Ana Sayfa Dergi Sayıları 149. Sayı ATÜT tartışmaları ve Doğu-Batı ikiliğinin reddiyesi

ATÜT tartışmaları ve Doğu-Batı ikiliğinin reddiyesi

3743
0

ATÜT’çü tezlerde aslında ta başından beri olmayan ülkelerin ve uygarlıkların, üretim biçimlerinin hayali tasvirlerinden başka hiçbir şey yoktur ortada. Eğer sosyolojik bir olgudan bahsediyor ve ilk devletlerin ortaya çıkış koşulları hakkında bir çalışma yürütülmek isteniyorsa bu tür Doğu-Batı kriterlerinden kurtulup evrensel nitelikte olgulara ulaşmak gerekir.

Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) kavramı, Marx’ın hayattayken basımını yaptığı çalışmalarında değil, hiçbir zaman yayınlanmamak üzere kendi için tuttuğu notlarda (monografilerde) adı geçen bir kavramdır. Dolayısıyla bunlar, okuyucuyla buluşturulacak kadar güvenilir tezler olarak görülmemiş ama ölümünden yıllar sonra 1953 yılında Berlin’de Grundrisse adıyla basımı yapıldıktan sonra yeni bir tartışma konusu yaratmıştır. Türkiye’de özellikle Sencer Divitçioğlu, Doğu’nun iktisadi yapısını tanımlayan bu kavramı ATÜT kısaltması ile dilimize kazandırmış ve fikir hayatımıza sokmuştur.

Buna göre Marx, Doğu tipi üretim biçiminin ilk taslak fikrini özellikle Hindistan üzerine yazılanlardan çıkarmıştır ama tabi ki bu bilgiler hayli sınırlı ve daha da önemlisi bütün Doğu’yu ya da başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, bütün Asya’yı temsil etmekten çok uzaktır. Öte yandan, Marx sağlığında bütüncül bir tarih yazımı işine de girişmemiştir. Onun bıraktığı bu boşluğu bir ölçüde Engels’in ünlü Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtı doldurmuştur. Ancak bu kitap sayesinde Marksizmin bütüncül bir tarih anlayışını görme imkânına kavuşuyoruz. Fakat orada da ilkel komünden çıkıp bütün toplumların evriminde bir zincir oluşturan Doğu tipi bir üretim biçimine yer verilmez. Marx’ın toplumsal evrelerinden biri olan Antikiteye ilkel komünden geçişin formülasyonu yapılır. Dolayısıyla Marx ve Engels külliyatına topluca bakıldığında, sosyal evrimde ATÜT kavramı, biyolojik evrimde Australopithecus robustus’un oynadığına benzer bir rol oynar. Yani evrimdeki çıkmaz sokaktır. İnsan evriminde kendisinden sonraki türlere evrilmeyen, ama ana halka konumundaki diğer bir türle birlikte yaşayıp belli bir süre sonra yolun sonuna gelen paralel bir tür gibidir.

Bu zayıf ve belirsiz teori ülkemizde ancak Marksist solun gelişmeye başladığı ve kapitalizme niye kendi iç toplumsal dinamiklerimizle geçemediğimize ilişkin soruların sorulmaya başladığı altmışlı ve yetmişli yıllarda bir çözüm ya da çıkış yolu olarak yeniden değer kazanmıştır. Fakat hayli ciddi tartışmalara rağmen bu tezin bünyesindeki temel zafiyet bir türlü halledilememiştir.

Neydi bu zafiyet? Her şeyden önce Hindistan gerçekliğiyle bütün Doğu ya da Asya toplumlarını açıklamaya çalışmak mümkün değildir. İkincisi ve daha da önemlisi Marx ve Engels’in eserlerini verdiği dönemde ilk devletin ve ilk uygarlığın Mezopotamya ve Mısır’da ortaya çıkış süreci henüz bilinmiyordu. Dolayısıyla Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtında da anlatıldığı gibi Aryenler, Kuzey Amerika’daki İrokua Kızılderilileriyle hemen hemen aynı toplumsal gelişmişlik düzeyiyle geldikleri Yunanistan topraklarında bir anda Atina, Sparta ve diğer site devletlerini kuracak kültürel sıçramayı kendi başlarına yapabilmiş sayılmışlardır. Oysa ilk kez Sümer ve Mısır kültürlerinde ortaya çıkan yazının bin yıllık evrimi olmasa, Yunan devletleri, kendi varlığını sürdürmek için gerekli olan kayıtları tutacak kadar bile bir ilerlemeye ulaşamaz ya da tıpkı Mezopotamya’da olduğu gibi en az bin yıl bu gelişimi beklemek zorunda kalırlardı. Üstelik kullandıkları bütün metal araçlar, dinlerini oluşturdukları söylenceler, yani uygarlık adına Greklerin tek başına ürettikleri sanılan hemen hemen her şey Ön Asya’da tekâmül edip gelişmiş öğelerdi. Şimdi ise, eğer insanlığın bütün uygarlık evrelerini Doğu ve Batı diye ayırmak mümkün ise, Doğu toplumlarının payına ne olduğu belirsiz bir ATÜT ya da “Doğu despotizmi” kavramından başka hiçbir şey düşmüyordu. Yani ilkelliğin, gelişememiş olmanın ve Batı’ya bir temel bile olamadan toplumsal evrimde bir çıkmaz sokak olarak kalmanın dayanılmaz hafifliği… Zaten Sencer Divitçioğlu da Asya’nın geri kalmış kapitalizmini açıklamak için Avrupa’nın feodalizminden bile daha geri bir ATÜT modelini geliştirme gereği duymuştu. (1)

Türkiye’de ATÜT kavramı tartışıldığında artık dünyanın gündemine Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarına ilişkin bilgiler girmiş olmakla birlikte bu Doğu-Batı ayrımına ilişkin gayri bilimsel görüşlerde en ufak bir değişikliğe yol açmadı. Batılı biliminsanları artık Antik dünyanın gelişiminde Sümer, Babil, Mısır, Fenike gibi uygarlıkların etkilerini kabul etmekle birlikte yine de onlara göre uygarlık kıvılcımı aslen Atina ve Sparta’da harlanmıştı. Doğu, bu ilk kıvılcımı yaratma şerefine nail olmasına rağmen yine de kendini geliştirememiş ve aynı yerde sayıp durmuştu. Kısacası Batılı Marksistlerin bile zihninde Ortaçağ’dan kalma coğrafi bir harita vardı. Üstelik bu harita her zaman İslamiyet-Hıristiyanlık çatışmaları ve fetihleriyle şekillenmiş bir Doğu-Batı coğrafyasıydı. Bilimsel olması gereken yeni dönemde bile eskinin dini sınırlarının ötesine geçilemiyordu.

Tabi bu öyle bir sepettir ki, Mısır’da MÖ 3. binlerin başında kurulan ilk hanedandan MS 1299’da kurulan Osmanlı Devletine kadar Doğu’daki her türlü devlet, ATÜT içine atılabilir. Bu da Doğu’da yaklaşık dört bin yıl boyunca üretim biçimi yönünden hiçbir şeyin gelişmediği anlamına gelir. Bugünün bilgi birikimimizce artık hiçbir anlam ifade etmeyen bu ATÜT teorisi neden Türkiye solu tarafından -en azından bir dönem için- bunca yoğun biçimde tartışılmıştır ve hatta bu konuda bayrak olmuş bazı isimler tarafından sahiplenilmiştir?

Bana öyle geliyor ki o zamanlar kuzey komşumuz Sovyetler Birliği’nin varlığı ve tüm dünyada Marksizmin teorik öncülüğünü yapıyor olması bizim ülkemizin Marksist sosyolog ve iktisatçılarını da zorluyordu. Çünkü Sovyetler Birliği’nin resmi ideolojisini yaratan Lenin, bütün Marksist tartışma konularının en başına devlet sorununu getirip oturtmuştu. Lenin’e göre devlet, “Sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve tezahürüdür. Devlet, sınıf çelişkilerinin objektif olarak uzlaştırılamadığı yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıkar. Ve tersine: devletin varlığı, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtlar.” Ve hemen altına şunları yazar: “Marx’a göre, devlet sınıf egemenliğinin bir organı, bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesinin organıdır.” (2)

Bu durumda devlet olgusu bir kez daha tarihsel kökenleri hakkında en son bilimsel çalışmaların sağladığı yeni bilgiler yerine, sadece Marx’ın tespitlerinin yorumuna kalmış oluyordu. Tarih bize her zaman şunu kanıtlar: Devletin ilk ortaya çıkış koşulu daima savunma amaçlı olmuştur. Ama savunma stratejisi temelde iki yönlü bir hareket içerir. Bir yanda nüfusun belirli alanlarda birikmesi ve nüfusun yoğunlaşması (yani şehirleşme) ve diğeri de önce bütün vatandaşların savunma faaliyetlerine ortak olduğu geçici askeri teşkilatlardan topluluğun yarattığı artı-ürünün paralı askerlerin ücretini ödeyebildiği kalıcı ordulara geçiş… Verimli topraklar üzerinde nüfusun yoğunlaşması ve hızlı artışı (şehirleşme) aynı zamanda toprak paylaşımında hanesine çok az miktar pay düşen ya da hiç düşmeyen insanların bir artık-nüfus yaratmasına vesile oluyordu. Dolayısıyla bu kesim, her zaman yaşadığı toplumun tam bir altüst oluşundan yarar bekler durumdaydı. Böylece devletin silahlı gücü, sadece dış düşmanla değil, aynı zamanda dış düşmanla işbirliği eğiliminde olan, çoğu zaman düşmana yardım ve yataklık yapan bu küçük toprak sahipleri ve köle kitlelerine de baskı yapmak zorunluluğunu duyuyordu. (3) Yani Lenin’in gördüğü ve ön plana çıkarttığı nokta, tarihteki pek çok devletin, işte bu kendi kavimdaşı ya da yurttaşına karşı oynadığı roldü. Ama işin bu tarafını ön plana çıkartmak, devletin esas itibariyle dış tehditlere karşı ortaya çıkan teşkilatlar üzerinde şekillendiği gerçeğini görmeyi engellememelidir.

İlk kez Sümer ve Mısır kültürlerinde ortaya çıkan yazının bin yıllık evrimi olmasa, Yunan devletleri, kendi varlığını sürdürmek için gerekli olan kayıtları tutacak kadar bile bir ilerlemeye ulaşamaz ya da tıpkı Mezopotamya’da olduğu gibi en az bin yıl bu gelişimi beklemek zorunda kalırlardı.

Marksist külliyatın tarih anlayışının en derli toplu halde sunulduğu eser olan Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında Engels, açıkça devletin gens (kabile) örgütlenmesinden ayrı olarak, “bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan kamu gücünün kurulmasından” söz eder. “Bu özel kamu gücü gereklidir, çünkü sınıflara bölünmeden beri, halkın kendiliğinden hareket eden silahlı örgütü olanaksız hale gelmiştir… Bu kamu gücü her devlette vardır, yalnızca silahlı insanlardan değil, aynı zamanda, gens toplumunun bilmediği maddi eklentilerden, hapishaneler ve her türlü zor kurumlarından oluşur.” (4)

Yukarıda da belirtildiği gibi devletin oluşumuna sebep olan süreç her ne kadar dış düşmanlara karşı savunma örgütlenmesiyle yakından ilgili olsa bile bunu pekâlâ kabile (gens) topluluğu da yapabilirdi. Devleti, sıradan kabile organizasyonlarından ayıran husus, aynı zamanda dış düşmanla ittifak, yardım ve yataklık yapabilecek özgürlüğünü yitirmiş ya da yitirmek üzere olan sınıflara karşı da mücadele gücü oluşturmaktan geçer. Yani gerçekten de devlet, ancak sınıflı toplumlarda ortaya çıkabilir.

Oysa bizim ATÜT tahlilcileri ve savunucuları bambaşka bir havadadır. Örneğin Baykan Sezer şöyle bir saptama yapar:

“(Doğu’da -y.n) Temelle tepedeki teşkilat arasında, Batı’da görülen türden ilişkiler görünmüyordu. Teşkilat, siyasi ifadesiyle Devlet, adeta toplumdan kopuk, kendi başına bağımsız bir varlık görünümünde idi. Toprağın yabancı halklara karşı korunması, ırmakların düzene sokulması ile yerleşik tarım meselelerini halletmekte ve mülkiyet gibi sosyal ilişkilerin kendi bünyesinde billurlaşmasını sağlamakta idi.

“Bu şartlarda üretim ilişkileri bir sınıf ilişkileri görünüşünü almaktan çıkıyor, yerini üstün bir varlığın (yani devletin -y.n.) kendiliğinden tarım için gerekli şartları hazırlaması ile üretici halkın bu şartlardan yararlanarak tarım yapmalarından doğan özel bir ilişki alıyordu.

“Devlet, yalnız tarım için gerekli şartları değil Devlet olarak kendi devam şartlarını da (toplumda bu şartların mevcut olmaması yüzünden) hazırlıyordu.” (5)

Baykan Sezer de içinde olmak üzere bir dizi Marksist araştırmacının Mezopotamya uygarlıklarında bulduklarını sandıkları düzen, aslında sadece kısa bir dönemi kapsayan ve Mezopotamya arkeolojisinde Geç Uruk ve peşi sıra gelen Cemdet Nasr diye adlandırılan devirlerin (yaklaşık MÖ 3700-2900) içinde olabileceklerden ibarettir.

Kısacası Baykan Sezer, Doğu’da bir yerlerde kayıp bir uygarlık bulmuş olmaktadır. Batı’da uzun süre tartışıldıktan sonra üzerinde mutabık kalındığı için evrensel addedilen ilkeler, ne hikmetse Doğu’ya gelindiğinde bir anda geçerliliğini yitirerek sadece Doğu’yu bağlayan, Doğu’nun kapitalizme geçişte geri kalmışlığını tarih boyunca her zaman böyleymişçesine genelleştiren tam bir oryantalist bakış açısına bürünüvermektedir. Batı’da hüküm süren gerçekliğin şiddetli fırtınaları, Doğu’da bir anda yanakları okşayan bir melteme dönüşmekte ve günümüzün geri kalmış Doğu’sunu miskin uykusundan uyandırmamak için tatlı nağmelere, kulağa hoş gelen mırıltılara evrilivermektedir.

Baykan Sezer’in bahsettiği bu ırmak kültürleri Mezopotamya ve Mısır’dan başkası değildir ama onun kitabında bu iki kültür o kadar üstünkörü anlatılmaktadır ki bu tezlere temel olabilecek en ufak tarih bilgisine bile rastlanmamaktadır. O halde bu tezlerini kanıtlayacak bilgi nereden gelmektedir. Sanırım Doğu’nun miskin uykusunda görülen rüyaların tabirine…

Baykan Sezer, sadece Kaf dağının ardında varlığını korumuş bir ATÜT uygarlığı bulmakla kalmıyor aynı zamanda burada, deyim yerindeyse, ilk sosyalist devleti de keşfediyor. Baykan Sezer Mezopotamya’nın ilk şehir uygarlığını şöyle tasvir eder:

“Sosyal örgütte yönetimin sosyal-siyasi otorite olarak ayrılması ve bu otoritenin örgüte sahip çıkması, üretim artışındaki paya toplum olarak değil de devlet olarak el koymasına yol açmaktadır. Ancak Devlet’e bırakılan artık ürün payı, görev karşılığı olduğu sürece sömürme söz konusu olamaz; pay, dolaylı olarak topluma geri gelir.

“ATÜT’ün hâkim olduğu toplumlar; toplumun bütününü, birliğini temsil eden güç (Devlet) mülk sahibi, birliği teşkil eden küçük topluluklar da (halk) soydan toprağı kullanma hakkına sahip olarak ikiye bölünürler.

“Bu bölünmenin sonucunda ATÜT toplumunda kişi, mülkiyetsiz görünüyor. Burada mülkiyetsiz derken üretim araçlarına karşı mülk sahibi gibi davranmayışı söz konusudur. Mülk sahibi gibi görünen Devlet’tir.” (6)

Bu masalsı sosyalist ATÜT devleti nasıl ortaya çıkıyor? Bütün tarımcı toplumların en büyük görevlerinden biri olan göçebe aşiretlere karşı yerleşimlerini koruma mecburiyeti askeri bir örgütlenmeyi zorunlu kılmaktadır. Ama ATÜT devletinde nesnel şartlar bu askeri teşkilata bir görev daha vermektedir. Yıllık yağışın yetersiz olduğu verimli Mezopotamya ovalarını sulamak için Dicle ve Fırat nehirlerinden suyu tarlalara taşıma işleri de bu ilk toplumsal örgütün görev hanesine yazılmış olmaktadır. Böylece Batı’daki örneklerinden farklı olarak askeri örgüt, yöneticilerin elinde bir baskı aracına dönüşmek yerine, hem üretimin hizmetinde ilerici bir konum kazanacak ve de bizzat tarımsal üretimin içinde bulunmasalar bile tarımsal üretimin devamı hususunda vazgeçilmez bir konumda olmaya devam edeceklerdir. Çiftçilerin sulama sayesinde elde ettikleri ürün fazlasına sulama ve savunma işlerini düzenleyen devlet el koyacaktır ve bu hizmetlerinden dolayı ürün fazlasına el koyduğu için ortada sömürüden bahsetmek de doğru olmayacaktır. (7)

