Platon Dion’a yazdığı bir mektubunda şöyle der: “Bence bugünün tüm devletleri istisnasız kötü yönetiliyor. Siyasal ve bireysel adaletin tüm biçimlerini felsefeyle belirlemek gerekir.” Platon’a göre filozofların kral ya da kralların filozof olduğu gün dünyada adalet geçerli olmaya başlayacaktır. “Filozoflar başa geçmezse ya da baştakiler felsefe yapmazsa insanlığın acıları sona ermeyecektir”
PLATON’UN ÜLKÜCÜ DÜNYASI
Platon felsefe tarihinin ilk büyük dizgeci filozofudur. O bu dizgeci anlayışı içinde çok yönlü bir felsefe geliştirirken özellikle öğretmeni Sokrates’in izini sürer gibidir. Platon Sokrates’in çömezi olduktan sonra deyim yerindeyse onun yörüngesine girdi. Sokrates Atina’da görüşleriyle olduğu kadar kişiliğiyle ilgi çeken biriydi. Platon’un diyaloglarında Sokrates eksendir yani başkişidir. Soruları o sorar yanıtları o alır. Hiçbir şey bilmediğini söylese de her şeyden haberli gibidir. Tartışmayı o yönlendirir. Söz ya da mantık oyunlarını o yapar. Platon diyaloglarında onu ve başkalarını konuştururken kendini tümüyle geriye çeker görünmez olur. Böylece Sokrates’in dünyasıyla Platon’un dünyası ayrılmaz biçimde bütünleşmiştir. Platon felsefe tarihinin gerçek anlamda ilk ruhçu felsefesini kurarken büyük ölçüde Sokrates’in etkisinde kalmıştır. Ancak Platon yalnızca Sokrates’den etkilendi demek doğru olmaz. Platon’un felsefesi doğal olarak kendinden önceki felsefelerden izler taşır.
Buna göre Platon öğretisinin özellikle bilgi sorunları açısından azçok bir seçmecilik olduğunu söyleyebiliriz, seçmecilik teriminin üstüne gerektiğinden çok bastırmamak koşuluyla. Dikkatli bakarsak onda Pythagoras’dan Herakleitos’dan Parmenides’den çok şey bulabiliriz. Onun felsefesi Herakleitos öğretisiyle Parmenides öğretisini dengeler gibidir: daha önce de filozofları uğraştıran değişen ve değişmeyen ikilemi böylece Palton’un başlıca sorunu olur, o bu kilemi aşmaya çalışır. Platon bu iki görüş arasında dengeyi kurmak isterken birbiriyle bütünleşen iki ayrı dünya tasarısı geliştirmiş, sorunu böylece çözmeye çalışmıştır: onda düşünülür dünya diye adlandırabileceğimiz değişmezlerin dünyası ve duyulur dünya diye adlandırabileceğimiz değişkenlerin dünyası bir gerçekliğin karşıt özellikler gösteren iki ayrı yüzüdür. Böylece Platon öncülerinin ortaya attığı sorunu çözmeye çalışırken onu iyiden iyiye kalıcı kılmıştır yani derinleştirmiştir.
Bütün zamanların en büyük filozofu mu?
Platon’u bütün zamanların en büyük filozofu sayanlar vardır. Bu görüş son derece abartılıdır. Bunun için en azından düşünce dünyamızın uzun yüzyıllar boyu hiçbir biçimde evrime uğramamış olduğuna inanmamız gerekir, kültür dünyamızın her türlü gelişimin dışında ortaya konmuş birbirinden kopuk öbek öbek düşüncelerden kurulduğunu, tarihsel evrimin bir masaldan başka bir şey olmadığını varsaymamız gerekir. 19. yüzyıldan sonra böyle bir düşünce insanı gülünç etmekten başka bir işe yaramaz. Platon’u felsefe tarihinin en önemli filozoflarından biri diye belirlerken de dikkatli olmalıyız: felsefede önem ya da büyüklük dereceleri belirlemek yanıltıcı olabilir. O zaman filozofları önem derecelerine göre sınıflara mı ayıracağız? Gene de Platon’un felsefe tarihine ağırlığını koymuş, sonraki zamanları derinden etkilemiş bir filozof olduğunu söylemek yanlış olmaz. Platon yalnızca öğretmeni Sokrates’den değil başka filozoflardan da, yalnız filozoflardan değil o zamanlar Yunanistan’da etkin olan Orpheus’çu-Pyhagoras’çı inanç ögelerinden de çokça etkilenmiştir. Önünde hesaplaşmak durumunda olduğu felsefeler vardı. Bu felsefelerin herbiri başka şeyler söylüyordu, insan ve evrenle ilgili temel sorunlara başka başka açıklamalar getiriyordu.
Platon kimdir? Gerçek adı Aristokles olan Platon MÖ 429’da Atina yakınlarındaki Aigina’da doğdu. Bu yakışıklı adama çevresindeki insanlar “geniş omuzlu” anlamında Platon derlerdi. Babası Ariston yönünden Atina’nın son kralı Kodros’la, annesi Periktyone yönünden filozof ve devlet adamı Solon’la soy bağı vardı. Herakleitos’un çömezi olan Kyratilos’un öğrencisi oldu. Önce edebiyatla ilgilendi, trajedi yarışmalarına katıldı, müziğe ve matematiğe ilgi duydu. 407’ye doğru Sokrates’le tanışınca dünyası değişti. Sokrates’in idamına kadar (399) onun hem dostu hem çömezi olarak kaldı. Sokrates’in idamından sonra derin üzüntüye hatta umutsuzluğa kapılıp birkaç arkadaşıyla Megara’ya, Sokrates’çi filozoflardan Eukleides’in yanına çekildi. Daha sonra yolculuğa çıktı, Mısır’a ve Güney İtalya’ya gitti. Öğretmeni Sokrates’in tersine tam bir siyaset meraklısı olan Platon Syrakusai’de (Sicilya) kral Dionysios’un yeğeni Dion’la tanıştı, krala devlet düzeniyle ilgili görüşlerini benimsetmeye çalıştı. Kral Dionysios onu köle tüccarlarına sattı. Kyrene’li filozof Annikeris onu Pire yakınlarında Aigina adasında bir köle pazarında tanıyıp satın almasa ömrünü köle olarak geçirecekti. Azat edilmiş Platon Atina’ya dönünce Akademos’un bahçelerinde Akademia diye bilinen okulunu kurdu (387), burada yirmi yıl boyunca genç insanları eğitti. Bir kere daha Sicilya’nın yolunu uttuysa da bir şey elde edemeden Atina’ya döndü. Onun elli yıllık düşünce yaşamı daha çok Akademia’da billurlaşmış ve gelişmiştir. Bu ilginç filozofun zaman zaman siyaset merakıyla bir serüvencinin yaşamına benzeyen yaşamı 347’de sona ulaştı. Ölümünden az önce okulunun yönetimini yeğeni Speusippos’a bırakmıştı. Eurymedon’la Platon’un kızkardeşi Potone’nin oğlu olan Speusippos okula pek bir şey katamadı. Her hazzın kötü olduğunu bildiren Speusippos özellikle ahlak üzerine birçok yapıt vermiştir.
Platon’un diyalogları konusunda temkinli olmak gerekir. Onun tüm diyalogları bugüne ulaştığı gibi onun olmayan bazı diyaloglar da onunmuş gibi öbürleriyle birlikte bugüne ulaştı. Sokrates’in savunmasını içeren Apologia da içinde, bu diyalogların yazılış sırasını ve tarihlerini belirlemek kolay değildir. Dilciler anlatım özelliklerini göz önünde tutarak bir sıralama yaparlar, bu da bize ancak yaklaşık bir bilgi vermektedir. Diyaloglar için tam bir çizelge çıkarmanın olası olmadığı tartışma götürmez. Platon seksen yılı aşkın yaşamında birçok yapıt verdi. Bunlardan ikisi Politeia (Devlet) ve Nomoi (Yasalar) geniş çerçeveli inceleme niteliği taşır. Mektuplarından yedincisi ve sekizincisi filozofun Sicilya serüveniyle ilgilidir. Mektuplarından bazılarının özgünlüğü konusunda kuşkular vardır. Platon’un yapıtlarını tam olarak tarihlendirmenin olanaksızlığı karşısında araştırmacılar dil ve anlatım özelliklerine bakarak kümelendirme yöntemine başvurdular. Diyaloglar genelde üç hatta dört kümede toplanır. Gençlik yapıtlarından başlıcaları Apologia, Protagoras, İon, Lakhes, Politeia I, Lysis, Kharmides, Euthyphron’dur. Gençlik dönemiyle olgunluk dönemi arasında şu diyaloglar sayılır: Menon, Euthydemos, Küçük Hippias, Kratylos, Büyük Hippias, Meneksenos. Olgunluk diyalogları Symposion, Phaidon, Politeia II-X, Phaidros’dur. Yaşlılık diyalogları Theaitetos, Parmenides, Sophistes, Politikos, Philebos, Timaios, Kritias, Nomoi’dir. Birinci Alkibiades, İkinci Alkibiades, Theages, Klitophon, Minos, Hipparkhos gibi diyaloglar Platon’un olmayabilir.
