“Sonuçta Galapagos’tan getirilen bir canlı ne anlatacak insanlara? Ama onu müzede ortamıyla, bilgilerle donatarak verdiğinizde, evrimin özünü anlatabilirsiniz. Diyelim dinozoru tanıyorsunuz; ama önünüzde interaktif bilgiler açıldığı zaman, gezegenin geçirmiş olduğu tüm safhaların, dinozorların nasıl yok olduklarının, besin zincirlerinin nasıl kaybolduğunun bilgisini almış olursunuz. Güçlü bir bilginiz olur ve bir dünya görüşü kazanırsınız.”
Sunuş
Geçtiğimiz Ekim ayı boyunca, Kadıköy Moda’da bulunan Saint Joseph Lisesi’nde “Tarihi Bitki Koleksiyonu Sergisi” yer aldı. Sergi, Saint Joseph Lisesi’nden rahip öğretmenlerin 69 yıl boyunca İstanbul’un 37 lokalitesinden topladığı ve dönemin botanik bilgileriyle kaydettiği herbaryumdan oluşuyordu. Koleksiyon, aynı zamanda Saint Joseph Lisesi Tarihi Bitki Koleksiyonu adıyla bir kitaba dönüştürülerek, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından iki dilli olarak basıldı. Koleksiyonu gün ışığına çıkaran ve tanıtan, sergiyi ve kitabı hazırlayan, Prof. Dr. Mehmet Sakınç idi. Kendisini, emekli olduğu halde her gün gitmeye devam ettiği İTÜ Maden Fakültesi’nde her ziyaret edişimizde, Jeoloji Bölümü’nün koridorlarında yer alacak, Yer’in tarihi, evrim tarihi ve ülkemizdeki jeoloji çalışmalarının tarihinden kimi kesitler içeren sergi vitrinleriyle uğraşırken bulduğumuz Sakınç’la, bu vesileyle, bilim sergileri uğraşısı üzerine bir söyleşi yapmak istedik.
İlk sergi: “Nuh’un Gemisi Beyoğlu’nda”
Saint Joseph Lisesi’nde Ekim ayı boyunca sergilenen “Tarihi Bitki Koleksiyonu Sergisi”, sonra bölümünüzün (İTÜ Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü) koridorlarında oluşturduğunuz doğa tarihi ve bölümdeki çalışmaların tarihinden kesitler içeren sergi vitrinleri… Sayın Sakınç, bu tür uğraşılarınız ne zaman, nasıl başladı?
Yapı Kredi Nedim Tör Müzesi’nde hazırlanan “Nuh’un Gemisi Beyoğlu’nda” Sergisinin danışmanlığını yapmıştım, ilk olarak. O zamanlar Yapı Kredi Yayınları’nın başında olan Enis Batur Bey Saint Joseph’liydi. Müze Müdürü Şennur Hanım’a lisenin müzesindeki hayvan koleksiyonlarından söz etmiş ve “Bunlar sergi haline getirilebilir mi?” diye öneride bulunmuştu. Bir gün Şennur Hanım’la sözleşip Saint Joseph’e gittik. İki büyük salon içinde kuşlar, memeli hayvanlar, geyikler, kaplan, sırtlan, bunun yanı sıra kelebek ve böcek koleksiyonları dikkati çekiyordu. Bunlar içinde kuş koleksiyonu gerçekten görülmeye değerdi. Şimdilerde göremediğimiz Kurbağalıdere’nin açıklarından yakalanmış fokbalıkları, Kalamış Koyu’ndan pelikanlar koleksiyonun önemli parçalarıydı. Saint Joseph’de hayvan koleksiyonu 1800’lerin sonlarında yapılmaya başlamış. Yapanlar frère, yani rahip-öğretmenler, bunlar aynı zamanda amatör bilimci. Avrupa’da coğrafik keşiflerin başlamasıyla asırlar önce yerleşen doğayı envanter altına alma geleneğini sürdüren çalışmalar bunlar.
Sergi için çalışma özellikle kuşlar üzerinde yoğunlaştı. Ayrıca doldurulmuş diğer hayvanların da sergi içinde yer almasına karar verildikten sonra, “Nuh’un Gemisi Beyoğlu’nda” ismiyle Mayıs 1998’de Yapı Kredi Nedim Tör Müzesi’nde halka açıldı.
Doğa tarihi müzelerinin önemi
Bu çalışma sizi yeni sergiler konusunda motive mi etti?
Aslında bu tip çalışmalar, öğrencileri ve halkı doğa konusunda popüler bilimi kullanarak aydınlatmak için yapılıyor. Uzun yıllar Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde ve zaman zaman Bilim ve Gelecek dergisinde popüler bilim yazıları yazdım. Bu yazılar öğrencilerin anlayabileceği bilim dilinden olduğu için anlaşılmaları hem çok daha kolay, hem de eğitim ve öğretimin önemli bir parçası. Ancak ülkemizde doğa bilimlerine ilgi çok az. Börtü böcek denilip geçiliyor. Halbuki Avrupa üç-dört asır öncesinden itibaren doğayı envanterleme çalışmaları yapmış. Coğrafi keşifleri, Macellan’ın ya da Vasco de Gama’nın, Darwin’in gezilerini düşünün. Keşifler Çağının gezginleri gittikleri yerlerin doğası, özellikle de bitkileriyle yakından ilgilenmişler; seyahatnamelerinde bunları anlatmışlar. İngiliz kâşif James Cook’un keşif gezilerinde yer alan bitkibilimci Joseph Banks’in Pasifik Adaları’ndan getirdiği binlerce bitki örneği, dünyanın en ünlü herbaryumu olan Kew Gardens’ın temelini oluşturmuş. Hele Darwin’in meşhur Beagle gezisi, bugün Londra Doğa Tarihi Müzesi’nin temelini oluşturan koleksiyonları içeriyor.
Türkiye’de müzecilik neden zayıf?
Bırakın doğayı, hiçbir şeye aldırış etmeyen ilgisiz bir toplumuz. Çok önemli bir özelliğimiz var. Balık hafızalıyız, olayları karşılaştırabilme yeteneğimiz sıfır. Bu bize ne yazık ki Osmanlı’dan kalmış acı bir miras. Toplumun büyük bir kesimi hiçbir şeyin farkında olmadan bu mirasın kolları arasında bir şey hissetmeden yaşıyor. Bu nedenle doğa ile ilgilenmek, akılcı yolla onun nimetlerinden yararlanmak toplumun düşünce sistematiğinde yok. Doğa eğitiminin en basit yolu ise doğa müzelerinin varlığında yatıyor. Bizde Avrupa’daki gibi bir kültür olmadığı için doğa tarihi müzeciliğini oluşturmak zor. Fakat oluşturulması için çaba göstermek önemli. Çünkü doğayla ilgili birikim size düşünmede karşılaştırma olanağı sağlar. Bunu yapabilirseniz tekdüze düşünmezseniz; iyi-kötü, iyinin içinde daha iyiler, kötünün içinde daha kötüler diye ayırabilirsiniz.
Peki bu açık nasıl, hangi araçlarla kapatılabilir?
Daha ilkokuldan başlayarak bunu anlatabilmek gerekir, ama bu eğitimi verebilecek eğitimcilerimiz de yok ne yazık ki. Müzeciliği eğitim aracına döndürmeyi en iyi Fransa, İngiltere, Rusya ve Almanya yapmış. Avrupa devletleri bu işi iyi başarmışlar. Bunun arkasından Amerika, birçok üniversitesi ve ayrıca şehir doğa müzeleri ile bu yarışa katılmış. İşte eğitim açığını kapatmak için bu yolda önemli işler yapmak gerekir. Bu konuda söylenenlerin oluşturduğu kitaplarla Türkiye’de büyük bir kütüphane kurabilirsiniz. Ama nafile, bu konuda yetersiz kalmaya mahkûmuz. İşte Osmanlı’nın acı mirası sırtımızda bir kambur gibi nesilden nesile ne yazık ki geçiyor.
Türkiye’de bir doğa tarihi müzesi var mı?
MTA’da, Ege Üniversitesi’nde yıllar önce kurulmuş bu tip müzeler var, ama bunların bir Fransa ya da Londra’daki ile yakından uzaktan bir benzerliği yok. Bu tip müzeler yaşayan ve değişken yerlerdir. Bu konuda yine çok yazılar yazılmış, sempozyumlar düzenlenmiş ve hatta bildirgeler hazırlanmış, yetkililere iletilmiş; ama sonuç yukarıda belirttiğim gibi nafile… Evet, kurulamaz mı, tabii ki kurulur. Ama neyle? En önemli şey koleksiyon, bu olmadığı için bu tip müzeleri kurmanız doğaldır ki mümkün değil.
Yurtdışındaki doğa tarihi müzelerinin farklılıkları neler?
Paris Doğa Tarihi Müzesi’nde 1500 kişi çalışıyor. İçine girdiğiniz zaman sırf evrimi anlatan muazzam bir bina var, “Büyük Evrim Galerisi”. Bu binada evrimle ilgili her şey var. Ayrıca mineroloji, botanik, paleantoloji bölümleri, muazzam bir egzotik bitkiler bahçesi, herbaryumları var. Burası 13. Louis’ in o zamanlar tıbbi bitkiler yetiştirdiği bahçe; kısaca, Kralın Bahçesi olarak biliniyor. Fransız Devrimi sırasında, burası Doğa Tarihi Müzesi için devlete veriliyor ve kısa süre sonra ünlü Fransız doğa bilimcilerinin çalışmalarıyla bugünkü şeklini kazanıyor. Bence burası doğa bilimlerinin bir mabedidir.
Neden Osmanlı padişahlarının böyle girişimleri yok sizce?
En büyük etken coğrafi keşifler. Osmanlı’nın yok olmasının önemli faktörlerinden biri de bu. Fatih’in İstanbul’u aldığı 15. yüzyılın sonunda Kristof Kolomb Amerika Kıtasına çıktı. Yepyeni topraklar, Avrupa’dan çok daha farklı bitki örtüsü ve doğa. Bunun yanı sıra son derece zengin doğal kaynaklar. Sonuç!! Konuşmaya bile gerek yok, her şey ortada. Osmanlı’da coğrafya bilgisi yok, Örneğin Akdeniz’i göl olarak biliyorlar. Cebelitarık Boğazı hakkında bilgileri yok, “Ruslar nasıl gelecek?” diyorlar. 1770’de Rus Donanması Cebelitarık’tan geçip Çeşme’ye geliyorr ve donanmamızı yakıp gidiyor. Bu örnek coğrafya bilgisizliğinin acı bir örneğidir.
Saint Joseph Lisesi Tarihi Bitki Koleksiyonu Sergisi
Saint Joseph’in kitaplaşan herbaryumu ve bu konudaki çalışmalar nasıl başladı?
Saint Joseph’e oradaki koleksiyonu düzenlemek, envantere almak amacıyla ara sıra gidiyorduk. Gene öyle bir ziyarette bir köşede üzerinde “Kadıköy Florası” yazan 10 ciltten oluşan katalogları gördük. Bunlardan bir tanesini açıp inceleyince, İstanbul civarının inanılmaz bitki çeşitliliği ve tarihiyle karşılaştık. Rahip öğretmenlerinden Jean Marius Reynaud, Pasteur Louis ve İdinaël-Simon’un özellikle Kadıköy ve civarıyla, İstanbul Boğazı’nın her iki yakasındaki yerlere yaptıkları geziler sırasında topladıkları yaklaşık 2500 kurutulmuş bitki, katologlanmış. Dikkatle kurutulmuş, özel bir kağıda yapıştırılmış, en eskisi 1905, en yenisi 1974 tarihli. 37 ayrı lokaliteden 69 yıl boyunca toplanan bitkiler, gayet titiz bir herbaryum etiketiyle etiketlenmiş, bitkilerin familyası, cinsi, türü, toplandığı tarih, yer ve toplayanın gözlemleri işlenmiş. Bu bilgilerin en altında herbaryum numarası ile toplayıcının adı ve imzası yer alıyordu. Semt isimleri dönemine göre yazılmış, örneğin Fenerbahçe “Fenaraki” diye, Tarabya “Terapia” diye geçiyor. 1922’den 1976’ya kadar bu herbaryum, lisenin müzesinde korunmuş, ama 76’dan sonra ilgilenen kimse kalmamış; müze ve herbaryum böceklere ve toza bırakılmış; öğrencilerin bile girmek istemediği bir yer haline gelmiş.
Okul müdürüyle konuştuk, İTÜ’de örneklerle ilgili iyileştirme yapacağız, isimleri değişmiş mi değişmemiş mi araştıracağız, kayıt altına alacağız dedik; imza karşılığında herbaryumu bize verdiler. Yüklendik getirdik. Üç ayda bir buradaki derin dondurucuya sokuyorduk, böceklenmesin diye. 2000’li yılların başıydı. Bir asistan arkadaş bilgisayarda taramayı önerdi, taradık ve nefis bir sonuç ortaya çıktı. Böylece bitkinin tüm özeliklerini elektronik ortama geçirebilecektik. Fakat tara tara bitmiyor, sonuçta 2500’e yakın bitki. Bir bitkinin kayıt altına alınması yaklaşık 10 dakikamızı alıyordu. Yine bir arkadaş, önce etiketleri kayıt altına almayı önerdi; onu daha çabuk bitirdik. Bu süreçte arkadaşların bazıları ayrıldılar; en sonunda kabak benim başıma patladı, bitkilerle baş başa kaldım.
Bir plan yaptım; 37 lokalitenin tarihlerini çıkarayım, hem o zamandan hem de bugünden fotoğraflarını bulayım, oradan toplanmış dört-beş tane güzel bitkiyi koyayım, böylece bir kitap haline getireyim dedim. Bir gün sizin derginin yemeğinde, eski editörlerinizden, şimdi İş Bankası Kültür Yayınları’nda çalışan editör Ruken Hanım ve yayınevinin Genel Müdürü olan eşi Ahmet Salcan ile karşılaştık. Bu kitaptan söz ettim; bir-iki gün sonra buluştuk. Değerli bir koleksiyon olduğunu ve tamamını basmak istediklerini söylediler. Etiket kayıtlarını kullanarak, tekrar eden türleri çıkarttım ve sonuçta 1006 tür, 436 cins ve 87 aile çıktı. Bunları Botanikçi Prof. Dr. Orhan Küçüker danışmanlığında, sistematik bir şekle koyduk. Daha sonra yayınevinden gelen fotoğrafçılar koleksiyondaki seçilen türleri tek tek fotoğrafladı.
Saint Joseph’deki sergi, “Saint Joseph Lisesi Tarihi Bitki Koleksiyonu” kitabı yayımlandıktan sonra mı açıldı?
Şöyle ki, kitap gitti geldi, düzeltildi, Celal Şengör birkaç kez okudu, kaynaklar yazıldı; düzeni, tasarımı, önsözü derken, sonunda bu yılın Haziran’ında yayımlanacak ve sergisi açılacak hale geldi. Yaz döneminde kimse olmaz diyerek sergi ve kitabın tanıtımı Ekim’e ertelendi. 3 Ekim’de kolejin tarih kokan koridorunda ve hemen yanı başındaki Doğa Müzesinde, kitabın tanıtımı kalabalık bir davetli eşliğinde yapıldı ve sergisi bir ay açık kaldı.
Botanikçilerden eleştiri aldınız mı?
Hayır, bu konudaki savım şöyle: Ben tarihi bir koleksiyonu tanıtıyorum. Kitabın önsözünde de belirttik; koleksiyonda hiçbir şey ellenmedi, sadece düzenlendi. Günümüze uymayan ufak tefek noktalar güncellendi.
“Bilgiyi vermeye uğraşıyoruz ama, bir de almaya istekli bulunsa…”
On yıldan fazla süren bu araştırma yapmaya ya da bölümün koridorundaki vitrinleri düzenlemeye zorunlu değildiniz. Yine de bunları üstlenip tamamladınız. Büyük motivasyon gerektiren şeyler…
Şimdi İş Kültür Yayınları ile yeni bir proje üzerinde konuşuyoruz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar doğa bilimlerinin tarihini konu alacak. Bazen kendi kendime, “Olmadık şeylere mi evet diyorum” diyorum. Ama hâlâ heyecanım var.
Nasıl açıklıyorsunuz bunu? Kişisel bir merak mı, doğa bilimlerini topluma anlatmak, kavratmak gibi politik bir duruş mu?
Hepsi var. Doktoramı paleontoloji, yani eski canlılar alanında, Doğu Anadolu’da yaptım. Gençlik yıllarımın önemli bir kısmı Muş-Van arasında geçti. Oradaki insanlarla çok vakit geçirdim. Doğayı da çok severim. Daha önce söylediğim gibi, aynı zamanda zooloğum. İstanbul Ünv. Botanik Bölümü’nde de bir yıl okudum, sonra jeolojiye geçtim. Eski canlılar, yeni canlılar ve yeryüzünün yapısı, gezegenimizin pek çok yönünü bilen konumundayım. Büyük bir bilgi potansiyeli. Bu potansiyeli ne yapacağım? Alınmaz satılmaz; para için de yapmıyorum zaten. En azından o bilgiyi başkasına vereyim diyorum, almak isteyene tabii, ki üniversiteye de bunu verdim.
Bölüm koridorundaki vitrin düzenlemeleri gibi çabalarınız üniversitede karşılık buluyor mu?
İlginçtir, uygulama gerektiren paleontoloji derslerini alan öğrenciler, bu küçük müzeyi, vitrinleri gezmiş değil. Üstelik bunlar dersin verildiği yerde… Tabii esas öğretmenler buraya yönlendirecek öğrencileri.
Bugünkü neslin genelinden farklı olarak bilimi yaşamınızın merkezine koymuşsunuz. Döneminiz, eğitiminiz nasıldı?
İstanbul Ünv.’nde 17 yıl teknik eleman olarak (jeolog) asistanlık yaptım, nedense jeolojideki hocalarla yıldızım pek barışmadı. Bunun en önemli sebebinin benim zooloji kökenli olup sonradan jeolojiye gelişim olduğunu zannediyorum. Hatta “Sen biyologsun” denilerek, küçümsemelerle dahi karşılaştım. YÖK sonrasında kadroya da geçemedim. Sizin anlayacağınız 17 yıl boşa gitti. Bir fırsat oldu, ben de Teknik Üniversite’ye geldim. Geldiğimde Genel Jeoloji dünya çapında bir anabilim dalıydı. Özellikle Celal Şengör ve Naci Görür bu ekibin liderleriydi. Benim bilimde geç kalmam bazı zorlukları da beraberinde getirdi, ama zorlu zamanları atlatıp, bilime burada alıştım desem yalan olmaz. Burası jeoloji bilimini en iyi şekilde yapan yerdi, temel bilim her şeyin üstündeydi. Anabilim dallarının kalkmasıyla bilim yapılamaz hale geldi. Şimdi mühendislik daha ağır basıyor, artık temel bilimler ne yazık ki tu kaka. Her şeye rağmen bir avuç biliminsanı bir şeyler üretmeye çalışıyor, ama nereye kadar…
Ne zaman oldu bu dönüşüm?
90’ların sonlarından itibaren. İlk darbe yüzde 30 İngilizce eğitimi ile geldi. Yüzde 30 diye bir şey olur mu? Ya İngilizce’dir ya da değildir. Sonra gelen idareciler yüzde 100 İngilizce getirdi. Fakat öğrencinin çoğu İngilizce bilmiyor, hazırlık okuyorlar. Üniversite lisan öğreten bir yer olmamalı. Lisan bilmek tabii ki son derece önemli. Bunun bilincinde olan öğrenci kendine bu konuda avantaj sağlayan üniversiteyi ya da yolu seçmeli. Öğrenci bilse bile, hocaların çoğu bilmiyor. Yönetmeliklerin aksine, İngilizce ders verme yetisi olmayan hocalar ders veriyor ya da vermek zorunda kalıyor. Bu da son derece çelişkili bir durum. ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi İngilizce eğitim üzerine kurulmuş yerler; fakat Teknik Üniversite’de öyle bir altyapı yok. Türkiye’de yaşıyorsunuz, hocaların anadili Türkçe, öğrencilerin de öyle; ama İngilizce ders anlatmaya, anlamaya çalışıyorsunuz. Böyle bir komedi dünyada görülmüş şey değil.
Artık “meslek aşkıyla yanıp tutuşan” gençler yok…
Yok, kalmadı. Geliyor, uyuyor derste. İlgilenmiyor. Belki zoraki girmiştir, bilmiyorum. Tekniğin en temel dalları inşaat, elektrik filandır; onlarda bile bu sorunlar var. Bütün öğretim üyeleri dertli. Bilişim hayatının artması öğrencileri başka yerlere sürükledi. Ama ne yazık ki bu bilgi çağında iletişim bilgiyi öğrenmek için değil, nasıl kolay yolla sonuca gidebilirim düşüncesine odaklı olarak kullanılıyor.
Sizin yetiştirdiğiniz bu konularla ilgili öğrenciler yok mu?
Bir tane doktora yaptırdığım öğrencim var, şimdi yardımcı doçent Muğla Üniversitesi’nde. Çalışkan bir arkadaştır. Eski iklimler konusunda çalışıyor. Ne yapacağını düşünüyordu, dedim ki “Bul bir üniversite, git. Hiç durma burada, debelenme, huzursuz olursun.” Muğla Üniversitesi’nde kadro açılınca gitti, fazla kimse de yok oralarda, özerk alanlar var en azından. Üniversitenin içi beni, dışı sizi yakar derler ya. Biz içimiz yana yana üniversitemizden emekli olduk.
Bölümdeki vitrin sergileriniz konusunda üniversite yönetimiyle sıkıntı yaşadınız mı?
Teknik Üniversite bilim damarının güçlü olduğu bir üniversite. Çok çeşitli bölümlerde bilim ödüllü değerli akademisyenler var. Dolayısıyla bilimin bu denli yoğun olduğu bir yerde böyle bir çalışmayı yapmak doğaldır ki bir sıkıntı yaratmadı.
Üniversitede sergi-müzecilik anlamında dahil olduğunuz, fakat sonuçlanmayan projeler oldu mu?
Daha önce bir doğa tarihi müzesi projesi vardı. Mustafa İnan Kütüphanesi’ni yeni yerine taşıdılar, eski yerini de doğa tarihi müzesi yapmak üzere Doğa Bilimleri Uygulama Araştırma Merkezine verdiler, ben başındaydım. Fizibilite raporları çıkardık, örnekler toplandı, Paris’ten dahi örnekler getirdik. Fakat şimdi hiçbir şey yok. Kontrol sizde olmadığı takdirde, Türkiye’de yararlanacağınız insan kaynağı yok, ancak müzenin başına bir bekçi dikebilirsiniz.
Doğa bir bütündür. Önemli olan o bütünlüğün yüklü olduğu bilgiyi nasıl vereceğiniz. Derslerle teorik olarak verebilirsiniz, ama pratiğin nasıl yürütüleceği önemli. Bir çocuğun müzede aldığı bilgiyi, onu nasıl kullandığını kontrol altında tutmanız gerekir. “Aaa dinozor!” dedirtmek yetmez. Dinozorların yaşam ortamlarını, neden yok olduklarını, kometlerin çarptığı zamanları, besin zincirlerinin bozulmasını, bundan kaçan, korunabilen küçük hayvanların memelilere evrimleşmesini… Bunları karşılaştırmalı olarak verdiğiniz zaman, çocuk ileride ne meslek seçerse seçsin, bu bilgileri kendisine temel alacaktır. Bu pozitif bir dünya görüşü kazandırır çocuklara.
Yeni projeler var mı?
Az önce söz ettiğim kitap projesi var. Bu kanımca yine uzun sürecek. Ayrıca biyomlarla (iklim ve coğrafyanın belirlediği yaşam ortamı, ekosistem) ilgili bir doğa müzesi projesi var, onu geliştirmeye çalışıyoruz. Müzenin ana teması dünya biyomları üzerine olacak; mevcut hayvan koleksiyonlarını değerlendirerek bu müze hazırlanacak. İTÜ’de bunun için bir bina yapıldı. Çalışmalar şu anda biyomların mimari tasarımları üzerine yapılıyor. Bu aslında 5-6 yıldır süren bir proje. 1 yıl sonra halka açılacağını tahmin ediyorum.
Kolay gelsin ve teşekkürler.