Baykan Sezer de içinde olmak üzere bir dizi Marksist araştırmacının Mezopotamya uygarlıklarında bulduklarını sandıkları düzen, aslında sadece kısa bir dönemi kapsayan ve Mezopotamya arkeolojisinde Geç Uruk ve peşi sıra gelen Cemdet Nasr diye adlandırılan devirlerin (yaklaşık MÖ 3700-2900) içinde olabileceklerden ibarettir. Sadece bu dönemde şehir mimarisinde görülen anıtsal yapılar, tapınak olarak varsayılan bazı binalardır ve bu yapıların dini işlevlerinden çok daha fazla ekonomik işlevleri olduğu tespit edilmiştir. Bunun hemen akabinde başlayan ve yazının artık siyasi kayıtların tutulmasına izin verdiği tarihten itibaren Mezopotamya şehirlerindeki toplumsal hayat tamamen köle emeğinin sömürüsüne bağlı görünmektedir. (8) Dolayısıyla ATÜT içinde olduğu düşünülen uygarlıklar, methiyeye konu olan eşitçi yapılarını korumayı bir türlü başaramamışlardır.

ATÜT devletlerinin sağladığı varsayılan bu mükemmel kurulu düzenin en büyük düşmanının nüfus artışı olabileceği kimsenin aklına gelmez. Sonuçta artı-nüfus, aynı büyüklükte kalmış tarım arazilerine verimli bir biçimde istihdam edilemediği için artı-ürünün de en büyük tüketicisidir. Yani ATÜT devletinin teorik olarak el koyacağı artı-ürün birkaç kuşak boyunca zaten tedrici olarak azalacaktır. Belki de sırf bu yüzden hiçbir devlet, sınıflar üstü kalmayı başaramaz. Çünkü özel mülkiyetin en önemli tezahürlerinden birisi, o dönem için en önemli üretim aracı olan toprağı alıp satma hakkıdır. Ama bu da toprağın kimi ellerde birikmesi ve kimilerinde de tamamen elden çıkarılmasından başka bir anlam taşımaz. Dolayısıyla kendine ve ailesine yetecek kadar gerekli toprağı elinden çıkarmak zorunda kalanlar için tek seçenek köle olmaktan başka bir şey değildir. Böyle bir toplumda devlet eninde sonunda kölelerin ya da küçük toprak sahiplerinin değil, büyük mülk sahiplerinin devleti olacaktır.

Bu durumda Baykan Sezer, büyük oranda kendi kurgusu olan ATÜT devletinin son ve parlak bir savunusunu daha yapar:Tabi ki bu gerçeği hesaba katmadıkları için ATÜT’çüler Doğu’da binlerce yıl devam edebilen bir devlet modeli görürler. Bu mükemmel devlet sadece göçebelerin istilalarıyla yıkılabilir ama onlar da yerleştikleri ülkenin eski yönetim biçimini benimserler. Dolayısıyla eski üretim ilişkileri aynı kalacağından göze çarpan tek değişiklik hanedan ya da devlet adlarıyla sınırlı kalacaktır.

“Sosyalizmin kuruluşuna yol açacak sınıf kavgalarına izin vermediği için insanı iliklerine kadar sömürmeye izin veren kapitalizm uygarlık ölçüsü olmakta hatta bir ‘burjuva demokrasisi’nden bile söz edilebilmektedir. Öte yanda insanın insanı sömürmeyişi uygar olmamak suçlamasını getirmekte, sömürüye izin vermediği için de ATÜT Devleti despot sayılmaktadır.

“Sosyalizme geçiş, uygarlık açısından doğru değer ölçüsü sayılsa bile ATÜT toplumlarının mı yoksa kapitalist toplumların mı sosyalizme geçişi gerçekleştirebileceği tartışma götürür. Bütün umutları üzerinde toplamış İngiltere, kapitalist sömürünün bataklarına gittikçe saplanırken uygar sayılmayan ATÜT Devletleri örneklerinden birisi olan Çin, bugün sosyalist bir ülkedir. (…)

Bu Doğu-Batı karşıtlığının ne kadar popüler bir tema olduğu ortadadır. Aslında bütün bu tezler özünde Batı’nın istediği ve Doğu’yu daha düşük bir kategori olarak kendinden ayrı tutma planının bir parçasıdır. Buna mukabil, her ne kadar iyi niyetli olsa da, Doğu’yu birçok değeriyle Batı’dan üstün gösterme çabaları da aslında aynı amaca hizmet eder.

