Ana Sayfa Dergi Sayıları 85. Sayı Her an seni de alabiliriz, suç gerekmez!

Her an seni de alabiliriz, suç gerekmez!

Parantez

361

Bu ve benzeri iddianameler tutarlılık ve gerçeği ortaya çıkarmak adına yazılmıyor. Asıl hedef tutuklananlar değil; onlar üzerinden geride kalanlara, bütün topluma bir mesaj verilmek isteniyor: “Her an seni de alabiliriz. Bir suç işlemiş olman gerekmez. Bu nedenle sesini kıs, dümen suyumuza gir.” Ve bu mesaj, iddianameler ne kadar mesnetsiz, ne kadar saçma, ne kadar komik olursa, o kadar güçlü bir biçimde verilmiş olacaktır. Ne kadar saçmalık, o kadar korku! Örgütsüz kitleleri sindirmek için kullanılan bir psikolojik savaş yöntemi bu.

Dergimizin idare müdürü ve editörü Baha Okar’ın da dahil edildiği düzmece Devrimci Karargâh davasının iddianamesini ve eklerini okuyup anlamaya çalışırken iki önemli gelişme daha yaşandı: Birincisi, emekli veya muvazzaf 163 üst düzey subayın Balyoz Davası adı altında tutuklanması; ikincisi ise, hükümete muhalif çizgisiyle bilinen Odatv adlı internet sitesinin yöneticilerinin tutuklanması. Böylece yazımızın çerçevesi aynı kalmakla birlikte içeriği zenginleşti!

 

ÇYDD kurultayının fotoğraflarını bulundurmak suçmuş!

Baha’nın davasının iddianamesi ve ekleri incelendiğinde, insanın kapıldığı ilk duygu şöyle: “Eğer bu metinlerde sunulanlar suç delilleriyse, ben de her gün ve her saat suç işliyorum. Beni de her an tutuklayabilirler ve hakkımda yüzlerce sayfalık bir iddianame yazabilirler!” Bu, herkes için geçerli. Örnekler verelim ve daha iyi anlaşılsın:

Bakın, Baha’nın evine yapılan polis baskınında el konulan yüzlerce CD ve DVD’nin içinden delil olarak iddianameye girenler şunlar:

– Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Denizli ili Pamukkale Üniversitesi içerisinde gerçekleştirilen kurultayına ait resimlerin bulunduğu DVD.

– Atatürkçü Düşünce Derneği Beykoz teşkilatının yapmış olduğu toplantıya ait videoların bulunduğu DVD.

– Komünizm, Marksizm, Leninizm ve Maoizm ideolojilerinde yazılmış kitapların bulunduğu CD.

– Gazi Mahallesi’nde düzenlenen bir cenaze töreni sırasında çekilen fotoğrafların yer aldığı CD.

Eğer bunlar suç ise, ÇYDD’nin ve ADD’nin herhangi bir kurultayına, toplantısına, eylemine katılan, bu derneklere üye olan, tabii bu derneklerin faaliyetlerine binasını açan; evindeki kütüphanesinde herhangi bir Marksist içerikli kitap bulunduran veya bu içerikte kitapları internetten e-kitap olarak indiren; solcu bir kişinin cenaze törenine katılan ve bu tür faaliyetlerin fotoğraflarını, metinlerini bulunduran herkes de suçludur!

Bir düşünün bakalım, siz bu “suç”lardan ne kadarını işlediniz!? Kendi hesabıma konuşayım, çok değil son bir ay içinde Baha’ya atfedilen bu türden “suç”ların belki de on katını işlemişimdir! Kaldı ki gerek evimdeki gerekse işyerimdeki kütüphanelerde binlerce Marksist içerikli kitap bulunuyor. Ne olacak şimdi?

 

Örgütsel içerikli telefon konuşmaları (!)

