayan şeylere varsayım deniyor. İster metafiziksel ya da fiziksel, ister niteliklerle ilgili ya da mekaniksel olsun, varsayımların deneysel felsefede yeri yoktur. Bu felsefede özel önermeler olaylardan çıkarılır ve daha sonra da tümevarımla genel olarak belirtilirler.”

Hegel, Newton’un bu sözlerine dayanarak Felsefi Bilimler Ansiklopedisi eserinde şöyle diyordu: “Newton… metafizikten sakınması için fiziğe uyarıda bulundu,”

9) Elyazmasının kenarına kurşun kalemle şu not konmuştur: “Yine Kant’tan, met ve cezir’in (gel git’in) dönüşü geciktirdiği esası da şimdi anlaşılmış­tır.”

10) Lyell’in görüşünün eksikliği -hiç değilse ilk biçiminde- dünyada hare­ket halinde olan güçleri, hem nitelik, hem nicelik yönünden değişmez olarak düşünmesindedir. Onun yönünden dünya sakin değildir; dünya belli bir yön­de gelişmez, belli bir sonuca götürmeyen tesadüfi bir yolda değişir. [Engels’in notu.]

11) Grove’un The Correlation of Physical Forces adlı eseri ilk önce 1846’da basıldı. Eser, Grove’un Londra Enstitüsü’nde Ocak 1842’de verdiği ve kısa bir süre sonra yayınlanan bir konferansına dayanıyordu. Engels, bunun, 1855’te Londra’da yayınlanan üçüncü baskısından yararlandı.

12) Elyazmasının kinarına kurşun kalemle “Embriyoloji” eklenmiştir.

13) Amphioxus (Neşter Balığı): Küçük (5 cm kadar uzunluğunda) balığa benzer bir hayvan, çeşitli denizlerde ve okyanuslarda (Hint Okyanusu, Pasifik Okyanusu’nun Malaya adalar grubu ve Japonya kıyılarında, Akdeniz’de, Karadeniz’de v.) görülür; omurgasızlarla omurgalılar arasındaki geçiş biçimini temsil eder.

Lepidosiren: Güney Amerika’da yaşayan, akciğerli balıklardan ya da çift yanlı soluk alanlardan, yani hem ciğerleri ve hem de solungaçları bulunan balıklardandır; hayatının büyük kısmını su dışında geçirir.

14) Elyazmasının kenarına kurşun kalemle “Ceratodus, keza Archaeop feryx, vb.”[18] eklenmiştir.

15) Ariadne’nin ipliği: Yunan mitolojisine göre, Minos’un kızı Ariadne. Theseus’u labirentten kurtarmak için, ona bir ip yumağı vermiş ve Theseus’ la birlikte kaçmıştır, ancak Theseus Ariadne’yi terk etmiştir.

16)  1759’da C. F. Wolff, epigenez kuramını desteklemek için bilimsel kanıt sağlayan ve preformasyon öğretisini çürüten “Kuşak Kuramı” tezini yayınladı. Preformasyon, yetişkin organizmanın çekirdek hücresinde örcedoen biçimlenmesi demektir. 17. ve 18. yüzyılın biyologları arasında yaygın olan metafiziksel preformizm görüşüne göre, yetişkin organizmanın her kısmı, çekirdek hücreye indirgenmiş biçimde önceden vardır ve bundan dolayı gelişme, önceden var olan organların niceliksel büyümesidir; kelimenin tam anlamında, yeni biçimleşme ya da epigenez asla olmaz.  Epigenez kuramı Wolff’tan Darwin’e kadar birçok önde gelen biyologlar tarafından geliştirilmiş ve desteklenmiştir.

17) On The Origin of Species, 24 Kasım 1859’da yayınlandı.

18) Protista, Haeckel’in sınıflandırmasına göre, tek hücreli ve hücresizlerden meydana gelen ilkel organizmaların yaygın bir grubudur ve bitkilere ve hayvanlara ek olarak organik hayatın üçüncü dalını meydana getirir. Protista terimi Haeckel tarafından icat edildi ama bilimde yerleşmedi. Bugün Haeckel’in protista olarak gördüğü organizmalar ya bitkiler ya da hayvanlar olarak sınıflandırılır.

 

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz