Ana Sayfa Dergi Sayıları 134. Sayı Nedir bu 50/d’lilerin rahatsızlığı?

Nedir bu 50/d’lilerin rahatsızlığı?

1230
0

Biz 50/d’li araştırma görevlileri olarak, sistemin kendisiyle mücadele etmek yerine sistemin doğrudan ezdiği en zayıfı işten atmanın “bilimsel” olduğunun savunulmasından, “yan gelip yatmak için kadro istiyorsunuz” diyenlerin yıllardır verdiğimiz emeği görmemelerinden, bizim üzerimizden kararlar alıp bizden sadece boyun eğmemizin beklenmesinden, işten atılma tehlikesinin özgürce bilim ve fikir üretmenin önündeki en büyük engellerden biri olmasından rahatsızız.

50/d’li akademisyenler de rahatsız. Bu rahatsızlık 70’li yıllar ve sonrasında doğmuş, birbirlerinden kimlikleri, toplumsal cinsiyetleri, sınıfları, mahalleleri, dinleri, doğum yerleri, ideolojileri ve edindikleri dertleri ile tüm eğitim ve öğretim hayatları boyunca ayrıştırılmaya alıştırılmış bir neslin, bilim emekçisi olma yolunda çektiği çilenin bir tezahürü. Bu yazının amacı, üniversite sıralarında dilimize pelesenk olmuş “80 sonrası neo-liberal politikalar”, “YÖK” ve “sermaye-üniversite işbirliği” gibi kavram, kurum ve uygulamaların iliklerimize kadar işlediği güvencesizleşme sürecini 50/d’li araştırma görevlilerinin deneyimleri ile gözler önüne serebilmek.

Türkiye’de 1980’lerin sonlarında dillendirilmeye başlanan esnek çalışma biçimi, 1990’larla birlikte mavi yakalı çalışanlara, 2000’lere gelindiğinde de beyaz yakalı çalışanlara sirayet etti. Sermayenin emek üstünde tahakküm kurmaya çalışması kamu üniversitelerinde de akademinin en son halkası olan araştırma görevlilerinin istihdam biçimleriyle kendini göstermeye başladı. Araştırma görevlilerinin kadro tanımlarına özgü 50/d, 33/a, 35, ÖYP (Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı), LÜBO (Lisans Üstü Burslu Öğrenci) gibi rakamlardan ve hukuki maddelerden ibaret görünen bir ayrım, akademik ilgisi olsun olmasın her bir araştırma görevlisini neredeyse “hukukçu” olmaya mecbur bıraktı. Dolayısı ile hukuki zeminin ötesinde, yerleşkelerde, sokakta hep birlikte ya da yalnız başına verilen meşru mücadeleleri anlamak, gerek yapısal gerekse gündelik yaşamdaki değişimleri izlemeyi de beraberinde getiriyor. Bunu, emek sömürüsü ve güvencesizlik çerçevesinde, sermayenin ve iktidarın dayatmalarından “kaçılabilecek”, görece korunaklı bir çalışma yaşamında, özgürce bilimsel faaliyet yürütebilmek amacıyla akademiye adım atmış bizlerin güvencesiz yaşamı ve mücadele deneyimi ile aktarmakta fayda görüyoruz.

15 Kasım 2012 tarihli yürüyüşten bir kare: Asistan kıyımına son!

Kamu üniversitelerinde güvencesizlik

Toplumsal bir değer olan bilginin piyasada alınıp satılan bir meta haline gelerek sermayenin devamlılığını sağlayan en temel unsurlardan biri olması, bilgi üretimine ve bununla beraber eğitim ve öğretimin dönüşümüne yansıması ile açıklanıyor. Buraya kadar ezbere okuduğumuz bir dönüşüm süreci, üniversitenin sanayi ile kurduğu işbirlikleri, uluslararası bağları vs. ile rahatça kavranabilecekken sisteme uyum sağlayan bu alanın asıl çelişkisi bilgiyi üretenlerin deneyimleri, özlük haklarının ve bir kamusal mekân olan üniversiteler içinde örülen hiyerarşik ilişkilerin dönüşümü ile birlikte anlaşılabiliyor. Anlatılanların birçoğu, kuruluşundan bu yana uluslararası bağları en hızlı ve köklü bir şekilde kuran ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi’nde kurumsallaşıyor. Kaldı ki araştırma görevliliği özelinde de durum değişmiyor. Kuruluşlarından bu yana bu üniversitelerde yüksek lisans veya doktora eğitimini yurtdışında almış olmak (belli istisnalar dışında) öğretim üyeliği için bir ön koşulken araştırma görevliliği, akademisyen olmak isteyenler için iş güvencesinden yoksun “geçici bir iş” olarak tanımlanıyor. Bu durumun dünya genelinden bağımsız olarak Türkiye’deki iki köklü kamu üniversitesince normalleştirilmesi, güvencesiz istihdam edilmenin, “başarının kapılarını” biz asistanlara açan yegâne yol gibi gösterilerek meşrulaştırılmasına da neden oluyor.

ODTÜ ve Boğaziçi’nden farklı olarak “usta çırak ilişkisi” ile öğretim üyelerini yetiştiren diğer kamu üniversiteleri ise 80’lerin “iş birlikleri” ve “rekabet” rüzgârını, (yeni kurulmakta olan vakıf üniversitelerinden de güç bularak) 2000’lerin başında öğretim üye ve yardımcılarının enselerinde hissettiriyor. Öyle ki bugüne değin akademiye has bir hiyerarşinin altında ezilerek hocalarının çantalarını taşımış, kitaplarını düzenlemiş, sınav kâğıtlarını okumuş hocalarımız, bunları 40 yılın ardından bize bir “öğrenme süreci” olarak aktarabiliyor. Ancak, bizler işten atılmadan önce bu angarya ve baskılara maruz kalmadan tezimizi bitirip bitiremediğimizin derdine düşmeye veya tüm bu görevleri yapmadığımızda işimizi kaybedip kaybetmeyeceğimizi düşünmeye başlıyoruz. İktidarların hemen her dönemde güçlü ilişkiler kurduğu İTÜ ise, kamu üniversitelerinde bir “güvencesizleştirme” aracı olan 50/d ile son iki yıl içerisinde yaklaşık 150 araştırma görevlisinin işine son vererek asistan kıyımı yarışında öncü olma iddiasını taşıyor. Biz İTÜ’lü asistanların mücadelesi ise akademide güvencesizleşmeye karşı verilen mücadelelerin önemli bir parçalarından birini oluşturuyor.

Nedir bu 50/d meselesi?

1981 tarihli 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu araştırma görevliliği istihdam biçimini 33. ve 50. maddelerinde tanımlıyor. 33. madde ile araştırma görevliliğine atanmada öğrencilik şartı aranmazken; 50/d maddesinde şöyle deniyor: “Lisansüstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilebilecek burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine de atanabilirler.” Maddede bir iş kadrosu, öğrencilik şartına bağlanmış ve esnek hale getirilmiş durumda. Öte yandan, açıkça öğretim yardımcılığı kadrolarından birine atanma belirtilmişken, 50/d’liler idareciler tarafından manipülatif bir şekilde burslu öğrenci olarak gösterilmeye çalışılıyor. Bu çaba elbette boşuna değil. Amaç, akademinin geleceğini belirleyecek bir kadro tanımını esneterek kadro olmaktan çıkarıp, haklarından mahrum edilmiş, istendiği gibi yönlendirilebilen ve “gerektiğinde” sonlandırılabilen bir araç haline dönüştürmek. İki madde arasında, iş yükü ve görev tanımı açısından bir fark yokken 50/d maddesi ile istihdam edilen bir araştırma görevlisinin 33/a maddesi kapsamına alınması hukuken mümkün. Üniversitelerde süregelen işleyiş de araştırma görevlisinin doktora bitimine yakın bölüm ve fakülte kurullarının olumlu kararı ile bu geçişin yapılması yönünde. Teamülde görece iş güvencesi olan kadroya (33/a) geçişler bölüm iradeleri esas alınarak sağlanabildiği için güvencesizlik pek de görünür olmamıştır. Ancak YÖK, 2009 yılında bu geçişlerin önüne geçmek üzere bir yürütme kurulu kararı alınca asistan mücadelesinde ilk hareketlenme İstanbul Üniversitesi araştırma görevlileri öncülüğünde başlamış oldu. Verilen asistan mücadelesi hukuken de karşılığını buldu ve iki istihdam maddesi arasında fark olmadığı aynı yıl Danıştay tarafından hukuken de tescillendi. (1)

Bu işyerinde iş güvencesi yoktur basın açıklaması (13.09.2012).

İTÜ’de neler oldu?

50/d’li asistanlara vurulan en büyük darbe, 2011 yılında çıkan 6111 Sayılı Kanun oldu. Kanun, yüksek lisans eğitimlerinde 3, doktora eğitimlerinde 6 yıl sınırını belirledi. Bu kanuna istinaden, sınırı aşanların öğrencilik haklarından yararlanamayacaklarından 50/d kapsamında araştırma görevlisi olarak atanamayacakları, üniversitelere bir YÖK görüş yazısı ile bildirildi. Kanunun bir görüş yazısı ile geriye dönük olarak 2011 yılından önce lisansüstü eğitimine başlayanlar için uygulanmaya çalışılması büyük bir tepkiye neden oldu. Uygulamanın geri çekilmesi için YÖK ile yapılan görüşmeler sonuçsuz kaldı. Bu durumdan en çok etkilenen Türkiye’nin en uzun doktora bitirme süresi ortalamasına (7,2 sene) sahip İTÜ oldu. İlk aşamada 100’e yakın araştırma görevlisi işten atılmayla karşı karşıya kaldı. Büyük katılımlı yürüyüş ve imza kampanyaları sonucunda, atılma durumunda olanların 33/a maddesine geçirilmesi için üniversite tarafından bir komisyon oluşturuldu. Ancak, komisyondan çıkan kararlar mağduriyeti gidermediği gibi kıyımın İTÜ yönetimi eliyle daha da artmasına yol açtı. Kararların açıklanmasından hemen sonra yaklaşık bir yıl boyunca İTÜ Ayazağa yerleşkesinde kalacak olan direniş çadırı ve karavanımız kuruldu. Asistan kıyımını teşhir eden bir çağrı ile 80’ler sonrası İTÜ tarihinin şüphesiz en büyük katılımlı (yaklaşık 2000 kişi) protesto yürüyüşü gerçekleşti ve İTÜ Rektörü görevinin henüz 3. ayında istifaya davet edildi.

Daha ilk günden öngörülenlerin hepsi, İTÜ’de uygulanmaya başlandı. Rektörlüğün hiçbir gerekçe göstermeye tenezzül dahi etmeyen ret kararları ile olumlu bölüm ve fakülte kurulları kararlarına rağmen onlarca araştırma görevlisi 33/a kadrosuna geçirilmeyerek işlerinden atıldı. Bu süreçte, birçok genç akademisyen 33/a kadrosuna başvurmaktan yıldırılarak ya süresi dolduğunda atılmaya razı geldi ya da istifa ederek özel sektöre yöneldi. Bu noktadan sonra, protesto yürüyüşü, basın açıklamaları ve rektörlük işgali gibi demokratik mücadele yöntemleri denense de, mücadelenin hukuki yönü ağırlık kazanmaya başladı. Rektörlükçe 33/a kadrosuna geçirilmeyenlerin açtığı davaların birçoğu kazanıldı ve geri dönüşler başladı. Ancak, İTÜ yönetimi bu dönüşlerden rahatsız olmuş olacak ki tavrını 2014 Ağustos ayı itibari ile idari mahkemelerin lehimize kararlarını uygulamayan bir hukuksuzluğa vardırabildi. Bu hukuksuzluk, yeni bir direniş çadırı kurulması ve basın yoluyla teşhir edilmesi ile şimdilik savuşturulabildi ve davayı kazananlar işlerine geri döndü. Öte yandan, asistan direnişinde aktif rol alanlar üzerinde soruşturmalar, yurtdışı görevlendirmelerinin yapılmaması vb. ile baskı oluşturma çabaları devam ediyor. Ayrıca, yeni 33/a başvurularının işleme konulmaması için rektörlük baskısıyla bölüm kurullarının toplanması engelleniyor. Tüm bu yaşananlar İTÜ’yü, bırakın akademik ve demokratik işleyişi, hukukun bile rafa kaldırıldığı alelade bir kuruma dönüştürmüş durumda. İTÜ’lü araştırma görevlilerinin yanı sıra öğretim üyelerinin de aidiyet duygusu kaybolmuş, köklü bir üniversitedeki iş barışı tamamen ortadan kaldırılmıştır. Böylesine bir ortamda, hakkıyla bir eğitim verilmesinden ve bilimsel üretimin gerçekleştirilmesinden söz etmek naiflik olur.

