Efendi tanrı – kul insan arası eşitsizlikçi ilişki kalıbı, eşitsizlikçi ilişkilerin aklanıp, yeniden üretilip tanrıların ortaklıkta görünmediği koşullarda, tanrıların/tanrının yeryüzündeki vekilleri olduklarına inanılan peygamberlere, halifelerine, tanrının yeryüzündeki vekili sayılan yöneticilere, kendilerinin tapınaklarda tanrının işlerini yürüten kahyaları, sözcüleri olduklarını kabul ettirmiş dincilere ve tanrı gibi efendi sayılan köle sahibi egemen sınıf insanlarına hizmete yarayacaktır. Tanrı bu, kul bu, din bu…
Sunuş
Okuyacağınız makale, geçtiğimiz ay internette yayın hayatına başlayan Ateist Dergi’nin Alâeddin Şenel ile yaptığı geniş söyleşiden derlenmiştir. Ateist Dergi yöneticilerine teşekkür ediyor, başarılar diliyoruz.
Sınıf savaşımının, sıcak savaş ve devrimler yanı sıra, ekonomik savaşım, siyasal savaşım, ideolojik savaşım gibi “soğuk savaş” biçimleri vardır. Sınıflı toplumların başından beri bu savaşımda “dinsel ideoloji” kullanılagelmiştir. Sınıflı toplumların ilk biçimi, toplumsal artının tarım emekçilerinden sağılıp aktarıldığı zamanlarda görülmüştür. İkinci evresi artının daha çok endüstri emekçilerinin sömürülmesiyle sağlandığı çağımızın kapitalist toplumlarında yaşanmaktadır.
Dinsel ideolojik hegemonyaya ya boyun eğeceğiz ya da direneceğiz
Dinsel düşünüş, tarımcı sınıflı toplumlara cuk oturmuştur. Endüstrinin egemen üretim biçimini oluşturduğu toplumlarda ise (ister kapitalist ister sosyalist çeşitlemelerinde olsun) üretim teknolojileri de üretim ilişkileri de “bilimsel düşünüş” biçimini getirip geliştirmiştir. Ne var ki endüstri toplumunun kapitalist çeşitlemesinde egemenler, sınıf ve sınıf savaşı gerçekliğini örten dinsel ideolojilere dönüş yapmışlardır. Çünkü dinsel ideolojideki Tanrı-Kul eşitsizlikçi ilişki modeli, eşitsizlikçi üretim ve sınıf ilişkilerini hem aklamaya hem örtmeye uygun bir “referans” sunar. Bu, yordamlamayla kavrandıktan sonra burjuvalar için, dinsel inançları kökleri tarımcı toplumlarda yatan ama emekçi kitlelerde varlığını aile içinde, tapınaklarda, dinsel okullarda sürdüregelen gelenek, görenek, değerlere seslenilerek ve demokrasi, seçim düzenekleriyle, “halkın inançlarına saygı” istemiyle sömürülmesi güç olmamıştır.
Endüstri Devrimi sonrası sınıf savaşı, örgütlenme ve bilinçlenme yolunda emekçiler, yeryüzünde yer yer emekçi düzenleri kurabilecek noktalara varmışlardı. Ancak burjuvazinin dine dönüş, Tanrıya emanet oluş politikaları, bu gibi kazanılmış (sınıf partileri, sendikal örgütlenme vb.) bölgelerin elden kaçırılmasına yol açtı. Öyle ki burjuvazi, önceki dönemlerde bilinçlenmiş emekçileri bile, örgütsel varlıklarını dağıtıp, doğar doğmaz verilen adlar, nüfus cüzdanlarındaki dini “İslam” dayatması, dinsel bayramlar, yetmedi ölünce dinsel törenlerle “geri kazanabilmektedir”. Sonuçta emekçilerin, yazgılarına boyun eğip, Tanrı’nın önündeymiş gibi Patron’un önünde el pençe divan durması sağlanabilmektedir.
Ne yapmalı? “Üstyapısalcılık” olarak gösterilip suçlanabilmesi olasılığını göğüsleyerek, sınıf savaşımının hem altyapıda hem üstyapıda olmak üzere iki platformda birlikte yürütülmesi gereğini savunmaktayım. Öyle görülüyor ki altyapının (üretim biçiminin) değiştirilmesi üstyapıyı (ideolojiyi) “otomatik” olarak değiştirip belirlemiyor. Eski üstyapı öğelerinin aile, sosyalleşme, kültürel birikim, resmi olan olmayan eğitim kurumları, kitle iletişim araçları vb. yollarıyla yeniden üretilmesi karşısında üstyapısal savaşımdan kaçınılamayacak noktaya ulaşılmıştır.
Sözü şuraya getireceğim: İdeolojik savaşım, demokrasi söyleminin ve kitle iletişim araçlarının (bilişim teknolojisi devriminin) doruk yaptığı onyıllarımızda, kısa erimlerde (kısa vadelerde) sınıf savaşının sonucunu belirleyici olabiliyor. Bu savaşımda üyeleri endüstri devrimini sindirememiş (bizimki gibi) ülkelerde, sınıflı toplumla birlikte yerleştirilen ve onunla birlikte sürdürülen “dinsel ideoloji” etkili biçimde kullanılabiliyor. Öyle görünüyor ki din, sınıflı toplum ortadan kaldırılana dek tarihin çöplüğüne atılamayacak. Ona bağlı olarak “yaratıcı ve yazgıcı” Tanrı inancı, insanlığın “sınıflı toplum sorunu” yanı sıra “ölüm sorunu” (hele savaşlar, trafik kazaları, doğal afetler, borçlanmalar, yarışmalar, erkek egemen kültür vb. ürünü doğal olmayan erken ve beklenmeyen ölümler) sürdüğü oranda varlığını sürdürebilecek. Sürdürüldüğü sürece onları sınıf savaşında kötüye kullananlar çıkabilecek. Sömürülenlere, haksızlığa uğrayanlara, yaşamları birilerinin çıkarları için cehenneme çevrilenlere, “tanrısal adalet” ile sonul yargı ve sonsuz yaşam umudunu besleyen “ötedünya” inancı, duygularına, akla ve gereksinimlerine uygun gelebilecek. Öyleyse bu inançların gerçekliğe, akla uygun olmadıkları gibi sömürülmelerin, acılarını azaltmak şöyle dursun artıracağını korkmadan, bıkmadan usanmadan anlatmak ideolojik savaşımın bir gereği. “Ya bu konulara girmeyelim, inanan emekçileri patronların, egemen sınıfın safına itmeyelim” tutumu bizi kapitalist düzenin dinsel ideolojiyle desteklendiği yönetimlere dek getirdi. Üstelik dinsel ideolojik savaşım cephesini siz (kendini emekçi sınıfların davasıyla özdeşleştirmiş aydınlar) açmasanız da onlar çoktan açmış bile. Öyleyse, dinsel ideolojik saldırılara karşı çıkmaktan başka seçenek görünmüyor ortada. Hem de dolaylı yollardan, kıvırtmadan, cepheden karşı çıkmak gerek:
Sen ne diyorsun arkadaş! “Yetkin yaratıcı” nerede? Yetkin bir yaratıcının yetkin yapıtları nerede? Bitkileri, hayvanları, insanları yakıp, yıkıp, ezen yanardağlarda, yersarsıntılarında, tayfunlarda, sellerde, yangınlarda mı?” “Hani, nerde yetkin yaratıcının (eksiksiz, kusursuz olması beklenen) “yetkin yaratıkları”? Analarının karnından kalıtsal beden ve akıl hastalıklarını birliklerinde getiren suçsuz bebekler mi? Ya “ilahi adalet” nerede gerçekleşmiş? İnsanlığın leşyiyicilik, yamyamlık, kafatası avcılığı uygulanan “barbarlık” dönemlerinde mi? “Uygar” Roma İmparatorluğu’nun kölelik düzeninde mi? Spartaküs köle ayaklanması bastırılınca tutsak alınan, Roma’ya çıkan yolun kıyısında sağlı sollu çarmıha gerilen altı bin insana çektirilen acılarda mı? Tek bir kentte yüz binlerce insanı kavuran atom bombasının atıldığı Hiroşima’da mı gerçekleşmiş tanrısal adalet? Ya da o bombayı (haydi atılmasını engelleyemez miydi? sorusunu bir yana bırakalım) yaptıran, attıran yöneticileri cezalandırmak şöyle dursun, sınıfları İslam, Hıristiyan başka dinlerden halkların başına bela olacak biçimde ekonomik teknolojik gelişmeyle “ödüllendirmesinde” mi kendini göstermiş tanrısal adalet?
“Aman inançlara saygısızlık etmeyelim” diyenler mi var, onlara verilebilecekler yanıtları yutup yutkunmamalıyız. Töre cinayetlerine, kan gütmelere, haçlı inançlarına, cihat (inanç yolunda savaş görevi) kışkırtmalarına da (eleştirmeyip) saygı mı göstereceğiz? Hindistan’da Brahma kastı içinde ölen bir din adamının karısının ne kadar genç, ne kadar sağlıklı olursa olsun kocasıyla birlikte diri diri yakılmasının doğru olduğu inancını alalım. Sömürgeci İngiliz kamu yöneticisince (1840’larda) yasaklanınca Brahmanlar gelip inançlarına saygı gösterilmesini istemişlerdi. İşin püf noktası burada. Ölen brahmanın inancına mı yoksa yakılacak karısının haklarına mı saygı gösterilmeli? Sorulması ve yanıtlandırılması hiç de güç bir soru değil. Saygı (o ya da bu sınıftan, cinsten olduğuna bakılmaksızın) insana, gerçek insan öznelerine gösterilmelidir. Maddesel ya da simgesel putlara (Hindu inancının 320 milyon hesaplanan tanrılarına) değil!
Hindistan’da inançlara saygı gösterilmesini isteyen Brahmanlar kastı üyeleri aslında, inançlar, gelenekler kanalıyla kastlarının üstünlüğünü, ayrıcalıklarını, çalışmadan (çalıştırdıkları paryaların sırtından) yaşama düzenini sürdürmek istiyorlardı. Bizde ne isteniyor? Kendilerini Allah’ın sözcüsü atamış siyasiler bile, Allah adına konuşup “Bugün Allah için ne yaptın?” diye “kulları” her gün sorguya çekiyorlar. Bakıyorsunuz yapmanızı istediklerinin (ender olarak size, emekçi çevrelere, tüm olarak insanlığın yararına) çoğu, eninde sonunda (“insanların” değil) İslamların, partilerinin, egemen sınıfın insanlarının, yöneticilerinin çıkarına.
Sonuç olarak, kaçınılamayacak bir ideolojik savaşımın tam orta göbeğinde bulunuyoruz. Dinsel ideolojik hegemonyaya ya boyun eğeceğiz ya da direneceğiz.
Varlığı kesin olarak bilinmeyene “var” demek ahlak kavramıyla uyuşmaz
Siyasal, ideolojik tartışmalar bir noktada “peki siz Allah’a, Peygamber’e inanmıyor musunuz?” sorusuna getiriliyor. “İnanmıyorum” diyemeyeceğinize duydukları güvenle tartışma, konusu ne olursa olsun, bu noktada kazanılmak istenmektedir. O noktaya dek söyledikleriniz, sorduklarınız üzerinde düşünme, yanıt verme gereği görülmeksizin, sizin dinsiz, dolayısıyla ahlaksız olduğunuz izlenimi yaratılmak istenir. Dinsel ideolojik saldırıda izlenen taktik genelde budur. Sizinle birlikte savunduğunuz düşüncelerin, değerlerin böylece çöpe atılmak istenmesidir. Oysa, kanımca akla ve ahlak değerlerine uymayan asıl dinsel, ötedünyacı (ve Brahmancılık/Hinduculuktaki biçimiyle öteyaşamcı) inançlar, özelikle de Tektanrıcılıktır.
Şöyle ki, düşünmenin başına bir aksiyom (kanıtlandırılmaya gerek duyulmayacak kadar açık gerçek sayılan inanç) varlığı hakkında hiçbir nesnel, bilimsel kanıt gösterilemeyen bir aşkınözne ve ötedünya yaşamı konmaktadır. Böyle bir inanç ve bu inançla teslim alınmış jüri karşısında, tartışma tanrının varlığı yokluğu üzerine çekilmedikçe hiçbir argüman tutunamaz. Çünkü var olmayanın varlığı bir kez kabul edilmişse, ona yüklenen herhangi bir nitelik, onunla bağlantırılan herhangi bir “doğru”, herhangi bir “gerçek”, herhangi bir “değer” de kabul ettirilmiş olacaktır. Öyleyse, işin başında, varlığı kesin olarak bilinmeyene, bildirilmeyene “var” demek ahlak kavramıyla uyuşmaz.
Standart ahlak anlayışımızla sorgulayabileceğiniz bir insan düşünün: “Babam bu işin ustasıyım, bana inan” diyor. İnanıyor, işi baba oğul onlara veriyorsunuz. Babası var mı yok mu belli değil. Parayı peşin almış ama gelip işi yapan yok. Böyle bir söze doğru, böyle bir kişiye ahlaklı denebilir mi? “Ne ilgisi var” diyen mi var? İnsanlık örneğin tektanrıcı inancın başından beri “meded ya Allah” diyor, gelen var mı?
Yıllar önce “Hiroşima Bombalanırken Tanrı Neredeydi?” başlıklı bir yazım yayınlanmıştı. Orada şöyle düşünmüştüm. Her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeye gücü yeten bir tanrı, öyle bir bomba ile 200 bin kişinin kavrularak öldürülebileceğini bilmez mi? Kalanların çocuklarının doğuştan kanserle dünyaya geleceklerini düşünmez mi? Şişko oğlan (İng. fat boy) denen bomba atıldıktan sonra bile Tanrı onu, kendisinin koyduğu doğa yasalarını askıya alıp, yere düşmeden, sözgelimi yere 50 metre kala havada asılı durduramaz mıydı? O zaman, ikincisinin Nagasaki’ye atılmasından vazgeçilirdi. Onu havada asılı gören sonraki kuşaklar (içlerinde ben) “tamam” derdik “varlığı” kuşkusuz. Bir de istediklerini, binlerce yıl öncesinin dinlerinde, mezheplerinde, kitaplarda farklı farklı aktarılan sözleriyle değil, gökgürültüsü gibi bangır bangır konuşmasıyla aracısız işitebilseydik! Ya da varlığı her insanın beyninde 2+2=4 kadar kesin algılanabilseydi!
Ama böyle bir şey olmamışsa, olmuyorsa, Hiroşima benzeri yıkımlar insanların yakasını bırakmıyorsa, insan insanı diri diri yakıp, derisini diri diri yüzebiliyorsa, tanrılar, dinler, inançlar onları durdurmuyor, durduramıyor demektir. Durdurduğunda bakın ne oluyor: Tevrat “Yeşu” kitabı 10/12-13’te olanlar şöyle anlatılıyor: “Yeşu [İsrailoğullarının savaşçı peygamberi] halkın önünde … şöyle seslendi: Dur ey güneş Givon üzerinde. Ve ay sen de Ayalon Vadisi’nde.” Halk düşmanlarından öcünü alıncaya dek güneş durdu ay da yerinde kaldı. Bu olay Yaşar Kitabı’nda da yazılıdır. Güneş yaklaşık bir gün boyunca göğün ortasında durdu… [Böylece ortalık kararıp düşmanların kaçarak kurtulmasını önlemiş Rab hepsinin kılıçtan geçirilmesini sağlamış] “Çünkü Rab İsrail’den yana savaştı” deniyor.
Maddeden bağımsız ruh gördünüz mü?
Tanrının varlığı ve yaptıkları, yapmadıkları öyküleriyle olgular ve doğrular karşılaştırıldığında, yetkin ve hakça (adil) bir tanrının varlığından söz etmenin yeri ve gereği olmasa gerek. Bu, sorunun pratik yaşam ve ahlak ile ilgili yönü. Bir de kuramsal, bilimsel yönleriyle ilgili sorunları var. Maddeden tümden bağımsız ruhlardan, maddeyle birlikte görünmeyen ruhsal (psikolojik) durumlardan bilimsel olarak söz edilebilir mi? Örneğin cinlerin varlığından, cinlerin içine girdiği insan davranışlarından, cin çıkarmadan söz etmek ne denli gerçeğe, bilimsel bilgilerimize uygun düşer? Ben kendi adıma yaşamım boyunca maddeden bağımsız bir ruh olayıyla karşılaşmadım. Ruh denen niteliğe sahip olmayan taş gibi cansız, bitki gibi canlı varlıklarla dolu her yer. Ama madde ile birlikte bulunmayan, maddeden bağımsız tek bir ruh göremiyor, gösteremiyor, algılayamıyoruz. Çünkü yoklar. Onlar yalnızca kafamızda var. Bunun anlamı, o ya da bu ruhun maddeyi, canlıyı insanı yaratıp belirlemesi şöyle dursun, ruh denen karmaşık niteliğin varlığının sıkı sıkıya maddeye, onunla birlikte var, onunla birlikte yok olacak derecede bedene bağlı, bağımlı olduğudur.
Gerçekten psikolojide (Türkçesi ruhbilim değil ruhbilgisi ile karşılanması gereken bilgi dalında), ruh olgusuyla, ruh olaylarıyla, ruh durumlarıyla anlatılan nedir, bir bakalım: Canlılık, beslenme, üreme, duyu, duygu, düşünme olgularının karmaşık birliğidir. Öyle ki duyu (acı, tatlı) algılama yetisi yitirilmişse, ruhun bir öğesi eksilmiştir. Duyular ile onları değerlendiren düşüncelerin birliğinden oluşan (örneğin acı biber turşusundan hoşlandığınızı düşünüp söylediğinizde içinde bulunduğunuz) duygu durumlarınızı (Alzheimer hastalığında olduğu gibi) algılayamıyorsanız, ruhun bir öğesi daha gitmiştir. Bunlar yanı sıra (bitkisel yaşama girilen koma durumlarındaki gibi) düşünemiyorsanız, beslenemiyorsanız, üreyemiyorsanız ruhunuzdan söz edilmesi iyice güçleşir. Beyin ölümü ile (hatta beden ölümü gerçekleşmeden duyma, duygulanma, düşünme, kastlara komut gönderme işlevlerinin görülememesiyle) ortada ruh muh kalmaz. Oysa ruha, bedenden bağımsız bir varlığa inanç tam da beden ölümünden öncesi kadar (son nefesten) sonrası için söz konusu edilmektedir. Öyleyse ruhsal niteliklerin maddeye bağımlılığı matematiğe vurulabilecek kesinlikte bilimsel bir gerçektir. Demek ki, dinsel ideolojide bilimsel gerçeklik tepetakla edilmektedir. Tevfik Fikret’in söylediği gibi, insan putunu kendi yapar, kendi tapar. Yalın maddeler cansızdır. Canlılık karmaşık maddelerin niteliklerinden biridir. Maddeden tam bağımsız ruh, maddeyi (evreni) canlıları, insanı yaratan bir yaratıcı kavramı, insanın yarattığı bir düşüncedir. Sorun zaten, tanrının varlığından yokluğundan çok tanrı inancının varlığında yokluğunda (sınıfsal, ideolojik işlevinde) düğümlenmektedir.
Peki, “yaratıcı, yazgıcı tanrı” kavramını ilk sınıflı toplumlardan beri yaşatıp sınıfsal çıkarları yönünde sürdürenleri anlayabiliyoruz. Ya kişisel ve sınıfsal zararlarına karşın birçok insan bu inançları nasıl içselleştirilebiliyor, derseniz. Bunun kültürel geleneğin, ideolojik eğitimin kurbanı olmak gibi toplumsal nedenleri yanı sıra bireysel koşulları var. Yaşlılıkta yoğunlaşan ölüm korkusu bunlardan biri. Ama asıl bireysel kaynağı çocukluk döneminde çocuk psikolojisinde ve eğitiminde: Annenin çocuğuna yaşamı öğretip eğitmesini ele alalım. Çocuğu durdan sustan anlamıyorsa, ya acıyla ya da öcüyle korkutulup koşullandırma (kolaycı) yoluna gidilebilmektedir. Çocuk ise yaşamı, önce kişisel deneyimlerinden çok, ana babasının, yetişkinlerin verdikleri bilgilerle öğrenmektedir. Olanları kendisi değerlendirebilecek, nasıl davranmasının uygun, doğru olacağını kendisi düşünüp karar verecek durumda değildir. Büyüklerinin dediklerini doğru bulup, onların doğruyu söylediklerine “inanacaktır.” Yani çocukta inanma düşünmeden önce gelir. Ana baba da, öğretmen de (ilerde yöneticiler de) böyle bir psikolojik eğilimin varlığını yordamlamayla öğrenip onu, çocukları denetleyip onları istedikleri biçimde yetiştirmede, iyiye olduğu kadar (sınıflı toplumda) kötüye kullanabilmektedirler. Dinsel inançları ve ideolojiyi bu bağlamda düşünün, gücünü ve (olumsuz) etkilerini anlayacaksınız.
Fransa burjuvazisinin “kıvırtması”
Egemen sınıfların hangi durumlarda neler yapabileceklerinin en iyi örneği Devrim sırası ve sonrası Fransa burjuvazisinin “kıvırtması”dır. Gerçekten, Fransız Devrimi (1789) öncesi, biliyorsunuz, savaşçı (toprak sahibi) ve dinci (iman sahibi) soylu kesimler egemen katmanlardı. Kırlarda (yarı köle konumundaki) serfler ile kentlerdeki (“baldırıçıplaklar” denen) emekçiler ise sömürülen, yönetilen katmanları (zümreleri) oluşturuyorlardı. Hepsinin birden tanrının kulları (köleleri) olduklarına inandırılmışlardı. Katmanlar arasındaki sömürüyü gizleyip çıkar farklılıklarını örterek onları birleştiren Katolik Kilisesi idi. Böyle bir yapıda Haçlı Akınları (11.-13. yüzyıllar) ve sonrası gelişen ticaret devrimi (15.-16.yüzyıllar) ile genişleyip palazlanan (üçüncü katman olarak) burjuvazi (kentli kesimler) ekonomik erki ele geçirmişti. Egemen sınıf konumuna geçebilmek için siyasal erki (yönetimi) de Devrim ile tekellerine almaya kalktılar. Bunun için önce kırlı emekçileri soylu efendilerinin boyunduruğundan kurtarmaları gerekti. Bunun için de kırlı ve kentli kesimlerin kafalarını tanrıya kulluktan (dincilerin boyunduruğundan) kurtarmaları gerekiyordu.
Bu yolda, Devrim sırasında, Kilise topraklarına el kondu. Devrim yasalarına uyacakları belgesine imza vermeyen papazlar görevden alındı. Kilise okulları kapatıldı. Kiliselerde “insanlık dini” adı altında din eleştirisi yapılıp, insanı yücelten değerler savunulmaya başlandı. Yani yükselen burjuvazi ateist propagandayı, serfleri, kentli baldırıçıplakları dinsel inançlarından (dolayısıyla soyluların boyunduruğundan) kurtarmada kullandı.
Gerçekten Fransız devrimcileri bu amaçla Fransız Enstitüsü içinde bir çalışma grubu oluşturdular. Başına, bilginin kaynağının (Kutsal Kitap, papazların kafası değil) duyularımız ve deneyimlerimiz olduğu savına dayanılan (İngiliz ampirizmi benzeri) sensualist felsefeyi benimsemiş bir aydın, kafası devrimcilerin giyotininden son anda kurtarılan Destutt de Tracy adında soylu kökenli bir bilgin getirildi. Devrimcilerin “düşüncelerin bilimini yapan kimseler” anlamında “ideolojistler” dedikleri bu çalışma grubundan bekledikleri, devrimci eğitim ilkeleri ve eğitim kurumları için öneriler geliştirmeleri. Destutt de Tracy çalışmalarını (1801’de) Ideologie başlıklı yapıtında yayınlıyor. Durkheim’ın “Sosyoloji” kavramı nasıl “toplumun bilimi” anlamına geliyorsa “ideoloji” de, benzer biçimde, önceleri “düşüncenin bilimi” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Adı bile onun insanların dinsel inançlara niçin kapıldıkları, ne tür bir eğitimle bilimsel düşünebilecekleri konusunda odaklaşılan içeriğini açıklayıcıdır.
İdeoloji, bilimsel düşünüşün geliştirilmesi için sosyoloji kadar önemli bir bilim dalı olarak kurulmuştu. Napolyon döneminde olumsuz anlam kazandırılınca lise ders programlarına konmayıp aşağılanmaya başlandı. Niçin? Napolyon önceleri, öteki Fransız devrimcileri gibi kendilerine “ideolojist” denen grubun çalışmalarını, düşüncelerini ve önerilerini göklere çıkarıyordu. Zamanla burjuvazinin gereksinimleri, Fransa politikasında sınıflar arası güç dengeleri değişti. Baldırıçıplaklar proletaryaya dönüştü ve yönetime katılmaktan dışlandı. Avrupa aristokrasisi Fransız burjuvazisine (“kötü örnek olur devrimi bizim burjuvazimize de bulaştırır” diye) saldırdı. Buna karşı Fransız burjuvazisi önce savunmada kaldı. Sonra, başarılı olunca, “tüm insanlığın özgürlük, eşitlik, kardeşlik değerleri için savaşıyoruz” propagandasıyla karşı saldırıya geçti.
Kilise okullarının yeniden açılması Napolyon yönetimi döneminde bu koşullarda gündeme getirildi. Napolyon, ideolojistleri şaşırtan bir kararla açılmasından yana oldu. İdeolojistlerin sert eleştirilerine uğradı. O da ideolojistleri aşağı yukarı şöyle eleştirdi: “Size artık ideolojist değil (demagog sözcüğününkini çağrıştıran bir anlamla) “ideolog” denecek. Çünkü kafalarınız havada, ayaklarınız Fransa gerçeklerine basamaz olmuş.” Kim haklı ve neydi Fransa gerçekleri? İçeride, emekçiler (din eleştirisiyle ve devrim eylemiyle) toprak sahiplerinin ve Kilise’nin elinden kurtarılıp fabrikalarda toplanmış. Artık eleştirel düşünmeleri gerekmez, hatta zararlı. Patronların, teknisyenlerin buyruklarını yerine getirebilecek kadar ve getirebilecek biçimde eğitilmeleri yeter de artar bile. Dışarıda, orduda benzer bir gereksinim var. Verilen komutlara (doğru mu yanlış mı, yararımıza mı zararımıza mı diye eleştirmeden) harfi harfine uymaları, “öl denmişse ölmeleri” beklenir olmuş. Her iki alanda, emekçilerin gerçekleştiremeyecek umutlarını, mutluluk beklentilerini ötedünyaya ertelemelerini sağlayacak bir inançlar dizgesine yeniden gereksinim duyulur. Bu da ailede verilen dinsel eğitimin (liselerde, üniversitelerde bilimsel eğitim şansı verilmeyen kesimler için) kiliselerin pazar ayinleri ve Pazar Okulları ile desteklenip pekiştirilmesiyle karşılanmış olacaktır.
Bu geri dönüşün evrelerinin az çok kronolojik, kronolojik olmasa bile sistematik (düşünsel, mantıksal) sırası şöyle görünüyor: Başlangıçta izlenen inançlar yerine getirilen rasyonel, eleştirel düşünüşün gereği “din eleştirisi” politikasında frene basılır. Tartışma, burjuva aydınları arasında tanrının varlığı yokluğu, “Ateizm” üzerinde yoğunlaştırılır. Bir süre sonra bu kadar insan inanıyorsa “tanrı yoktur” diyerek onların kalbini kırmayalım. Ama değil mi ki evrensel insan değerlerini savunuyoruz çeşitli kutsal kitapları, dinleri, mezhepleri eleştirmekle yetinelim. Bu ikinci evrede izledikleri, yaratıcı, yönetici bir tanrının (fabrika sahibinin varlığına benzeyen) varlığına inanılıp, onun çeşitli sözcülerine inanılmadığı, Deizm (Teizm değil) düşüncesidir. “Ya çeşitli dinlerden ve mezheplerden insanlar birbirlerine nasıl davranmalılar?” sorusunun yanıtı, zamanla “inançlara saygı” politikasını getirmiştir. (Oysa saygının inançlara, putlara değil gerçek insan öznelere gösterilmesi gerektiğini göstermiştik). Yöneticiler uyruklara nasıl davranmalı sorusunun yanıtı “din işleriyle devlet işlerinin karıştırılmaması” yani “laiklik” politikalarının geliştirilmesi evresinde verilmiştir.
‘Din’in kökeninin sosyo-ekonomisi
Yukarı Paleolitik uzman avcı kültürlü toplulukların muska işlevi görmüş nesneleri, bir tür sanal özneler olarak sonraki kültürlere geçirilebilmişlerdir. Onların benzerleriyle asalaklıktan üretime geçilmiş topluluklarda (örneğin Hacılar kazı yerinden çıkarılıp sergilendiği Anadolu Medeniyetleri Müzesi Neolitik kültür objeleri vitrininde de) karşılaşabiliyoruz. Ancak, artık onlar tarımcı topluluklarda, üretimle aşılmış nüfus darboğazıyla ilgili objeler olmayıp, verimliliği toprağı işleyen kadına benzetilen “toprak ana” simgeleridir. Bu dinsel düşünüşe geçiş evresinde de tanrıça konumuna yükseltilmiş değillerdir.
Bu noktaya dek gelişen geçim ve düşünüş biçimlerinin başlangıcında, biyolojik evrimde erkek dişi farklılaşmasına dayanan cinsler arası işbölümü vardır. Erkekler avcılık kadınlar toplayıcılık işlerini üstlenmişlerdir. Son buzul çağını izleyen tarihlerde (MÖ 10. binyıl – 8. binyıl arasında) çoraklaşan Ortadoğu bölgelerinde, yaşam çemberini bir yılda tamamlayıp ertesi yıla tohumlarını dökerek geçebilen yabanıl tahıl türleri yaygınlaşır. Buralardaki toplulukların kadınları, önce onları devşirerek, sonra çapalayıp, sulayıp gübreleyerek, en sonunda da tohumlarını götürüp sulak yerlere ekerek, insanlığı asalak geçim biçimlerinden üretici geçim biçimine geçirmiş görünürler.
Tarımsal üretimin sap saman gibi insanlarca yenmeyen artıkları erkeklerin bir zamanlar avladıkları hayvanları tutsak tuttukları ahırlarda beslemeye başlamalarıyla, yabanıl bitkiler yanı sıra yabanıl hayvanlar evcilleştirilmiş olur. Tarım, ekilen tarlanın başından ürün alınana dek ayrılmamayı gerektirince yerleşik köy yaşamına geçilmiş olur. Köyler tahıl ambarlarıyla ve ağıl hayvanlarıyla gelecek için geçim güvenliği sağlanabilen yerlerdir. Çiftçi yaşam biçimi, sağladığı bu güvenlikten dolayı ilk köylerin çevresindeki özgür dolaşan avcı toplayıcı toplulukların da yerleşik yaşama geçmeye başlamasıyla hızla yayılır.
Ancak zamanla (Filistin’den Orta Asya’ya uzanan) yabanıl tahıl habitatının güneyinin ve kuzeyinin çiftçiliğe pek uygun olmadığı anlaşılacaktır. Güneyindeki bozkırlarda zamanın çapa tarımıyla işlenmeye elverişli kumlu topraklar vardır. Ama yağış yeterli değildir. Kuzeyindeki yaylalarda yağış yeterlidir ancak toprak, çapayla işlenemeyecek derecede kök salmış sık otlarla kaplıdır. Her iki bölgede hayvansal besin üretimine uygun uçsuz bucaksız otlaklar uzanmaktadır. Buralardaki köylerde hayvansal besin üretimine daha fazla önem verilmesi eğilimi, yerleşik yaşamın bırakılıp otlaktan otlağa göçebe çoban yaşamına geçilmesiyle sonuçlanmıştır.
Bu, sonunda devletin ortaya çıkışına varacak topluluklararası farklılaşmanın başlayışı demekti. Göçebe çoban topluluklar, tarımsal üretim açıklarından dolayı kendine yetersiz toplumlardı. Ayrıca otlakların sınırları çizilemeyip basanın elinde kalması da, çoban topluluklararası sürekli savaşlara yol açması nedeniyle yaşamlarının güvensiz olacağını gösterir. Hem hayvansal besin üretimini erkeklerin yönetmesi, hem otlak ve sürü kapma savaşları, bu topluluklara savaşçı bir yaşayış biçimini getirdi. Yerleşik çiftçiler, onlara göre, tarlalarını ve ambarlarını korumaya çalışan, savaşçılık kültürü göçebelerinki kadar gelişmemiş topluluklar olarak kaldılar.
Hayvanlar doğada yabanıl durumdayken, otladıkları yerin yakınına dışkılarını bıraksalar da, sürekli devinim içinde oraları bırakıp başka yerlere giderler. Ama evcil sürüler ağıllarda ve ahırlarda dışkılarıyla birlikte ve birbirlerine sürtünerek yaşamak zorunda bırakırlar. Bu koşullar ölümcül salgın hastalıkların hızla yayılmasını getirir. Tüm sürünün salgın hastalıkla yok olduğu ya da başka çobanlarca kaçırıldığı, otlaklarından çıkarıldıkları durumlarda göçebe çoban bir topluluğun insanları her halde açlıktan ölmeyi beklemeyecektir. Ellerindeki sürü ürünleriyle köylerdeki tarım ürünlerini takas etmeyi önereceklerdir. Kendi gereksinimlerine yetecek kadar hayvansal besin üretilen köyler bu barışçı alışveriş ilişkisine pek açık olmayacaklardır. O zaman savaşçı ilişkilere başvurulacaktır.
Tarih boyunca sürecek bir geleneği başlatarak köylere saldıracaklardır. Göçebe çobanlar ile yerleşik çiftçiler arası savaşçı ilişkilerin birinci adımı “talan evresidir”. Direnen çiftçiler kılıçtan geçirilecek, ambarları boşaltılacak, belki tarımsal üretici kadınları kaçırılacaktır. Bunun altın yumurtlayan tavuğu boğazlamak olacağı anlaşılınca ikinci adım olarak “yağma evresi” başlatılacaktır. Olabildiğince az üretici öldürülüp, beslenmelerine ve tohumluğa yetecek olanın ötesi yağmalanacaktır. Devlet kuramını benimsediğim Oppenheimer, birincisini “ayıcılık evresi”, ikincisini “arıcılık evresi” olarak nitelemektedir. Göçebe çobanların çiftçileri öteki çobanlara karşı koruma karşılığında haraç ve vergi biçiminde artı almak amacıyla onların başına bir yönetici sınıf olarak yerleşmeleriyle devletin doğmuş olacağını söyleyebiliriz.
Bu sınıflı toplumlardan büyük çapta toplumsal artı ürettirme olanağı sunan Mezopotamya Sümer topluluklarında, Dicle-Fırat vadisinde kanal baraj set gibi su denetleme işlerine girişilmiştir. Sulama yapılan, çiviyazılı tabletlerde “Tanrının tarlaları” olarak nitelenen topraklardan “Tanrının evi” denen tapınağa su gibi akan artı ürünle, tapınakların çevresinde oluşan kentlerde yaşamaya başlayan zanaatçı, tacir, savaşçı (asker) dinci gibi kesimler beslenebilmiştir. İç içe gelişen olgular olarak sınıflı, devletli, kentli eşitsizlikçi uygar toplumların Mezopotamya’da Dicle ile Fırat kıyılarına tespih taneleri gibi dizildikleri (arkeolojik kazılardan ve çözülen çiviyazılı tabletlerden) ortaya çıkarılmış bulunuyor.
Farklı çıkarlara sahip olabilen sınıfları üretim süreci içinde (çalıştıran-çalışan, yönetilen-yöneten, sömüren-sömürülen olarak) bir arada, birlik içinde tutmak için egemen sınıfın kolluk güçlerinin kullanılması her zaman olanaklı ve yeterli olmayacaktır. Eşitsizlikçi düzene (sözde) gönüllü uyulmasını kolaylaştıracak bir ideolojiye (inançlar dizgesine) de gereksinim duyulmuş görünüyor. Bu yolda “dinsel ideoloji”, ölünce ruhu yaşatılarak özneleştirilen atalarla ilgili mitosların derlenip, mitolojilerde sistemleştirilmesiyle başlatılmış sayılabilir. Böyle sanal öznelerin ve tarımla ilgili özneleştirilmiş (toprak, su, güneş gibi) doğa güçlerinin (çalışmayan egemen sınıftan, buyuran yöneticiden esinlenilerek) aşkınözneleştirilmeleriyle “dinsel aşkınözneler” (tanrılar) kafada ve sözde yaratılmış oldular. Gerçekten Mezopotamya mitolojisinde tanrılara kişilik biçilirken onların, toplumdaki köle sahibi efendiler gibi çalışmayıp köleleri çalıştırdıkları, üretemeyip kölelerin (kulların) üretip tapınağa getirdikleri adaklarla ve kurbanlarla beslendikleri düşünülür. Öyle ki önceleri kurbanlar tanrılara sunuluyordu. Kanıtlarından biri Gılgamış Destanı içinde, tufan sırasında biri dışında insanlar yok edildiği için aç kalan tanrıların Nuh’un kendini kurtaran kurban sunduğunda tanrıların “ete üşüşen sinekler gibi” kurbanın başına üşüştüklerinin yazılı olmasıdır.
İster Sami dillerinde olsun ister Hint-Avrupa dillerinde olsun tanrılar için (İbranice’de ve Arapça’da Rab, İngilizce’de Lord olarak) “efendi” (köle sahibi ve yönetici) sanı kullanılmaktadır. Tanrıların insan efendilerden ve insan yöneticilerden üstün olduklarını düşündürmek için onlara bir de “yaradan” sıfatı verilir. Bu yolda bir “Yaratılış Mitosu” oluşturulmuştur.
Yaratılış mitosunun elimizdeki çeşitlemesi Enuma Eliş olup “Babil Yaratılış Destanı” altbaşlığıyla çivi yazılı Sami dilinden çağdaş Hint-Avrupa dillerine ve oradan Türkçeye çevrilmiş bulunmaktadır.
Bu yapıtın dinle, dinsel ideolojiyle o ya da bu amaçla ilgilenen kimselerce kesinlikle okunup incelenmesi gerekir. Çünkü yapıt, ilk uygar, sınıflı, eşitsizlikçi toplumla birlikte yaratılan dinsel ideolojidir. Bununla kalmaz, kültürel gelenekle kopyalama yoluyla, Sümer’in kenttanrıcılığından, Mezopotamya’nın ve Ortadoğu’nun çoktanrıcılığına oradan Ortadoğu imparatorluklarının ideolojik gereksinimlerine yordamlamayla geliştirilen bir yanıt olarak (Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık evrelerinden geçirilerek) günümüze kadar sürdürülebilen tektanrıcı düşünüşün de kaynağında bulunmaktadır. Öyle ki yoktan yaratıcı, balçıktan biçimlendirici [mantıksal çelişki değil mi?] yazgıcı, yargılayıcı [bir çelişki daha] tanrı anlayışı [tohumu değil fidanı] onda aşılanmıştır. İnsanın tanrıya kulluk [kölelik] etmesi amacıyla, “tanrı suretinde” yaratıldığı ilk orada söylenmiştir. Balçık yontuya “yaşam soluğu” (ruh) üflenerek canlandırıldığı inancı [bkz. Kur’an, Secde suresi: 7-9’daki “… insanı çamurdan yaratmıştır … ona kendi ruhundan üflemiştir” inancı) onda başlatılmıştır. Çalıştıran-çalışan (sınıflı) yöneten-yönetilen (devletli) eşitsizlikçi insan ilişkilerinin yeniden üretilmesini sağlayacak bir kalıp işlevi görecek efendi tanrı-kul insan inancı orada ekilmiştir. Kısacası tektanrıcı inancın tüm asal ve birçok biçimsel öğesiyle, ilk uygar toplumla birlikte formülleştirilen Sümer Yaratılış Mitosu’nun tabletlerde Sami diliyle, çiviyazısıyla kopyalanmış olarak kazılarla gün yüzüne çıkarılan Enuma Eliş Babil Yaratılış Destanı içinde bulunmaktadır.
Yaratılış öyküsü Enuma Eliş’te özetle şöyle işlenmiştir: “Başlangıçta göklerde” tatlı sular tanrısı Apsu ile tuzlu sular tanrıçası Tiamat vardır. Sularını [çiftleşerek] birleştirirler. Kadınlı-erkekli, çifter çifter öteki tanrıların anaları ataları olurlar. Sayıları düzineyi bulur. Onların çocukları genç tanrılar ise yeryüzünde vur patlasın çal oynasın yaşamaktadır. Şamataları göklere çıkar. Apsu “gece uyuyamıyorum, gündüz dinlenemiyorum” diye yakınır. Oğlu ve veziri (sis, cemre tanrı) Mummu sel gönderip hepsini yok edelim diye akıl verir. Baba tanrı öneriyi benimser. Ana Tanrıça karşı çıkarsa da sözünü geçiremez. Tanrılarca karar alınmıştır. Tek yapabileceği kararı sızdırmaktır ki hazırlıklı olsunlar. Genç tanrılar paniğe kapılır. İçlerindeki baş tanrı bile tanrıça Tiamat ile savaşmayı göze alamaz. Yeni yetme kent devleti Babil’in koruyucu genç tanrısı ben savaşırım der (buradan mitosun Mezopotamya’daki kent devletleri arası egemenlik savaşlarını öyküleştirdiği çıkarsanabilir). Ancak Marduk’un bunun için bir koşulu vardır. Yazgı tabletleri kendisine verilmeli ve [baştanrı sayılarak] sözü yasa kabul edilmelidir. Öteki kentlerin koruyucu tanrıları bu işi başarıp başaramayacağını bir örnekle göstermesini isteyerek Marduk’u sınavdan geçirirler. Marduk sınavı geçer ve Tanrıça Tiamat’ın karşısına çıkar. Onu okuyla yüreğinden vurup bedenini ikiye böler yarısıyla gökleri, yıldız tanrıları, yarısıyla yerleri yaratır. Yaşlı kuşağın öteki tanrıları tutsak alınmıştır.
Mitosun elimize geçebilen tablet parçalarında bulamasak da mitosu düzenleyen dincilerin teolojik (“dilbilimsel” değil “dinbilgisel”) bir sorunla karşılaşmış olmaları gerekir. Tutsakların öldürülmeleri tanrıların genelde ölümsüz oldukları inancını sarsacaktır. Öldürmeyip bağışlanarak yaşamaları karşılığı olarak köle kılınıp kendilerini tutsak alanlara hizmet etmeleri seçeneğinin söylenip yazılmasının da ilerde özürleri doğabilecektir. O zaman insanlar, “bir tanrı grubunu öteki tanrı grubu besleyip hizmet ediyorsa, bizim tanrı evine adak götürüp kurban sunmamıza, tanrının evinde tarlalarında hizmet etmemize gerek var mı?” diye düşünebileceklerdir. Mitosta bunlar yazmıyor; benim yorumum. Bu yorumun dayanağı, Enuma Eliş’in kaynağındaki Sümer Yaratılış Mitosu’nun gün yüzüne çıkarılan bazı tablet kırıklarında tutsak tanrıların çalışmak istemeyip ayaklanmak üzere olduklarının yazılı bulunması.
Her neyse, Babil ve Sümer yaratılış mitosları harmanlanarak özetlenirse sorun, bir çözüm önermesi için Sümer’in ve insanlığın ilk kenti, ilk devleti olan Eridu’nun koruyucusu sular tanrısı bilge Enki’ye götürülür. Enki çözümü, tutsak tanrılar yerine tanrılara hizmet edecek bir canlının yaratılması önerisiyle bulur. Öneri kabul edilir. Görev doğum tanrıçası Ninmah’a verilir. Tanrıça kafasına bir tanrı imgesi düşürür. Elini enginin derinlerine daldırır. Çıkardığı balçığa kafasındaki tanrıya benzer bir biçim vererek insanı [ilerde Tevrat’ta, Yaratılış bölümünde “tanrı benzeri” denecek biçimde] yapar. Burnuna yaşam soluğu üflenmesiyle [Kur’an’a Secde Suresi 7-9’da “Ruh üfürdü kendi ruhundan” denecek işlemle] insan yaratılmış olur. Ve insana tanrılara hizmet=kölelik=kulluk etme görevi yüklenir. Kısacası insanın yapılış, yaratılış amacı, varlık nedeni [Kur’an, Zariyat 56: “Biz insanı ve cinleri ancak bize kulluk etmesi için yarattık” biçimini alacak deyişle] tanrıya kulluk etmektir.
Efendi tanrı – kul insan arası eşitsizlikçi (köleci) ilişki kalıbı, eşitsizlikçi ilişkilerin aklanıp, yeniden üretilip tanrıların ortaklıkta görünmediği koşullarda, tanrıların/tanrının yeryüzündeki vekilleri olduklarına inanılan peygamberlere, halifelerine, tanrının yeryüzündeki vekili sayılan yöneticilere, kendilerinin tapınaklarda tanrının işlerini yürüten kahyaları, sözcüleri olduklarını kabul ettirmiş dincilere (din adamlarına) ve tanrı gibi efendi (Arapça ve İbranicede Rab, İngilizcede Lord) sayılan köle sahibi egemen sınıf insanlarına hizmete yarayacaktır.
Tanrı bu, kul bu, din bu…