“ATÜT’te Devlet, halkın ekonomik üretim ilişkilerinin bir ifadesi değildir. Batı’da olduğu gibi sınıf kavgalarının sonucu doğmamıştır. Belli bir sınıfın elinde sınıf kavgası aracı değildir. Halk, bir sınıf eliyle de olsa Devlet aracına kendi çıkarları yönünde sahip olamamaktadır. Devlet, toplum üstü, halk üstü bir varlık olarak kalmaktadır. Üretimde en büyük etkileyici araç olan Devlet, sınıf kavgası aracı olarak ele geçirilememekte, dolayısıyla ekonomi üzerinde belli grup ya da sınıfların iradesi gerçekleşememektedir. Maddi hayatın esas temeli ekonomi olduğuna ya da öyle sayıldığına göre halkın hiçbir şekilde ekonomiye etkili olamayışı, kendi hayatını kayıtlayacak kararları almaktan uzak sayılışı, Batı demokrasi kavramına uymamaktadır. Bu yüzden hükümet örnekleri ele alınmadan bizatihi Doğu hükümet şekli ‘Doğu despotizmi’ olarak isimlendirilmiştir. Gerçekte ise en despot sayılan Doğu İmparatoru, bugün Batı’daki sınıf despotizminin yanında çok daha demokrat kalır.” (9) 

Böylece Marx’ın daha geri bir üretim biçimi olarak karakterize etmek için kullandığı bu Doğu üretim biçimini, Baykan Sezer, sosyalizmin ana vatanı olma şerefine terfi ettirerek bir anda tersyüz eder. Böylece “geri Doğu” imajı, bir el çabukluğuyla “ileri Doğu” haline gelmiş olmaktadır.

Her ne kadar iyi niyetle olsa da hakikatte ne Marx’ın Doğu’su, ne Baykan Sezer ve diğer milli ATÜT’çülerin Doğu’su vardır. Aslında ta başından beri olmayan ülkelerin ve uygarlıkların, üretim biçimlerinin hayali tasvirlerinden başka hiçbir şey yoktur ortada. Eğer sosyolojik bir olgudan bahsediyor ve ilk devletlerin ortaya çıkış koşulları hakkında bir çalışma yürütülmek isteniyorsa bu tür Doğu-Batı kriterlerinden kurtulup evrensel nitelikte olgulara ulaşmak gerekir.

Öte yandan, bu Doğu-Batı karşıtlığının ne kadar popüler bir tema olduğu da gün gibi ortadadır. Aslında bütün bu tezler özünde Batı’nın istediği ve Doğu’yu daha düşük bir kategori olarak kendinden ayrı tutma planının bir parçasıdır. Buna mukabil, her ne kadar iyi niyetli olsa da, Doğu’yu birçok değeriyle Batı’dan üstün gösterme çabaları da aslında aynı amaca hizmet eder. Bilimselliği yakalayamamış, sadece boş böbürlenmelerle vakit geçiren bir Doğu kimin işine gelir? Tabi ki emperyalist nitelikteki ülkelerin… Ama emperyalizm olgusu önümüzdeki yıllarda bugün olduğu gibi sadece Batı’nın tekelinde de olmayabilir. Bu nedenle bilimsel düşünüş güncel ve popüler olanın hizmetinde değildir ve olmamalıdır. Bilimsel veriler ne kadar bizim beklentilerimizin tam tersini söylese de bunlara aldırış etmeyip hayal âleminde yaşamanın cezası, gerçeğin ağır sillesiyle bir gün mutlaka ödenir.

Dipnotlar

1) Sencer Divitçioğlu, Asya Tipi Üretim Tarzı ve Az Gelişmiş Ülkeler, Elif Yayınları, s.6.

2) 2) V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, İnter Yayınları, s.15.

3) Bu konuda bkz. Kaan Polatlar, Göçebe-Çoban Halkların Tarihsel Rolleri, Doğu Kitabevi Yayınları, s.129-137.

4) F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, s.204.

5) Baykan Sezer, Asya Tarihinde Su Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, Kitabevi Yayınları, s.LIII.

6) A.g.y., s.41.

7) Baykan Sezer, Asya Tarihinde Su Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, Kitabevi Yayınları, s.46.

8) Bu konuda bkz. Kaan Polatlar, Kadim Bilgelik, Doğu Kitabevi Yayınları, s.113-133.

9) Baykan Sezer, Asya Tarihinde Su Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, Kitabevi Yayınları, s.58-59.

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz