Lisans ve doktora öğrencilerinden asistanlık ya da bursiyerlik gibi belirsiz bir tanım altında kadrolu araştırma görevlilerinin yaptığı işlerin beklendiği, onlara herhangi bir sağlık güvencesi vermeyip gelecekte bir iş güvencesi de vaat etmeyen, hem fikirsel hem de bedensel emeğin sömürüldüğü bir gerçeklik olarak akademi olduğu yerde duruyor.
Türkiye’de akademisyen olmanın, sık sık kimi benzer yorumlarla övüldüğüne ya doğrudan muhatabı olduğumuz için kendimiz tanık olmuşuz ya da eş dost sohbetinde tanıdıklarımıza yöneltildiği için konu hakkında kulak dolgunluğu edinmişizdir. Yapılan güzellemelerin başında akademisyenliğin; yeri yurdu belli olan, giriş çıkış saati sabit, çalışma alanı nezih, garantili devlet işi oluşu geliyor. Her daim gençlerle iç içe olunması da işin cabası oluyor tabii.
Söylenenler arasında haklı gözlemler bulunsa da işin mutfağındakiler daha karamsar bir resimle karşı karşıya. Özellikle de söz, lisans sonrası eğitimlerine istek ve inançla devam eden genç akademi adayları için arafta bir konum olan proje asistanlığına gelince, işitilen şikayetler hızla artıyor. Bir ayağı öğrenci olarak üniversitede diğer ayağı da çalışıp aileden bağımsız geçimini sağlamak için iş hayatında olması gereken genç akademililer için üniversite ve devlet ortaklığında sunulan bursiyerlik fırsatı tam da resmin en karanlık yerine oturuyor.
Entelektüel üretimin ve hareketliliğin maksimizasyonu, mümkün olan en fazla verimle akademisyenlerin istihdam edilmesi gibi temel hedefler doğrultusunda devletin üniversitelerde yaptığı fiziksel ve sosyal dönüşümlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok. Akademik çevrenin değişen düzenlemelere uydurulması için yeniden ve yeniden kalibrasyona tabi tutulduğu ancak kendilerinden bu kararsız zeminde bilimsel çalışmalarını tutarlılıkla ve heyecanla sürdürmelerinin beklendiği bir koşu bandı performansına tanıklık ediyoruz. Bursiyerlik ise öğrenciye üniversite tarafından tanınan ayrıcalıklar kapsamında hızlıca düşünülen bir proje olarak bu düzenlemeler karmaşasında yerini alıyor.
Teklif gerçekten de cazip gözüküyor işin başında. Yüksek lisans ve doktora boyunca fikir olarak her daim üniversitede bulunmalısın; 7 günün 24 saati de. E bir de fiziken de orda olmanın olanaklı duruma evrildiği bir iş teklifi sunulunca, özel üniversitelerdeki adıyla bursiyerlik, devletteki adıyla da proje asistanlığı hayatın yoluna koyulabilmesi için kaçırılmaması gereken bir fırsat gibi gözüküyor. En azından işi kabul ederken aklımızdan geçen düşüncelerin özeti kabataslak böyle.
Ancak çok geçmeden asistan olmanın zorluklarıyla karşılaşılıyor. Ya da zaten en başından beri belli olan fakat iş bulmuş olmanın verdiği sevinçle çokça önemsenmeyen kimi güvence yoksunluklarının acısı çıkmaya başlıyor. Bunların başında; çalışma saatlerinin belirli olmaması, sosyal sağlık sigortası yapılmadan çalıştırılma, iş yoğunluklarının birlikte çalışılan akademisyene göre değişmesi ve en çarpıcı haliyle “geçici bir iş” olması.
Çalışma süresinin yüksek lisans, doktora programıyla ya da projeyle sınırlı olması ve sonrasında görevlendirilmek üzere belirlenen bir üniversite ya da kurumun bulunmaması, genç akademililerin yoğun bir gelecek kaygısı taşımasına neden oluyor. Bursiyerlik ve asistanlık sıfatıyla yüklenen sorumluluklar ise kadrolu araştırma görevlisinin görev tanımındakileri aratmıyor. Problem çözme saatleri ve laboratuvar gözetmenliğinden tutun da üniversite adaylarını bilgilendirmek için liselere yapılan tanıtıcı etkinlikler için görevlendirilmeye kadar geniş bir yelpaze, düşük bir burs karşılığında talep edilebiliyor. Tüm bunlar olurken asistanlar, yemek, ulaşım ve diğer idari desteklerden yoksun tutuluyor. Bir projenin asistanlığını yapanlar için ise sergiledikleri yazınsal ve fikirsel üretimin isim vermeden projede görevli olan kıdemli akademisyenler tarafından kullanılması tehlikesi var. Proje çalışmaları diye sunulan asistanların kişisel araştırma ve başarıları, yasallaştırılmış bir intihalin kurbanları haline getirilebiliyor.
Araştırma projeleri, hem devlet hem üniversite için kârlı bir yatırım. Devletin üniversitelere sağladığı gelirin azaltılması, araştırma görevlileri için ayrılan kadronun daraltılması ve iş yükünden doğan zamansızlık sonucu asistanların lisansüstü programlarını uzatmak zorunda kalmasıyla kabaran eğitim harçları, sayılabilecek birçok kâr kapısından birkaçı sadece. Bu planlı sömürü; üniversite bütçesinden pay ayrılmadan sağlanan kalifiyeli esnek emek avcısı sanayi destekli TÜBİTAK araştırma projeleri ve özel üniversitelerin bursiyer olarak istihdam ettiği öğrencilere kredisiz ama zorunlu olarak açtığı “hands-on teaching experience” (1) dersleri ile akademik kadrolarda tanımlanan işleri yaptırması gibi somut adımlarla ilerliyor.
Asistan ve bursiyerler üzerinde uygulanan baskı yalnızca ekonomik değil elbette. İşin sosyal ve psikolojik yanı bir o kadar bezdirici. İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ve ilgili yönetmelikçe belirlenen psiko-sosyal risk etmenleri arasında, beyaz yakalıları da -özellikle de kadrosuz genç akademilileri- etkileyen en önemli başlıklar arasında “rol belirsizliği” ve “rol çatışması” yer alıyor. Asistanların ne yapacağının yeterince tanımlı olmaması, kaldırabileceğinden fazla ya da düşük rol tanımı, işteki amaçlar, hedefler, beklentiler ve sorumluklara dair belirsizlik ya da esneklik, kişinin değerleriyle çatışan bir rolü ya da birbiriyle uyuşmayan rolleri üstlenmesinin istenmesi başlıca nedenler olarak sıralanabilir.
Bu ve benzeri sıkıntıların sıkça yaşandığı bir işyerinde; iş doyumunun azalması, işe bağlı gerilimin artması, duygulanımsal tükenme, ilişkilerde kişiliksizleşme, özgüvenin azalması, yüksek oranda depresyona eğilimli olma gibi sorunlarla boğuşan çalışanların hayatlarını sağlıklı bir şekilde devam ettiremeyeceği açıkça belirtiliyor. (2)
Burs kesilmesi ya da azaltılması tehdidi, başarı baskısı, yaratılan suni rekabet ortamları, TÜBİTAK tarafından belirlenen 20 saatlik bursiyer azami çalışma limitinin keyfi artırılması, suçlama, küçümseme, aşağılama, verilen izinlerin kaldırılması, projede çalışmasına dair kanıt referansı yazmama gibi pratikler ise akademide maruz kalınan mobbing örnekleri içinde yer alabiliyor. (3)
Tüm bu karamsar resimle ironik olarak, usulsüzlük ve sömürüye karşı verilen başarılı mücadeleler içinde akademi ne yazık ki çok zayıf kalıyor. Özel üniversitelerde durumun daha yakıcı bir şekilde hissedilmesinden olacak ki (4) emsal gösterilebilecek bir davanın iki yıl önce açılmasına, Bilkent Üniversitesi’nde doktora eğitimi sırasında bursiyer olarak istihdam edilen Elçin Kurbanoğlu öncü oluyor. Asistanlık görevinin “işçi” kapsamında değerlendirilmesi gibi epey somut bir kararla Elçin’in lehine sonuçlanan dava, benzer yargı süreçlerini başlatmaları için diğer genç akademilileri teşvik eder nitelikte. Mahkeme hakimesinin sosyal devlet tanımının gerekliklerine işaret eden şu ifadesi ise Türkiye gerçekliğinin insanca yaşama koşulları üzerine bıraktığı gölgesinin hukukun elverdiğince aydınlatabileceği kısmına işaret ediyor:
“Sosyal güvenlik hakkı temel bir insan hakkı olup, devletin yanında tüm kurumların bireylerin sosyal güvenlik hakkına saygı duyulması gerektiğine mahkememiz dikkat çeker… Anayasanın 60. maddesinde ‘herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu, devletin bu güvenliği sağlayacak tedbirleri alıp, gerekli teşkilatı kuracağı’ tekrar vurgulanmış ve öngörülmüştür. Anayasa 90. son maddesi uyarınca temel haklar söz konusu olduğundan mevzuat ile uluslararası sözleşmenin çatışması halinde uluslararası sözleşme uygulanacaktır.” (5)
Sonuç olarak; lisans ve doktora öğrencilerinden asistanlık ya da bursiyerlik gibi belirsiz bir tanım altında kadrolu araştırma görevlilerinin yaptığı işlerin beklendiği, onlara herhangi bir sağlık güvencesi vermeyip gelecekte bir iş güvencesi de vaat etmeyen, hem fikirsel hem de bedensel emeğin sömürüldüğü bir gerçeklik olarak akademi olduğu yerde duruyor. Biz genç akademililerin rahatsızlığının ne zaman devlet ve üniversite ortaklığının rahatsızlığı haline geleceğinin belirleyicisi ise yine bizleriz. Hepimize güneşli pazartesiler…
Dipnotlar
1) Zorunlu öğretmenlik stajına benzeyen bu ders, bursiyerlerin öğretme kabiliyetleri ve sınıf üzerindeki hakimiyetlerini ölçmek için Koç Üniversitesi’nde TEACH500 koduyla açılıyor. Böylelikle gerçek hayat deneyimi elde edeceği ileri sürülen yüksek lisans ve doktora öğrencileri, nasıl ve ne zaman bulacakları şüpheli olan işlerine hazırlanıyorlar. Bkz: https://graduate.ku.edu.tr/content/phd-programs-0
2) 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununca belirlenen ve çalışanlara uzmanlarca verilen eğitimler içerisinde yer alıyor. Detaylı bilgi için örnek site: egitim.druz.com.tr/indir/19-psikososyal-risk-etmenleri
3) http://bianet.org/biamag/biamag/160942-universitelerdeki-plaza-vandalizmi
4) Vakıf üniversitelerindeki araştırma görevlilerin devlet memuru olmadıkları için sendika üyeliğine kabul edilmemesi, hak arayışlarının asistan temsilcileri gibi okul odaklı lokallerde kısıtlı kalması, bursun yanı sıra eğitim ücretinin de ilgili üniversite tarafından karşılanmasının asistanlar üzerinde koz olarak kullanılması vb.
5) http://www.radikal.com.tr/turkiye/bu_karar_binlerce_arastirma_gorevlisi__icin_emsal_olacak-1111352