İdea’lar dünyası
Platon’un bilgi kuramı bir bu dünya ve öbür dünya ayrımına dayanır. Öbür dünya duyulur olmayan dünyadır, duyu organlarımıza açık olmayan dünyadır, Parmenides’in Bir Varlık’ında olduğu gibi yalnızca düşünülebilen dünyadır. Bu dünya geldigeçti şeylerin dünyasıdır, değişmezlik ve sürerlik düşünülür olan dünyadadır, öbür dünyadadır. Bu dünyadaki nesneler öbür dünyadaki İdea’lardan ötürü vardır. Bu dünya nesneleri İdea’lar dediğimiz değişmez ve ölümsüz gerçekliklerin kopyalarıdır. İdea’lar dünyasında en üstte İyi İdea’sı, Onun altında Doğru ve Güzel İdea’ları vardır. Daha altta evrenselden daha özele doğru bir sıradüzeni içinde öbür idealar yer alırlar. Platon bu öğretisini mağara mitosuyla açıklamaya çalışır. Bu dünyada insanlar bir mağarada zincire vurulmuş mahkumlara benzerler. Yüzleri mağaranın duvarına dönüktür. Duvarda çeşitli gölgelerin kımıldandığını görürler. Göremedikleri bir ışık kaynağı vardır, bu ışık kaynağı arkalarındaki bir takım varlıkların gölgelerini duvara düşürür. İnsanlar bu gölgeleri gerçeklikler olarak algılarlar. Onlardan biri zincirlerini kırıp dönüp geriye bakabilse gerçek dünyanın gerçekleriyle karşı karşıya gelecektir.
Ruh bu dünyayla öbür dünya arasında gider gelir. Hiç bitmeyecek bir gidiş geliştir bu. Ruhgöçü Platon’cu bilgi kuramının temelinde yer alır. Her ruh duyulur dünya ve düşünülür dünya arasındaki çevrimsel yolculuğu sırasında bir bilgi taşıyıcısı gibidir: o dünyadan bu dünyaya bilgiyle gelir. Ruh öbür dünyada gerçek gerçeklikleri görme şansını elde etmiştir. Hele o dünyada iyi çalıştıysa, gözünü dört açtıysa onların bilgileriyle epeyce donanmıştır. Düşünülür dünyada gerçek gerçeklikleri yani İdea’ları gözlemlemiş ve gözleminin sağlamlığı ölçüsünde bilgiler edinmiş olan ruh bu dünyaya gelip de bir bedene girdikten ya da bir çeşit çamura battıktan sonra orada elde ettiği bilgileri yitirir gibi olmuştur, bir ölçüde unutmuştur. Bundan böyle onları anımsamaya çalışacaktır. Şimdi artık bu dünyada o çamuru temizlemek ya da unuttuklarını anımsamak gibi bir işi vardır.
Düşünceden dile, dilden düşünceye
Platon’un bilgi kuramı doğru bilgiyi aşkın dünya kavrayışı çerçevesinde tanımlamaya yönelirken dolaylı olarak dille ilgili kaygıyı da ortaya koyar. İdea’lar dünyasının düzeni zihnimizde tam olarak olmasa da belli ölçülerde yansısını bulur: düşündüğüm şey gerçek gerçekliklerle ilgilidir, düşüncem bu aşkın gerçeklikleri bendeki kopyalarına göre düşünür. Düşüncenin gücü ve dilin sağlamlığı sorunu burada tek bir kaygının iki ayrı yüzü olarak kendini gösterir. Dilde düşüncenin ve düşüncede dilin yasaları geçerli gibidir. Bilgi kuramının metafizik yapısını hatta dinsel niteliğini bir yana bırakırsak, Platon’un bilinç yetkinliğine verdiği değeri ve ona bağlı olarak dilsel tutarlılığa verdiği önemi açık bir biçimde görürüz. Kavramları yeterince dolgun olmayan ve kavramlar arasındaki ilişkilerin doğru konmadığı bir bilinç ancak yalan üretebilir, varolmayanı var gösterebilir. Bu elbette Platon için de böyledir. Platon’da kavramlar düzeni varlığın haritasını ortaya koyar gibidir: birbirlerine uyan kavramlar da birbirleriyle karşıtlaşan kavramlar da hatta birbirlerine ilgisiz kavramlar da düşünce dünyamızın zorunlu dizgesel bütünlüğünü kurarlar. Platon’un yaptığı şey bilinç koşullarını sağlam bir temele bağlamak için bilginin kaynağını aşkın dünyaya götürmek olmuştur. Herbir kavramın içeriğini yani ne olup ne olmadığını bilmeden bilgiye yönelirsek sofistlerin durumuna düşeriz: gerçekliği olmayan şeyi gerçekliği varmış gibi görürüz ve gösteririz. İşte o durumda bize düşen, matematiğin sağladığı düşünme düzenini de göz önünde tutarak diyalektiğin yani aşağıdan yukarıya ruhsal yükselişin ve elbette aşkla yükselişin koşullarını kendimizde oluşturmaktır. Amaç bilginin alt basamaklarından üst basamaklarına doğru ağır ağır yükselmektir.
Böylece her şeyin devindiği, her şeyin akıp geçtiği bu dünyanın güvencesi öbür dünyanın hiçbir biçimde ve hiçbir koşulda değişmeyen İdea’larıdır. İdea’lar hiç değişmedikleri gibi ve hiç devinmedikleri gibi herhangi bir raslantının ya da gelişigüzel ilişkinin de konusu değillerdir. Onlar hem öncesiz hem sonrasızdır. İdea basittir ya da yalındır, arıdır ve aşkındır. İdea ruhta açınan ya da ruha yansılarını veren ilkörnektir. Her İdea’nın ayrı bir gerçekliği vardır. En yukarıdaki İyi İdea’sından ve onun altındaki Doğru ve Güzel İdea’larından başlayarak bir sıradüzeninde genelden özele doğru yerlerini almış olan bu doğmamış ve ölmeyecek olan İdea’lar hep birlikte bir dizge oluştururlar. Buna göre İdea ruhun düşündüğü, biraz da insan olmak adına düşünmekle yükümlü olduğu şeydir: bu düşünme bilime giden yolu açar. Orpheus’çu-Pythagoras’çı inanç temeline dayanarak bir tür dinbilim görüntüsü almış olan, özellikle ruhgöçü kavrayışıyla bu dinsel tabloyu iyiden iyiye pekiştiren Platon’culuğun her şeye karşın ussal düzeyde bir araştırma, gerçekliğin köklü bir araştırması olduğunu söyleyebiliriz. O öncelikle bir bilgi anlayışıdır, bu anlayışın belirleyiciliğinde bir siyaset ve ahlak kuramıdır. Her ne kadar aşkın bir dünyanın peşinde gibi görünse de insanı temel almakla o gerçek bir insan araştırmasıdır. Bilginin temel koşullarını belirledikten sonra doğruca bir siyaset ahlakına yönelir, ahlakı siyasetin içine yerleştirir, siyaseti ahlaka bağımlı kılar.
AHLAK ANLAYIŞI
Sokrates’in sadık ve sevgili öğrencisi Platon özellikle daha genç yaşlarında hocası gibi düşünür. Ona göre de ahlakın temelinde bilgi vardır ya da olmalıdır: erdemli kişi bilge kişidir. Bilgiye dayalı olmayan ahlak yetersizdir ve kalıcı olmayabilir, her an bozulmaya eğilimli olabilir. Buna göre sanılara ya da görüşlere dayalı bir ahlaktan söz edebildiğimiz gibi bilgiye dayalı bir ahlaktan da söz edebiliriz. Sanıya ya da görüşe dayalı ahlak biraz da neyin ne olduğunu tam olarak bilmeden benimsenen ahlaktır. Toplumda ahlak kalıpları vardır. O zaman örneğin adaletin ne olduğunu bilmeden adaletli olmak gibi bir durum ortaya çıkabilir. Böyle bir şey güvenilir olabilir mi? Demek ki gerçek ahlak İyi İdea’sının sezgisine ulaştığımız yerde kendini gösterecektir. Gerçek anlamda İyi’nin ne olduğunu sezebilen kişinin kötülükle bir ilişkisi olmayacaktır. İyilikler bilgiden kötülükler bilgi yetmezliğinden gelir demek yanlış olmaz. Gerçekte kimse bile bile kötülük etmez. Erdemli kişinin ruhu uyum içindedir ve bu uyum insanı mutlu kılar.
Platon’un ahlak anlayışı onun bilgi kuramına sıkı sıkıya bağlıdır. Menon diyalogunun başlarında Menon Sokrates’e erdemin eğitimle mi ya da deneyimle mi elde edildiğini, onu insana doğanın mı başka bir şeyin mi vermiş olduğunu sorar. Yanıt bir bakıma kolaydır bir bakıma zordur. Tek bir erdem tanımı yapabiliyorsak kolaydır, birçok erdem olduğunu ya da erdemin çeşitleri olduğunu düşündüğümüzde zordur. Sokrates Menon’dan erdemi tanımlamasını ister, Menon bunu yapamaz. Erdem dediğimiz şey bir bilim olabilir mi? Erdem davranışlarımızla ilgili olarak uygulama düzeyinde bir yarar sağlayıcı diye alınabilir, buna göre sanıya ya da görüşe bağlı olabilir. Bilim sağlam olduğuna ve görüş sallantılı olduğuna göre sanıların belirleyici olduğu durumda erdemin de sallantılı olduğu düşünülebilir. Erdemin tek bir şey olmayışı yani erdemin çeşitliliği onun sallantılı olmasının da nedenidir. Buna göre erdemin kaynağı bilgidir yargısını verirken doğru düşünmüş olmuyor muyuz? Örneğin erdemli bir siyaset adamının varlığından söz edebiliyoruz. Pekiyi bu siyaset adamı bilgili mi, gerçek bir kültür adamı mı? Erdemin ne olup ne olmadığı konusu böylece bir ölçüde bulanık kalıyor. Zaten bilindiği gibi Sokrates’de kesin bilgiler yoktur. Tartışmanın sonunda Sokrates sonucu bildirip çıkmak gibi bir rahatlıkta değildir.
Bir tür mutluluk ahlakı
Platon ahlakı özünde bilgelik ahlakıdır ya da bilgelere özgü bir ahlaktır. Ahlaka yöneliş ruhun ten engelini aşmasıyla olasıdır. Ruh kanatlanmayınca yani tende sıkışıp kalınca, hele tende olmakla kötü şeylere bulaşınca doğruları elde etme olanağını yitirir, bu durumda İyi’nin uzağında ya da çok aşağısında kalmış olur. Arzular tutkular kuruntular korkular bizi İyi’nin ve Doğru’nun yolundan döndürür. Ruh tenin kıskaçlarından kurtulmadıkça erdeme ulaşamayacaktır. Ruh tenden kurtuldukça doğruları gözlemleme olanağı bulacaktır. Hazların ve gereksinimlerin kölesi olan kişi bilgelik yoluna giremez. Ancak doğrularla asıl buluşmamız ölümle yani bu dünyadan öbür dünyaya geçişle olacaktır. Ruhgöçü varolmanın indirgenemez koşuludur. İdea’lar dünyasına gidişe gerçek gerçeklikler dünyasına yeniden doğmak da diyebiliriz. Düşünülür dünya ruhun tenden kurtulduğu yerdir. Sonra aynı yoldan geriye döneriz. Bu dünyada yani duyulur dünyada tenden kurtuluş tam olarak gerçekleşmez. Arı şeyleri ancak arınık ruhlar anlayabilirler. Buna göre ahlak arınıklıkla ve tanrısallık yolunda olmakla olasıdır.
Bütün bunlar Platon öğretisinde ahlakın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ahlak Platon öğretisinin toplumsallık açısından da can alıcı bölümüdür: insana mutluluk yolunu açacak tek güç erdemin gücüdür ve ahlakın tek amacı mutluluğu sağlamaktır. Ahlak kavramı felsefe için ne kadar önemliyse mutluluk kavramı da ahlak için o kadar önemlidir. Mutluluk insan için en yüce amaçtır. Platon’un mutluluk ahlakı genel anlamda hazcı anlayışlarla bağdaşmaz. Haz insanı mutlu kılmaz, çünkü ruhun dengesini bozar ve arılığını giderir. Arzular önünde sonunda bizi tutsak ederler. Erdemli kişi arzuların peşine giden kişi olamaz. O her durumda evrensel düzene uyan kişidir. Bununla birlikte mutluluğun yalnızca bilgide olduğunu, onun hazla hiçbir ilgisi bulunmadığını söylemek de güçtür. Aşağı hazlar yaşamın sürdürülmesi yani türün varlığının korunması için gereklidir. Gönül hazları bu aşağı hazlardan elbette daha değerlidir ama onlar da bizi en yüze İyi’ye ulaştıramaz.
Bir üçüncü çeşit haz vardır ki ona düşünce hazzı diyebiliriz. Düşüncenin sağladığı hazlar gerçek hazlardır. Bu hazlar mutluluğun temelini oluşturur. Platon alışılmış anlamda haz kavramını düşünce dünyasının dışında tutar. Haz ve mutluluk kavramlarını sofistler özdeşleştirmişlerdi: tensel arzuları karşılamak onlarda olumsuz bir anlam taşımıyordu. Demek ki mutluluk bir değerdir ve en yüksek düzeyde düşünce hazlarıyla elde edilen bir değerdir. Bu noktada bizim mutluluğumuz başkalarının mutluluğuna kavuşacaktır. Böylece ahlak toplumsal bir anlam kazanır. Bu da kendiliğinden ödev duygusunu öne çıkaracaktır. Kimse tek kişilik mutluluğu amaçlayarak kendini başkalarından ayıramaz. Gerçek mutluluk site’de gerçekleşir. Demek ki kişisel ahlakın toplumsal ahlak dışında bir anlamı yoktur.
Ruh düşünülür dünyadan duyulur dünyaya gelince yani yukarıdan aşağıya inince sanki çamura batmış olur, üçlü ayrılma o zaman gerçekleşir, bu karın göğüs baş ayrımı o noktada ortaya çıkar. Bu dünya biraz da bir deney dünyasıdır ve ahlaki deneyler de başka deneyler kadar önemlidir. Kimse benim canım bu kadarını istiyor diyemez: yetersiz ruh ölümden sonra cezalandırılır. Orpheus’çu-Pythagoras’çı inanç geleneğine bağlı olarak ortaya konan bu ruhgöçü anlayışında cezanın büyüğü bu dünyaya gelen ruhun yetersizliğinden ötürü bir insan bedenine değil de herhangi bir hayvanın bedenine girmesiyle verilmiş olur. İnsan bedenine girmiş bulunan bir ruh öbür dünyaya gittiğinde oradaki gerçek gerçeklikleri gözlemlemekte eksik kalır da yetersiz olursa bu defa bu dünyaya geldiği zaman insan bedenine girme hakkını elde edemez, onun eşek ya da yılan bedenine girmesi işten bile değildir. Daha sonraki bir gelişinde yetersizliklerini aşmış olursa yeniden insan bedenine girmemesi için hiçbir neden yoktur. Bütün eskiçağ ahlaklarında açık ya da örtülü bir biçimde gördüğümüz bir anlayış Platon ahlakında da karşımıza çıkar: insan tanrılara benzemeye çalıştığı ölçüde insandır. Bu konuda en çok da Herakles’e özenilebilir. Bunun için her durumda insanca davranmak ve tanrısala doğru yönelmek gerekir. Bu ahlak anlayışında insan haksızlığa uğramayı haksızlık etmeye yeğ tutar.
Zor zamanların filozofu
Platon’un düşünce dünyası, özellikle siyaset ve ahlak anlayışı büyük ölçüde ülkesinin sorunlarıyla, bitmez tükenmez çekişmelerin toplumda açtığı yaralarla belirlenmiştir. Peloponnesos savaşları yani Atina’yla Sparta’yı karşı karşıya getiren iç savaşlar başladığında Platon dört yaşındaydı. Atina Spartalıların eline düştüğünde Platon otuzunu yeni geçmişti. Atina donanmasının harap olması, Atina’yı Pire limanına bağlayan yolun Spartalılarca kapatılması, veba salgını ve daha pekçok olay genç Platon’u etkilemiştir. Platon hemen hemen tükenmiş olan Atina’nın yerine düşsel bir site tasarladı, bu yeni site toplumsal çerçevede çok iyi düzenlenmiş bir site olacaktı ve ahlak değerleri üzerine temellenecekti. Devlet’de görüleceği gibi Platon bir site düzenleyicisi ya da tasarlayıcısı olmaktan önce bir ahlak kuramcısıdır. Buna göre toplumsal düzenin sağlıklı olabilmesi için insan adaletli olmalıdır.
Platon’un ahlak anlayışı Sokrates’in düşünce dünyasından yansıyan değerlerle renklenmiştir. Platon Sokrates’i tanıdığında kırk bir yaşındaydı, Sokrates altmış üçüne varmıştı. Soylu ve yakışıklı Platon yaşlı ve çirkin bir halk bilgesinin çömezi oluyordu. Platon kişisel açıdan da siyasal açıdan da ilkeli bir insandı. Atina yenik düşüp Otuzlar Meclisi kurulunca yakınları ve dostları onun bu yetkeci meclise katılmasını istediler, Platon adaletsiz ve şiddete eğilimli olduğu gerekçesiyle Otuzlar’a katılmayı reddetti. Oysa Atina’yı ele geçiren Sparta’lı general Lysandros’un kurduğu ve denetlediği Otuzlar Meclisi’nde Platon’un iki yakını da vardı. Bunlardan biri Platon’un dayısı Kritias’dı. Kritias Sokrates’in öğrencisi olmuştu. İnsanları hor gören acımasız bir adamdı, 404’de öldürüldü. Şair ve filozoftu, iyi bir hatipti. Platon’un öbür dayısı Kharmides de filozoftu ve Otuzlar Meclisi’ne katılmıştı. Lysandros onu Pire’yi yönetmekle görevlendirmişti. Platon bu soylular kesiminin Spartalılarca yönlendirilen siyasetine uzak durdu, hele Sokrates’in idamından sonra bu kesimden tümüyle koptu. Bundan böyle kendi okulunu kurmuş olmakla onun Atina’da daha büyük bir ağırlığı olacaktı.
Platon’un düşünce dünyasında adaletin yeri büyüktür: adalet toplumsal yaşamın sağlılığını güvence altında tutacak vazgeçilmez bir koşul gibidir. O adaleti ruhun üç parçasının uyumuna bağlıyordu: duyarlık, istem, düşünce. Ona göre siyasal adalet bireysel adaletle koşutluk içindeydi. Emile Bréhier Platon’un Sokrates etkisinden kurtuldukça daha değişik düşünmeye başladığını, kişisel sorunlar üzerinde durmaktan uzaklaşıp gerçekliklerle ilgilenmeye yöneldiğini yazar ve bunu kanıtlamak için Protagoras diyaloguyla Menon diyalogunu karşılaştırır. Her iki diyalog da erdem konusunu ele almaktadır. Birinde Sokrates Protagoras’ı açmaza düşürmekten hoşnuttur. Menon daha değişiktir, onda Platon artık Akademia’nın başındaki insandır, araştırmada da eğitimde de olumlu yöntemlerin peşindedir. “Böylece Platon’un edebi etkinliğinde diyalektik yavaş yavaş dramatik özelliğini ve insanla ilgili özelliğini yitirir, kişiliği aşan ve sorunlarla sırf sorunlar için ilgilenen bir yönteme dönüşür.”
Toplumsal ahlak
Platon’a göre birey ancak toplum içinde olmakla bireydir, onun yaşamı toplum içinde bir anlam kazanır. Bir kişi ahlakından elbette söz edebiliriz ama ahlak daha çok toplumsal ilişkiler çerçevesinde konu edilir. Platon bireyi toplumun hatta devletin bir parçası sayar. Toplumu oluşturan parçalar bir uyum içindeyse adaleti gerçekleştirecek olan düzen kurulmuş demektir. İnsanın kendine yetmediği yerde devlet bir gereksinim olarak ortaya çıkmıştır. Birey beslenmek giyinmek barınmak korunmak gibi gereksinimlerini karşılayabilmek için başka bireylerle birlikte ortak bir yaşam sürdürmek zorundadır, onlarla bir toplum düzeni oluşturmak zorundadır. Herkes aynı kalıptan çıkmış olsaydı bu ortaklık işi çok kolay olacaktı, ama herkes başka başka özelliklerle doğuyor, başka başka özellikler ediniyor, işte bu yüzden sitenin insanlarını bir işbölümü çerçevesinde örgütlemek gerekiyor. Bu noktada Platon’un toplum anlayışında katı bir sınıflaşma önerisi kendini gösterir. Ne var ki bu durum sınıflı yunan toplumu için zaten geçerli olan bir durumdur. En alttaki sınıf ya da birinci sınıf kaba duyarlıkları olan bir sınıftır, onun yalnızca yetinmeyi bilen yani çok şey istemeyen insanlardan oluşması beklenir. İkinci sınıf olan savaşçılar sınıfının insanları yürekli olmalıdırlar. Bunlar devletin bekçileridirler. Üçüncü sınıf ya da en üstteki sınıf ussal yanı ağır basan insanların, erdemlilerin sınıfıdır ki bu sınıfa yönetenler sınıfı da diyebiliriz.
Platon için önemli olan devletin bütünlüğüdür, toplumsal yapının dengeli ve dayanışık olmasıdır. Her yurttaş ne iş yapıyorsa onu sürdürmelidir, onun dışına çıkmamalıdır. Sınıflar arasında geçiş olmamalıdır. Bu düzen korunursa devlet bütünlüklü kalacaktır, bozulup dağılmayacak parçalanmayacaktır. Devlet için en büyük kötülük bölünmedir, en büyük iyilik bütünlüğün korunmasıdır. Herkes kendi işine bakarsa, kimse kimsenin işine karışmazsa düzen bozulmaz. Toplum sınıfları birbirlerinin işine karışmaz da üstlerine düşeni yaparlarsa her şey yolunda gider. Devlette üç değeri, ölçülülüğü yiğitliği bilgeliği egemen kılmamız gerekir. Bir dördüncü değer düşünürsek o da doğruluk olacaktır. Her sınıftan insanların kendi işlerine bakmaları ve başka sınıflardaki insanlarla ilgilenmemeleri de doğruluktur. Bütün bunlar sağlıklı bir eğitimle sağlanabilir ancak. Önemli olan aydınlık kafalı yurttaşlara sahip olmaktır ve aydınlık kafalı yurttaşlar için yaşam kolaydır. İyi bir eğitimle eksiksiz diyebileceğimiz insanlar yetiştirebiliriz. Bu yüzden yöneticiler kafa ve beden eğitiminin sağlıklı yürütülmesi ve özellikle eğitimde gelişigüzel yenilikler yapılmaması konusunda birinci derecede sorumludurlar. Bu yönde şairlerin sözleri karşısında da dikkatli olmak gerekir. Her zaman usun göstereceği yolu izlemek önemlidir, bizi yanlış yapmaktan engelleyecek olan yalnızca usumuzdur. Platon için toplumsal yaşam her şeyin üstünde önemlidir ama onun düşündüğü toplumsallık deyim yerindeyse gerçeğin sınırlarını zorlayan bir toplumsallıktır. Platon’da toplumsal düzen kavrayışı alışılmış değerlerin sınırlarını aşmaya doğru gider. Onun bekçiler diye adlandırdığı üst kesim insanlarının kadınları ve çocukları ortak olacaktır. Bu durumda baba oğlunu ve oğul babasını bilmeyecektir. Bu arada her iki cinsin en iyileri en çok çiftleşirken en kötüleri en az çiftleşmelidir. Doğacak çocukların bakımı ve eğitimi kadınlardan ve erkeklerden oluşan bir kurula bırakılacaktır.
Bu düşsel tasarımların yanında Platon’da sarsılmaz bir bilim inancı vardır. Bilim her türlü kötülüğün karşıtı gibi düşünülebilir. İnsan hem bilimi hem yalanı sevemez. Bilimi gerçekten seven kişi erkenden doğruların peşine düşecektir. O durumda insan ruhsal hazlara yönelecek ve bedensel hazlara ilgisiz kalacaktır. Böyle bir insan ölçülü insandır. İşin temelinde eğitimin olduğunu unutmamak gerekir: kötü eğitim insanları kötülüğe eğilimli kılar. Bazı sağlam yaradılışlı insanlar kötü eğitimle bozulup çıkmışlardır. Bu tür insanlar felsefeye yöneldiklerinde de çok kötü işler yaparlar, gerçek bilimle ilgisi olmayan sözler üretirler. Kendini doğrulara adamış bir insan onunla bununla ilgilenmez, birileriyle takışmayı düşünmez. O her koşulda uyumludur, böyle olmakla tanrısala yaklaşmıştır. Halkın onu anlayabileceğini düşünmek yanlış olur. Bu filozof insan devletin başına geçtiği zaman her şeyin temiz olmasını öngörecek, bunun için var gücüyle çalışacaktır. Devletin bekçileri İyi’nin ne olduğunu bilmelidir. Devletin eksiksiz olması için bu bir zorunluluktur.
Uyumlu her toplum her koşulda adaletlidir: sınıflar arasındaki uyum bu bakımdan çok önemlidir. Bunu herkesin kendi hakkına razı olması olarak da belirleyebiliriz. Burada haklardan çok yükümlülükler ağırlıkta gibidir. Batılı kaynakların birçoğunda Platon’un toplum tasarısı anlaşılmaz bir biçimde komünist toplum tasarısı olarak değerlendirilmiştir. Birbirinden kaskatı duvarlarla ayrılmış sınıfların bir arada durduğu ya da ya da baskıyla bir arada tutulduğu bir toplumun komünist toplum olarak tanımlanması akıl alır gibi değildir. Platon’un ülküsel toplumunda ayrı bir kadınlar topluluğu ve ayrı bir çocuklar topluluğu tasarlamış olması komünist devlet ülküsüyle olmaktan çok verimli bir düşgücüyle ilgili olmalıdır. Beşiklerinden alınıp devlet eliyle yetiştirilecek çocuklar fikri bir çocuk masalından getirilmiş gibidir. Toplum yaşamında önemli olan ikinci sınıf ve üçüncü sınıftır, yönetenler ve askerlerdir. Bunlar devletin bekçileridirler (phylakes). Halk (demos) derin düşünmeyen ve göreneklerle yetinen insanlardan oluşur. Yönetenler elli yaşını geçmiş olan savaşçılar arasından seçilmelidir. Onların savaşçı olmalarından çok filozof olmaları önemlidir. Çünkü savaşçılar felsefi bilgiyle donanmış kimseler değillerdir. Bu yönetim biçimini soyluluk diye adlandırabiliriz. En iyi devlet soyluların yönettiği devlettir. Soyluluk devletinin de uygunsuz koşullarda bozulup dağılması işten bile değildir. Devletin başlıca görevi yurttaşlara erdemli bir yaşam sağlamaktır. Bu düzende bireyin devlette erimesi gerekir: devlettir birinci planda önemli olan. Buna karşılık devlet de yurttaşlarını sarıp sarmalayan bir devlet olmalıdır.
Soyluluk devleti şu ya da bu nedenle niteliğini yitirirse yerini bozulmuş bir devlete, hırslı savaşçıların yönetimindeki timokrasi devletine bırakır. Onu da zenginlerin yönetimindeki oligarşi devleti izler. Onu da demokrasi devleti izler. Bu demokrasi devleti halkın devletidir. Halk insanlarının aklı devleti yönetmeye ne kadar erebilir ki. Bu yüzden demokrasi düzeni bir tür kargaşa düzenidir. Sonunda bir adam iktidarı ele geçirir ve tiranlık devleti kurulur. İyi yönetilen bir devlet var mıdır? Bunu söyleyebilmek hiç kolay değildir. Devlet düzeni hiçbir zaman sonuna kadar korunamaz. Devletler de insanlar gibidir: her doğan günü gelince ölecektir. Toplum düzeni bir kere sarsıldı mı onu yeniden derleyip toparlamak son derece güçtür. Platon Dion’a yazdığı bir mektubunda (yedinci mektup) şöyle der: “Bence bugünün tüm devletleri istisnasız kötü yönetiliyor. Siyasal ve bireysel adaletin tüm biçimlerini felsefeyle belirlemek gerekir.” Platon’a göre filozofların kral ya da kralların filozof olduğu gün dünyada adalet geçerli olmaya başlayacaktır. “Filozoflar başa geçmezse ya da baştakiler felsefe yapmazsa insanlığın acıları sona ermeyecektir” (Politeia).