İnsan ne zaman özgürleşir? Sanıyorum ki cesaret gösterebildiğinde. Ruhun Kadınları- Psikanalizin Öncü Kadınları kitabı, okurlarına ‘öz’gürlüklerine giden yolda adeta bir cesaret alanı açıyor. “Özgürlük, herkesin en derininde hissettiği mahrem bir özellik değil midir?” diye soruyor yazar. En derinimizde ne(ler) hissettiğimize eğilmekle başlıyor özgürleşmek. En derinimize bakmak istiyor muyuz, buna cesaret göstermeye layık buluyor muyuz kendimizi? Bu süreçte korkular, acılar, nahoş duygular eşlik ediyor. Ama geriye dönüp birikenlere baktığımızda nahoşlukların sonunda yolun iyi duygulara geldiğini görmek göz yaşartıcı oluyor. İnsanız, umudumuz kırılıyor bazen kendimize dair. En derinde güzel şeylerin olduğuna dair inancımız yitiyor. Ancak en derinde gerçekten güzel şeyler var; sadece bazılarının üstleri kötü şeylerle örtülmüş, muhafızları gibi. Yani kötülüklerle temas etmek de var bu cesaretin içinde. Temas edebildiğimiz müddetçe özgürleşiyoruz. Bir yandan da temas etmeyelim de acımasın canımız diye sarıp sarmalıyoruz derinlerimizi hep büyürken. Asıl büyümek, canımızın yanması cesaretini göstermek. Çocuklar nasıl şense düşe kalka oynarken, öyle bir şey özgürleşmek. Kendi içimizin boşluklarından, yarıklarından, uçurumlarından düşmeye izin vermek. Kendimize düşeceğimizi bilmek en nihayetinde… Kitaptaki on dört kadının ruhlarında göze çarpan işte sanırım bu cesaret. Onların yaptıkları kendilerine düşecekleri yerden atlamak.
Nietzsche, “Lou verimli bir toprak.” diye bahsetmiş Paul Rèe’ye bir mektubunda Lou Andreas-Salome için. Yalnız onun için değil, kitaptaki on dört cesur kadın için kullanılabilecek güzel bir benzetme. Lou Andreas-Salome, Sabina Spielrein, Tatiana Rosenthal, Emma Eckstein, Margaret Hilferding, Emma Jung, Anna Freud, Hermine von Hug-Hellmuth, Melanie Klein, Sophie Morgenstern, Françoise Dolto, Eugenie Sokolnicka, Marie Bonaparte ve Helene Deutsch. Her biri öyle verimli ki, onların ürettikleri meyvelerden yiyenlerin topraklarına da bereketi getirmişler. Örneğin sonraları bebeklerin ve çocukların ruhsal dünyalarıyla ilgilenen psikanalizin önemli isimleri Melanie Klein ve Donald Winnicott, Sabina Spielrein’ın çok sayıdaki makalelerinden ilhamla teorilerini şekillendirmişler. Yine Winnicott’un teorisinde bahsettiği “geçiş nesnesi” kavramı, Anna Freud’un korkan ve yalnızlık hisseden çocukların annelerinin sıcaklığını oyuncaklarda bulmaya çalışmalarına dair tespitleriyle doğmuş. Deneysel psikolojide “unutma eğrisi”ni bulduğu çalışmalarıyla ünlenen Hermann Ebbinghaus, Lou Andreas-Salome’un dostluğu vesilesiyle onun fikirlerinden etkilenmiş. Kitapta daha niceleri mevcut; bilişsel gelişim kuramıyla bilinen Piaget, ünlü nöropsikolog Luria, Anna Freud’un yaptığı işlerde kendi çocukluğunu bulan Marilyn Monroe ve şaşırtan başka birçok isim… Birbirlerinin fikirlerinden, hislerinden; aslında ruhlarından etkilenen insanların insan olmanın farklı yönlerini yaşamaya gösterdikleri cesaretin öyküsü var satırlarda.
Lou Andreas-Salome, sevdiği adam Hendrik Gillot için ona “hayatın kapıları”nı açtığını dile getiriyor. Bunu okuduğumda bayağı bir dokundu yüreğime. Birine hayatın kapılarını açmak, ne güzel ifade! Kişinin kendisi olmasına açılan kapı, ona hayatın da kapılarını açıyor. İnsanın kendisi olması ise, kendi içindekilere bakma cesaretiyle su yüzüne çıkıyor. İster istemez terapi bağlamında da düşündüm bunu. Bir insan, kendi içine eğilirken ona eşlik etmek, bazen içinde gördükleriyle o bile duramazken orada onunla durabilmek ne kadar kıymetli bir tecrübe. “İyi”leştiriciliğin bir kısmı da buradan geliyor. Lou için Gillot, onun içindekileri sözleri vasıtasıyla görmeye layık kişidir. Terapistler de danışanlarının Gillot’u olur çoğunlukla. Herkesin bir “Gillot”a ihtiyacı var aslında. Herkesin içindekilerin duyulmaya, dinlenilmeye, görülmeye ihtiyacı var. Lacan’ın sözü aklıma geliyor, “Bilinçdışı dinlenilmeye tabidir” diyor. Dinlenildikçe, duyuldukça var olur ve dönüşür ruhumuzdakiler. Onları dillendirme, onlarla temas etme süreci, bazen bir insanla paylaşarak onun eşliğinde olur. Bazense kendi kendinize tanıklık edersiniz, kendi kendinize konuşursunuz içinizdekiler(l)e. Yazarsınız belki. Yazdıkça ruhunuza aşina olursunuz. Yazdıkça kendinizi dönüştürürsünüz. Sonra geriye dönüp yazdıklarınızı okudukça, bu değişim dönüşüm sürecine dışardan bakma imkânı bulursunuz. Kitaptaki kadınların ortak bir özelliği de bu: yazarak hem kendilerini hem de diğerlerini
“iyi”leştirmek. Lou Andreas-Salome, hastalığı nüksetse de yazmaya devam eder; “yazacaktır, yazmak zorundadır” diyor kitabın yazarı Mons. Kendine gelebilmek için, kendi olabilmek için yazmak mecburidir o ve onun gibi ruhlar için. Lou’nun yazdığı şiirleri okuyan sanat tarihi ve arkeoloji profesörü Kinkel’in “…hayatı acı çekerek kavrayabilmek, yirmi yaşında genç bir kızdan beklenmeyecek temalar,” diye bahsettiği belirtiliyor. Acıyla temas edebilme özgürlüğü, çoğu insandan beklenmeyecek bir tema aslında. Ama acı çekmekte de maharetli olmak lazım bazen. Acıyı anlama dönüştürebilmek ve onu özümüzle buluşturabilmek lazım. Bir başka ilham verici kadın, Sabina Spielrein ise ayaklarında şiddetli ağrılar olduğu ve evden çıkmak istemediği dönemde yazıya yaslar kendini. Mons bu ağrıların, Sabina’nın omuzlarının sorumlulukla dolup taştığı zaman “dünyaya iştirak etmeye çekinmesinin” bir semptomu olarak vuku bulduğunu vurgular kitapta. Ayaklar dünyaya iştirak etmeye çekindiği zaman, devreye eller girer belki de. Yazı yazmaya yüreklenir, içindekileri bir şekilde eyleme geçirmeye yöneltir. Çünkü içindekiler hareketlenmezse katılaşır insanın, çimento gibi olur katılaşınca. Çimentoya dönüşmeden taş kesilmeden yazıvermek lazım onları. Yazmak, dantel işlemek gibi ince ince örmeye benziyor içindeki duyguları, hisleri, düşünceleri. İşlemeden ip koca bir yumak oluyor, karışıyor ediyor düğüm oluyor; ama örünce onu anlamlı kılıyor insan. Konuşmanın gücüne inanan ve bunun peşine düşen Freud’un psikanalizi gibi, yazmak da iyileştiricidir. Yazdıkça yazası gelir insanın, iyileştikçe iyileşesi ve dönüştükçe dönüşesi…
Jean Piaget’nin kuramında vurguladığı gibi, zihin denge ister. Öğrenme, değişme veya dönüşme süreci ise hâlihazırdaki dengenin bozulup yeni bir denge oluşması sürecidir. Bu kadınların düşünceleri, hikâyeleri, var oluşları “rahatsız edicidir çünkü yenidir”. Yeni, içsel dengeyi bozar. Başınız döner bir müddet. Ancak bu yeni malzemeler işlenmeye, dönüşmeye başladıkça size katılır, sizden bir parça olur, sonra da “siz” olursunuz. Sabina’nın deyimiyleyse, “ilk haliniz yıkıma uğrar.” Bu yıkım, yeniden inşa sürecinin başlaması için gereklidir. Isabelle Mons, bu on dört kadının vesilesiyle içimizde kemikleşmiş yapıların yıkım sürecine davet ediyor bizi. Çünkü bazı şeyleri yıktıkça özümüzü daha çok görüyoruz ve onu gördükçe daha çok insan oluyoruz.
Yıkıma ve yıkımın canlandırıcı etkilerine dair Ahlat Ağacı filminde de epey güzel vurgular var. Bilhassa son sahnelerde, sahte kendini öldürmek ve bu vesileyle gerçek kendini yaşama döndürmek çarpıcı bir şekilde imgelemimize düşüyor. “Kendi kuyumuzu kazıyoruz” ve özümüze ulaşmaya çalışıyoruz. Bu uğurda döktüğümüz her damla ter, sahte katmanlarımızı biraz daha eritiyor. Terapide kendini tanıma süreci de böyle değil mi zaten? Kendi kuyumuzu kazıyoruz kendi sözlerimizle ve kazdıkça “kendimize geliyoruz”. Psikanalizdeki, semptomu geçirmek yerine onun içinden geçerek, onun vesilesiyle iyileşmek ve kendini anlamak yaklaşımının kıymeti dile geliyor bir kez daha.
Sıkıntıların psikanaliz ile, psikanalizin de sıkıntılar ile nasıl dönüştüğüne şahit oluyoruz Ruhun Kadınları’nda. Psikanalizi noksan olmak kaderinden kurtarmış bu kadınlar ve hikâyeleri, yazarın hoş üslubuyla gelip derinimizde bir yerlere dokunuyor. Bu kadınların hislerinin, vakti zamanında duyumsadığımız veya hâlihazırda içimizde olan hislerimizle olan tanışıklığını fark edince ısınıveriyoruz kitaba. Ve kapadığımızda, onların ruhu olmadan bir psikanaliz ruhundan bahsetmek mümkün olmazmış diyoruz.
Ruhun Kadınları – Psikanalizin Öncü Kadınları, Isabelle Mons, Çev. Öncel Naldemirci, Yapı Kredi Yayınları, 2018, 280 s.