Akademinin muammaları

Özelinde 50/d’ye, genelinde ise iş güvencesizliğiyle yaratılmaya çalışılan kölelik düzenine karşı verilen mücadelenin karşısına “akademinin yan gelip yatma yeri olması”, “başarılı gençlerin yurt dışına kaçması ve geri dönmemesi”, “bölümlerde oluşturulan kast sisteminin bilimsel üretkenliği tıkaması”, “bir bölümde aynı konuyu çalışan onlarca insanın olması” gibi üniversitelerin yıllardır çözmek yönünde hiçbir çaba sarf etmedikleri argümanlar diziliyor. Elbette bu argümanların hepsi farklı derecelerde haklılık payı içeriyor. Problemlerin tahlilinde herkes tarafından dile getirilen sorunlar ortaklaşsa da sorunları çözmek için getirilen önerilerde ciddi ayrılıklar yaşanıyor. 50/d de bu problemleri çözmek için bazılarınca haklı bulunan bir kadro biçimidir; ancak bugüne değin akademinin hangi sorununu çözdüğü ise büyük bir muammadır. 50/d, bu sorunları çözmek bir yana, yepyeni sorunları da beraberinde getiriyor. İTÜ örneğinde de görüldüğü gibi, 50/d ile araştırma görevlilerinin iş güvencesinin ellerinden alınması ne üniversitenin başarısını artırmış ne de “inbreeding”in (2) önünü kesmiştir. Aksine iktidar sahiplerinin kadrolaşmasının önünü açmış, haklı olarak çok eleştirilen bölüm içi kast sistemi, yerini rektör odaklı kadrolaşmaya bırakmıştır.

Üniversitemizi terk etmiyoruz! (15.10.2012)

Bugün İTÜ’de bir araştırma görevlisinin yurt dışında doktora sonrası araştırma yapmak için görevlendirme talep etmesine rağmen, asistan mücadelesinde aktif olarak yer aldığı için görevlendirilmesinin yapılmaması ve bunun bölüm başkanlığı tarafından rektörün bir talimatı olduğunun açıkça ifade edilmesi, 50/d’nin yarattığı sorunun büyüklüğünü ortaya koyan örneklerden sadece biridir. (3) Hem “kan zehirlenmesine savaş açtım” deyip hem de bir araştırma görevlisinin yurt dışında araştırma yapma hakkını elinden almak, niyetin hiç de bilimsel olmadığını bir kez daha gösteriyor. Ağlama duvarı vazifesi gören internet sayfalarında araştırma görevlilerinin maruz kaldıkları deneyimler sadece İTÜ’de değil Türkiye’nin tüm üniversitelerinde uygulanan baskı ve yıldırma politikalarının yüzlerce örneğini sunuyor.

Bugünden yarına değişebilen akademik atama ve yükseltme ölçütleri ile akademisyenlerin puan toplama yarışına girdikleri bir sistemde “akademik başarı” nasıl tanımlanabilir? “Ne olursa olsun doktoran ABD’den olsun” şiarı bir akademik kurum için nasıl bir vizyondur? Bilimsel üretimin temel motivasyonu piyasa mıdır yoksa toplumsal fayda mıdır? Süre ve yayın baskısı ile toplumsal fayda sağlayan bilimsel çalışmalar yapmak mümkün müdür?

Bunlar yıllardır süregelen akademik yozluğu tartışmaya başlamak için sormamız gereken temel sorular. Bütün bunların yanında 50/d’nin de ekmeğine yağ sürdüğü kadrolaşma problemi tartışılması gereken önemli ve yakıcı bir sorun olarak karşımızda duruyor. Üniversitelerin nasıl yönetildiğini sorgulamadan, üniversiteleri içinde bulunduğu bataklıktan çıkarmanın yegâne yolu araştırma görevlilerinin doktora sonrası işine son vermekmiş gibi yansıtmak esas sorundan kaçmanın ve bir günah keçisi bulup kendini sorundan azade kılmanın yolu olsa gerek. Biz 50/d’li araştırma görevlileri işte tam olarak bundan rahatsızız. Sistemin kendisiyle mücadele etmek yerine sistemin doğrudan ezdiği en zayıfı işten atmanın “bilimsel” olduğunun savunulmasından, “yan gelip yatmak için kadro istiyorsunuz” diyenlerin yıllardır verdiğimiz emeği görmemelerinden, bizim üzerimizden kararlar alıp bizden sadece boyun eğmemizin beklenmesinden, işten atılma tehlikesinin özgürce bilim ve fikir üretmenin önündeki en büyük engellerden biri olmasından rahatsızız.

“Ne yapmalı?”

Biz araştırma görevlileri akademinin hem en üretkenleri hem de en çok ezilenleriyiz. 50/d, 33/a, 35, ÖYP, LÜBO gibi farklı hukuki kategorilere dahil edilsek de temel sorunumuz aynı: İş güvencesi. Her birimiz farklı korkulara (işten atılma, senet baskısı, tezden başarısız kılınma vs.) maruz bırakılıyor ve insan onuruna aykırı işler yapmaya mecbur ediliyoruz. Bizden hem kendimizi yayın ve proje yapmaya adamamız hem de akademik işler dışında görevler üstlenmemiz ve sonrasında da başımız önümüzde çekip gitmemiz bekleniyor. Bir de üstüne kimimizin hayatına mal olan “başarılı değilsin” psikolojisi yaşatılıyor.

Kamu ya da vakıf üniversitelerinde çalışan araştırma görevlilerinin özlük haklarının ve iş tanımlarının değişmesi gerekiyor. Kamuda farklı kadro biçimlerine sahip olmamız veya vakıf üniversitelerinde çalışıyor olmamız hep birlikte sistemin en zayıf halkası olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Bu nedenle de bir arada örgütlenmeli ve kendi sözümüzü herhangi bir hiyerarşik yapının altında ezilmeden üretebildiğimiz ortamlar yaratmalıyız. Her ne kadar bazı kamu ve vakıf üniversitelerinde mücadele eden asistan dayanışmaları çok değerli ve gerekli olsa da, mekân ve kadro ayrımı yapmadan bir araya gelmenin ve ülke genelinde örgütlenmenin formüllerini hep birlikte aramalıyız.

Dipnotlar

1) Danıştay 8. D, 3.03.2010, Esas no. 2009/663, Karar no. 2010/765, DD.

2) Inbreeding: Kan zehirlenmesi. Bir üniversitede yetişen akademisyenlerin akademik hayatlarına aynı üniversitede devam etmeleri ve bunun sonucu olarak üniversiteye dışarıdan akademisyenlerin alınmadığı durumlarda kullanılan bir kavram.

3) http://www.bianet.org/bianet/emek/162365-itu-nun-mobbing-ile-imtihani