İddianame’de Baha’ya yönelik bir suçlama da şöyle: “Şüpheliye ait telefon takiplerinin yapılan incelemelerinde; şüphelinin örgütsel içerikli bir kısım görüşmelerinin tespit olunduğu, görüşmelerde örgütsel faaliyetler ile ilgili konuşmaların yer aldığı…” Bu satırları okuyunca merak ettik, bizim Baha kimlerle örgütsel içerikli konuşmalar yapmış diye. Bu sorunun yanıtı da iddianamenin ekleriyle geldi. İşte İddianame’ye girmiş telefon konuşmalarının dökümü:

– Baha ile Ali’nin telefon konuşması. Ali, bir dönem Bilim ve Gelecek’te çalışmış, sonra üniversitesine dönmüş ve hâlâ okuyan bir öğrenci arkadaşımız. Pek hoşlanmadıkları biri hakkında konuştukları anlaşılıyor, “arıza bir herifmiş” diye söz ediyorlar. Sorgucu hemen atlıyor: “‘Arıza bir herif’ olarak kimden bahsediyorsunuz? Bu şahısla telefonda konuşmak istememenizin sebebi nedir? Yapılacak görüşmenin konusu hakkında ifadenizi veriniz.”

– Baha ile benim telefon konuşmam. “ Ne haber”, “İyidir, yedik, rakı içtik”, “Oh, keyifler iyi yani”, “şimdi iskelede bir çay bahçesinde dondurma yiyip, çay içiyoruz” türünden “örgütsel içerikli” muhabbetten sonra (Baha’nın Ütopyalar Toplantısı’nın hazırlığı dolayısıyla Karaburun’da olduğu anlaşılıyor), benim geçmişteki bir yayın faaliyeti dolayısıyla süren eski bir davamdan söz açıyoruz. Ceza almışız, temyize götürmüşüz, falan filan. Sorgucu “işte yakalandınız” edasıyla soruyor: “Görüştüğünüz Ender isimli şahıs kimdir? Bu şahısla olan irtibatınız nedir? Sözü geçen davanın konusu nedir?”

– Baha ile ismi tespit edilememiş bir kişi arasındaki konuşma. Karşıdaki kişi, Baha’ya bir dergi hazırlığıyla ilgili ebat, kağıt türü gibi teknik detayları soruyor; Baha da yanıt veriyor. Baha’nın işi gereği yapabileceği bu tür yüzlerce konuşmanın içinden neden bunun seçildiğinin sırrı da telefon konuşmasının başında: “Alo”, “Kardeşim, kurtulamadın şu burjuva alışkanlıklarından ya”, “Niye abi ya?”, “Niye öyle emperyalist Fransızların diliyle alo diyorsun telefonu açarken. DEVRİM SENİ SELAMLIYOR diyeceksin, ha ha ha.” “Ha ha ha, hayırdır gaza gelmişsin, ne oldu ya?” Savcı büyük harflerle yazdığı “ipucu”nu yakalamış soruyor: “Görüştüğünüz şahıs kimdir? Hazırlıkları sürdürülen derginin ismi nedir? Çıkarılacak bu dergide sizin konumunuz nedir?”

– Baha ile Versus Yayınları’nın sahibi Özgür arasındaki konuşma. Konu, Karaburun Bilim Kongresi’nde açılacak stant. Versus’un “Marx’ı Anlamak” ve “Toplumsal Hareketler Tarihi” adlı kitaplarından söz ediliyor. Versus’ta çalışan “Apo” adlı kişinin yardım edeceği söyleniyor. Baha, “Biz malzemeleri gönderdik” diyor. Ayrıca Baha’nın askerlik tecil sorunu olduğundan Karaburun yolunda jandarmaya kontrolüne rastlanabileceği üzerine konuşuluyor. Telefon konuşmasında “Marx”, “Apo”, “malzeme” ve “jandarma” sözcükleri geçiyor ya; “tamam işte yakalandınız” diye düşünmüş savcı ve sormuş: “Sözü geçen Apo kimdir?, Kitapların götürülme amacı nedir? Karaburun, İzmir’e neden gidip geliyorsunuz? Jandarmadan sakınmanızın gerekçesi nedir?”

– Baha ile hem dostu hem de ev sahibi olan Arif Şen arasındaki konuşma. Arif’in dostlar arasındaki lakabı “kaptan”mış. Savcı hemen yakalamış: Kaptan kod adlı şahıs ile örgütsel içerikli konuşma!

– Baha ile eski bir sendikacı Ercan Atmaca arasındaki konuşma (Baha onunla bir söyleşi yapmıştı). Ercan Atmaca 1990 baharındaki işçi eylemlerinin liderlerinden biri. Bahar Eylemlerinin 20. yıldönümü dolayısıyla Makine Mühendisleri Odası’nda kendisiyle bir söyleşi yapılacağından İstanbul’a gelmiş, Baha’yı da arıyor. Savcı hemen işkillenmiş: “Erol Atmaca kimdir? Söyleşinin konusu nedir? Bahar eylemlerinin 20. senesi diyerek kastettiğiniz nedir?”

– Baha ile yazarımız Ahmet Doğan arasındaki konuşma. Konu Bilim ve Gelecek’in yeni sayısı ve Ahmet Doğan’ın yayınevimizden çıkan kitapları.

– Baha ile Avukat Umut Akkoç arasında, bilgisayarla ilgili teknik bir konu hakkında konuşma.

– Baha ile bir dönem Bilim ve Gelecek’in Ankara Temsilciliğini yapan Deniz Çerşil arasındaki konuşma. Ankara’da stantlarda dergi satışının örgütlenmesi, bu konuda yardım edecekler, derginin Ankara’daki dağıtımı gibi konular ele alınıyor. Baha, “bu kadar kişisiniz örgütleyemediniz bu işi” diye çıkışıyor. Savcı hemen sormuş: “Görüşmede adı geçen Emir Ali (derginin Ankara’daki dağıtımını yapan Dipnot Pazarlama şirketinin sahibi), Çağlar (Dergimizin bir dönem ODTÜ temsilcisi) adlı şahıslar kimdir? Bu dergileri kime, hangi amaçla gönderiyorsunuz? Dergi satışından elde edilen gelir nereye aktarılmaktadır? Örgütlenmesini istediğiniz şahıslar kimlerdir? Bu şahısların hangi ideoloji doğrultusunda örgütlenmesini istemektesiniz?” Güler misin, ağlar mısın!

– Baha ile bir dönem Bilim ve Gelecek’te çalışmış Uğurcan adlı üniversite öğrencisi arkadaşımız arasındaki konuşma. Konu derginin kitapçılara dağıtımı. Baha, Uğurcan’ı ofise (dergi bürosuna) çağırıyor. Bu günlük konuşmanın iddianameye girmesinin nedeni de Uğurcan’ın bir gençlik eyleminden söz etmesi ve belki katılacağını söylemesi. Hemen sorulmuş: Bu şahıs kimdir? Söz konusu eylem kimin tarafından organize edilmiştir? Dergiyi dağıtma amacınız nedir? Dergi satışından elde edilen gelir nerede ve hangi amaçla kullanılmaktadır? Ofis olarak belirttiğiniz yer neresidir?

– Baha ile yakın zaman önce ölen Zafer adlı arkadaşının eşi Kıymet arasındaki konuşma. Kıymet Baha’yı Zafer’in ölüm yıldönümünde evlerinde yapacakları sohbete çağırıyor (Hepimiz gitmiştik bu yemekli anmaya). Hemen sorulmuş: “Kıymet seni neden Zafer’in ölüm yıldönümüne çağırıyor?”

– Baha ile ODTÜ temsilcilerimizden Çağlar arasındaki konuşma. Belli ki ODTÜ’de bir gençlik eylemi var. Çağlar, daha sonra arayayım diyor. Tabii hemen “eylem” sorulmuş.

– Baha ile komşusu ve dergimizin abonesi Nedim arasındaki konuşma. Baha, Nedim’i kitapevimizde Salı akşamları düzenlediğimiz bilimsel-sanatsal içerikli sohbet toplantısına çağırıyor. Soru: “Görüşmede belirttiğiniz Salı günleri yapılan sohbet toplantıları nerede ve hangi amaçla yapılmaktadır? Bu toplantılara katılan şahıslar kimlerdir?”

– Baha ile Bilim ve Gelecek’in İzmir Temsilcisi mimar Levent Gedizlioğlu arasındaki konuşma. Konu: Karaburun Ütopyalar Toplantısı bünyesinde yapılacak gençlik kampı. Kadın bir okurumuz liseli iki çocuğunu kampa göndermek istemiş, bunu konuşuyorlar. Savcı yine bir “örgütsel içerik” keşfetmiş, soruyor: “Bu bayan şahıs kimdir? Gençlik kampına katılan şahıslar kimlerdir? Bu kampta hangi ideolojiler doğrultusunda eğitim verilmektedir?”

İşte iddianamede yer alan “şüphelinin örgütsel içerikli görüşmeleri ve örgütsel faaliyetler ile ilgili konuşmalar” bunlar. Görüldüğü gibi dergimizin İdare Müdürü Baha Okar işini yapıyor. Bilim ve Gelecek’in yazarları, aboneleri, temsilcileri, çalışanları ve diğer yayıncılarla dergi dağıtımı, satışı, stant açılması, sohbet toplantıları, bilim kursları, Ütopyalar Toplantısı ve gençlik kampı düzenlenmesi gibi konularda konuşuyor. Ve tabii, herkes gibi eşiyle, dostuyla telefonda sohbet ediyor; herkes gibi günlük yaşamına devam ediyor. Tahmin edeceğiniz gibi, Baha Okar bu telefon konuşmalarıyla ilgili sorulara teker teker yanıt vermiş. Ama yine de bu konuşmalar “örgütsel faaliyetlerle ilgili konuşmalar” diye nitelenerek iddianameye konmuş.

Eğer bütün bunlar “yasadışı örgütsel faaliyet” ve “örgütsel içerikli konuşmalar” ise, derginin çalışanları olarak bizler (tabii sadece biz değil, işini gücünü toparlamaya çalışan, günlük yaşamını sürdüren herkes) her gün ve her saat “yasadışı örgütsel faaliyet” içindeyizdir demektir! Ne olacak şimdi?

 

Baha’nın 11 yıl önce ölen öğretmeni de “örgüt mensubu”!

Hadi biraz daha gülelim, hem de acı acı! Baha’nın bilgisayarı incelenmiş ve müthiş bir kanıt bulunup iddianameye konmuş: “Ekler. 1212 Word isimli 2 sayfadan oluşan ve Açıklama başlıklı belgenin içeriğinde Sabriye Çağınıncı (aslında “Çağırıcı” olacak) isimli örgüt mensubu ile ilgili ibarelerin geçtiği tespit edilmiştir. Adı geçen belgede ‘Kanserli bir devrimcinin güncesinden oğluma mektuplar’ isimli kitaplarıyla yayınlanmamış günlükleri, ölümü sonrası hakkında yazılanların kronolojik sıra ile yer aldığı kitap alıntılarının yer aldığı tespit edilmiştir.”

Sözü edilen belge, Bilim ve Gelecek Kitaplığı’ndan Haziran 2010’da yayınlanmış bir kitapla ilgili. Sabriye Çağırıcı’nın kitabı “Günlük Anılar ve Mektuplar -ve sonrasında yazılanlar” adını taşıyor. Sabriye Çağırıcı 68’li bir devrimci öğretmen. Yaşamı boyunca demokratik öğretmen mücadelesinin önde gelen bir kişiliği olmuş. Kansere yakalanmış ve 16 Haziran 2000 yılında vefat etmiş. Kitap Sabriye Hanım’ın günlüklerinden, mektuplarından, ölümünden sonra dostlarının onun hakkında yazdıklarından oluşuyor. Baha da bu kitabın teknik hazırlığını yapmıştı, söz konusu metnin bilgisayarında bulunmasının nedeni bu. Tabii bu kitabın Bilim ve Gelecek Kitaplığı’ndan çıkmasının bir nedeni var: Sabriye Çağırıcı aynı zamanda Baha’nın Karadeniz Ereğli Lisesi’nde Fransızca öğretmeni ve aile dostu. Çağırıcı’nın eşi bu kitabın yayınlanmasını Baha’dan rica etmiş ve Baha da (tabii biz de) bu devrimci kadın öğretmenin kitabının basımını bir görev kabul etmişti.

Helal olsun sana Sabriye Öğretmen! Ölümünden 11 yıl sonra bile, bu düzmece iddianamede, yetiştirdiğin öğrencin Baha Okar ile birlikte “örgüt mensubu” olarak yer aldın ya, helal olsun sana!

 

“Hedef şahsa” yönelik “tasarrut çalışması”na bak

İddianameden bir kesit daha. Emniyet’in 18.09.2010 tarihindeki müthiş takibi sonucu Baha’nın yasadışı bir faaliyeti daha tespit edilip iddianameye konmuş. Okuyalım:

“12.30 Hedef şahsın ilimiz Kadıköy ilçesi Caferağa mahallesi Moda Caddesi Zuhal Sok. Gül Apt. No:9/Bilim ve Gelecek Kitabevi isimli işyeri adresinde olabileceği bilgisi alınması üzerine bahse konu adrese geçildi.

“13.00 Belirtilen adreste usulüne uygun tasarrut çalışmasına başlandı.

“15.15 Hedef şahıs Osman Baha Okar belirtilen adresten çıktı.

“15.20 Hedef şahıs Kadıköy ilçesi Moda Caddesi üzerinde yaya cadde üzerinde Nalbur ve Sıhhi Tesisat malzemeleri satan işyerlerine girip çıktı.

“15.40 Hedef şahıs Moda Caddesi üzerinde bulunan Nalburdan elinde siyah bir poşetle çıkarak Moda Caddesi üzerinden işyerine doğru devam etti.

“15.45 Hedef şahıs Yukarda belirtilen İşyeri adresine giriş yaptı.

“18.30 Bu saat itibariyle herhangi bir gelişme olmaması üzerine Çalışmaya son verildi.”

Sizin bu “hedef şahıs”, herkesin bildiği gibi Bilim ve Gelecek dergisinin İdare Müdürü ve editörü. İdari, teknik ve yazıişleri alanlarında dergiye yardım ediyor. Doğal olarak hemen her gün “tespit edilen bu adresteki işyerine” girip çıkıyor. Böyle bir “tasarrut çalışmasına” ne gerek vardı? Bari görevlileriniz 6 saat boyunca dışarıda bekleyeceğine gelip bir çayımızı içseydi. Hem belki de söz konusu “yasadışı örgütsel faaliyetler” hakkında “suçüstü” de yapmış olurlardı!

 

Ergenekon sanıklarını tanımayan mı var?

İddianamede Baha’ya yöneltilen suçlardan biri de şöyle: “Şüpheli Osman Baha Okar’ın Ergenekon soruşturması kapsamında hakkında soruşturma yürütülen bir kısım şahıslar ile irtibatlarının bulunduğu.”

İddianamede bu şahısların kim olduğu belirtilmemiş. Ama gelin Ergenekon ve benzeri davalardan hakkında soruşturma yürütülenleri anımsayalım: Türkiye’nin tanınmış yazarları, gazetecileri, yayıncıları, üniversite rektörleri, dekanları, öğretim üyeleri, bilim insanları, siyasi parti liderleri ve yöneticileri, demokratik kitle örgütü yöneticileri, generaller, kuvvet komutanları, emekli ve muvazzaf ordu mensupları vesaire… Bu şahısları bütün Türkiye tanıyor; hepsi yaşamları, birikimleri ve görevleri dolayısıyla binlerce (hatta on binlerce) kişiyle yakından tanışmış, irtibata geçmiş şahsiyetler. Acaba Türkiye’de aktif bir yaşam sürüp de mevcut Ergenekon davası sanıklarından herhangi biriyle tanışıklığı olmayan kişi var mıdır? En azından onu tanıyan birini tanıyorsunuzdur. Ergenekon soruşturmasına uğramış herhangi bir kişiyle irtibatta bulunmak bir suç ise, neredeyse Türkiye nüfusunun yarısını tutuklamanız gerekir. İsterseniz, gelin hesaplayalım.

 

“Devrimci karargâh”: Maydanoz Kafe!

Bu bölümü bitirmeden önce, aynı davadan tutuklu bir başka kişi (Tuncay Yılmaz) ile ilgili iddianameye giren bir diyalogu aktarmadan geçemeyeceğiz. Bu, tam anlamıyla “Aziz Nesin’lik” bir olay ve iddianamenin nasıl yazıldığının da çok güzel bir kanıtı. Tutuklu Tuncay Yılmaz ile Mahir Sayın arasındaki bir telefon konuşması iddianameye girmiş:

“TUNCAY: Siz neredesiniz

“MAHİR: Maydanoz’da gel

“TUNCAY: Maydanoz’dasınız

“MAHİR: He he

“TUNCAY: Haa

“MAHİR: Burası devrimci karargâh yaa”

“Maydanoz” Ankara’daki bir kafenin adı. Mahir Sayın bu kafede değişik sol yapılardan isimlerle bir arada oturuyor ve Tuncay Yılmaz’ı da buraya çağırıyor. “Burası devrimci karargâh yaa” diye de espri yapıyor. Tuncay Yılmaz’ın tutuklanışındaki en “ciddi” kanıtlardan biri bu! Evet, sevgili okurlarımız, telefonda espri yaparken bundan sonra daha dikkatli olmanız gerekiyor; kendinizi de, arkadaşınızı da yakabilirsiniz!

 

Ne kadar saçmalık, o kadar korku

Komik mi? Hiç de değil! Bu ve benzeri iddianameler tutarlılık ve gerçeği ortaya çıkarmak adına yazılmıyor. Bu iddianamelerle açılan davalarda suçların tespit edilmesi ve suçluların cezalarını görmeleri hedeflenmiyor. Bu tür operasyonlarda asıl hedef tutuklananlar ve içeri atılanlar değil; onlar üzerinden geride kalanlara, bütün topluma bir mesaj verilmek isteniyor: “Her an seni de alabiliriz. Bir suç işlemiş olman gerekmez. Bir şekilde punduna getiririz, getiremesek bile uydururuz. Telefon konuşmanda geçen ‘eylem’, ‘toplantı’, ‘malzeme’ gibi herhangi bir sözcük seni almamız için yeterli. Allayıp pullar hakkında yüzlerce sayfalık iddianameler yazarız. Sonuçta mahkûm olmazsın belki, ama hayatının bir bölümüne el koyarız; seni işinden gücünden, eşinden dostundan, sevdiklerinden ayırırız. Bak, Baha Okar’ı aldık, Soner Yalçın’ı tutukladık; senin onlardan ne farkın var? Bak, koskoca komutanları, yazarları, gazetecileri, siyasileri, rektörleri aldık; seni haydi haydi alırız. Bu nedenle, otur oturduğun yerde, sesini kıs, dümen suyumuza gir.”

Verilmek istenen mesaj budur. Toplumda, özellikle kendilerine bir şekilde muhalif olan kesimlerde, “Bu tür iddialarla böyle adamları bile alıyorlarsa beni haydi haydi alırlar” duygusu yaratılmak istenmektedir. “Korku İmparatorluğu” derken kastımız işte budur.

Ve bu mesaj, iddianameler ne kadar tutarsız, ne kadar mesnetsiz, ne kadar saçma, ne kadar komik olursa, o kadar güçlü bir biçimde verilmiş olacaktır. İddiaların saçmalığı ve tutarsızlığı ile geniş kitleler üzerinde yarattığı korku arasında bir doğru orantı vardır. Ne kadar saçmalık, o kadar korku! İddialarda bir parça gerçek kırıntısı olsaydı, geride kalanlar o kırıntıyı öne sürerek (ona sığınarak) kendilerine dokunulmayacağına inanabilirler ve kendilerine “çekidüzen verme” ihtiyacı duymayabilirlerdi. Ama istenen kendilerine dokunulmayacağına inanmaları değil, tam tersine kendilerine de bal gibi dokunulabileceğine inanmaları, korkmaları ve hizaya girmeleri. Örgütsüz ve öncüsüz kitleleri (“çokluk”ları) sindirmek için kullanılan bir psikolojik savaş yöntemidir bu. Bu yöntem örgütlü bir toplumda işlemez; hatta tam tersine güçlü bir tepkiye ve mücadeleye neden olur. Ama örgütsüz kitleleri korkutarak sindirmenin en geçerli yoludur. Bu hamleleri yapanlar günümüz toplumunu iyi okumuşlar ve işlerini, “çokluk”ları gütmeyi iyi biliyorlar. Bu nedenle yaşananlar hiç de komik değil!

Bu tür yöntemler daha önce de denendi ve etkili oldu. Örneğin, Abdi İpekçi gibi kişilikler neden hedef alındı ve öldürüldü? 12 Eylül öncesi yaşanan keskin çatışmanın bir tarafı mıydılar? “Sosyalist” veya “ülkücü” müydüler? Tam tersine tarafsızdılar. Geniş tarafsız çoklukların öne çıkmış isimleriydiler ve bu yüzden hedef alındılar. Abdi İpekçi’nin bile öldürüldüğü bir ülkede kimse kendini güvende hissedemez! Verilmek istenen mesaj buydu. 12 Eylül faşizmi bu psikolojik savaş yöntemleri kullanılarak ve geniş kitleler sindirile sindirile geldi. Bugün de benzer bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Bu nedenle yaşananlar hiç de komik değil!

 

Geleceği teslim almaya çalışıyorlar

Ergenekon dalgalarının başladığı 3-4 yıl öncesinden daha farklı bir dönemde yaşıyoruz. Dört yıl önce ikili bir iktidar vardı ve bir iktidar savaşı veriliyordu. Ergenekon dalgaları, ciddi bir iktidar alternatifini, daha doğrusu iktidarın karşıt parçasını yok etmek için gündeme gelmişti. Bugün ise artık AKP iktidar. AKP (daha doğrusu temsil ettiği güçler) açısından artık sorun iktidarı almak değil, aldığı iktidarı korumak ve tahkim etmek. İkinci aşamaya geçildi: Artık geçmişin hesabı sorulmuyor. Şimdi gelecekte şekillenebilecek olan bir iktidar alternatifi yok edilmeye çalışılıyor. Toplumun gelecekte etkili olabilecek diri güçleri -yol yakınken- teslim alınmaya çalışılıyor. Hedef artık geçmiş değil, gelecektir. Geleceği ipotek altına almaktır.

İşte bu biraz zor… Türkiye’nin aydınlık yüzüne ve ülkemiz emekçilerine toslayacaklar!