“Annemin adı Sumer, karımın adı İştar, benim adım İskender, kardeşimin adı da Cengiz
siz düşünün artık!”
İskender Savaşır
İskender Savaşır’a şöyle bir soru sormuştum: “İskender Bey Allah’ın 99 ismi ile mitolojideki tanrılar arası bir bağlantı var mıdır?” Yani Esma’ül Hüsna ile çeşitli mitolojilerdeki tanrılar arasında bir paralellik kurulabilir mi? Cevabı kendi bloğundan vermişti(1). Ya da daha doğrusu, cevap aramıştı. Bunun üzerine, kendi deyişiyle “Arapçacımız” Hayriye Kırtay’dan uzun ve doyurucu bir cevap gelmişti. Cevap “evet, bir bağ var” üzerineydi. O zamandan beri, adlandırmanın kutsal metinlerdeki hikâyeleri de dikkatimi çekmiş, adların konumlandıkları nesneyi kendi tarihiyle nasıl bağladıkları merak konum olmuştu.
Adların İzinde kitabı, kutsal metinlerdeki adlandırmayı temel alan bir bölüme sahip. Ancak sanıyorum ki Hz. İbrahim ve Sara’ya benim vereceğim önemi vermemiş, altını çizme gereği görmemiş. Kitap Musa’nın on adı ve Tanrı’nın adlandırılamazlığı üzerine çeşitli tartışmaları ele alıyor. Ancak, Tevrat’taki Hz. İbrahim ve Sara diyaloğu adlandırmanın anlamları için kıymetli bir pasaj(2). En azından kitabı tanıtırken bu metnin ana gövdesini oluşturan düşüncenin çıkış noktası Hz. İbrahim ve Sara’nın hikâyesi olacak.
“Bundan böyle onun adı Sara olacak” – 1
Kenan ülkesine vardıklarında Tanrı Yehova, Hz. İbrahim’e vahyederek, Saray isminin “Sara” olarak değiştirilmesini emreder:
“Tanrı, ‘Karın Saray’a gelince, ona artık Saray demeyeceksin’ dedi, ‘Bundan böyle onun adı Sara olacak.’”(3)
Devam eden 16. Ayette de onu kutsayacağını, halkların krallarının onun soyundan çıkacağını ifade eder. Sonrasında Tanrı, doğacak çocuğun erkek(4) olacağını söyler ve adını da İshak koymalarını emreder. Yani hem Saray’ın adını Sara olarak değiştirir(5), hem de doğacak çocuğun adını koyar. Peki ya neden? Neden Tanrı Saray’ın gebe olmasını sağlarken adını da değiştiriyor? Cevap aramak heyecan vericiliğini koruyor. Ancak şimdi bu soruyu kesip bir başka noktadan devam edeceğim. Kestiğim parçaları ise metnin en sonunda birleştirmeyi umuyorum.
Farklı kültürlerde adın anlamı
Kitabımız şöyle diyor: “Ad bir yol çizer ve çocuğun yazgısında ağırlığını hissettirir.” Belki de çizilen yolun yanında, çıktığı yolda nelerle karşılaşacağına kadar bir belirleyiciliğe sahiptir adlandırma. Bu sebepten, kültürler nasıl bir bebek doğunca ona “kendi kıyafetini” giydiriyorsa, kendi kültürüne göre de bir ad seçer. Bu ad ise onu anmanın, hatırlamanın ve ona seslenmenin bir zorunluluğu oluverir.
Sahraaltı Afrika’da birinin adını bilmek, adın “sessel maddeselliği”ne sahip olmak, fiziksel olarak o kişi üzerinde egemen olmakla eşdeğer. Yani ad, kişinin kendisi, hatta özü kabul edilir. Bir adın üç bileşeni olduğu söylenir, ilk iki ad ise gizli tutulur. Zira herhangi bir düşman bir şekilde kişinin gerçek adını öğrenirse onu ele geçirebilir ve bu bilgi sayesinde önemli bir güce ulaşır. Kitabın cümlesiyle: “Ada dokunmak, kişinin kendisine dokunmaktır.”
Brundi’de ise ad daima adı verenin kişisel tarihi ile ilişkilidir. Onlara göre bazı adlar zamansal, yerel ya da durumsal bir “çakışma”ya işaret eder. Örneğin çocuk herkes avlanmaya gittiğinde doğmuşsa ona “Erkekler yokken doğan” gibi bir ad verilir.(6) Belirtmek gerekir ki, kitabın önemli bir uyarısı, bu isimlerin ancak Brundi’de sözün kutsal bir gücü olduğunu bilmekle anlaşılabileceği üzerine. Burada adlandırma, doğum gününde yaşanılan her ne ise onun hatırlatmasını yapar halde gözüküyor. Daha genel bir ifadeyle ad, kişiyi tanımlamakla kalmıyor, ona bir varoluş bahşediyor. Demez miyiz “Adın batsın, adsız kalasın!” diye?
Kadim Mısır’da kişiye bağlı olan adlar aynı zamanda kendi başına da canlı ve özerkti. Hatta önce kişiye, sonra adına hitap edilirdi. Örneğin, bir görüş “Sende bir kötülük yok, adında bir kötülük yok” diye ifade edilirdi. Adlar tazelenir, özenle korunurdu. Kişinin adını korumasının en iyi yolu ise onu belli bir sıklıkta telaffuz etmekti. Morgan Freeman’ın sunduğu belgeselde(7) bu ayinsel davranış Üçüncü Ramses üzerinden anlatılıyor. Üçüncü Ramses adını duvara derin derin kazıtıyor, aşınıp silinmesin ve uzun yıllar telaffuz edilsin diye. Adı söylendiğinde hayatı yenileniyor, yaşam kazanıyor. Ne kadar ilginç değil mi? Jean Sainte Garnet’in dediği gibi, ad onlar için “bir bıçak gibi bilenmeliydi.”
Arap kültüründeki adlandırmalar ilginç bir noktaya sahip. Doğan ilk erkek çocuğa büyük babasının adının verilmesi genel bir adet olsa da Arap kültüründe baba, ilk erkek çocuğu dünyaya geldiğinde adını değiştirir ve “(biri)nin babası” oluverir. Örneğin Ahmet Bey ilk oğluna Hüseyin adı verirse Ahmed Ebu Hüseyin olur. Doğumla birlikte değişen bu ad, kişiyi babalığa davet eden, işlevini yerine getirmesi için çağrı yapar niteliktedir.
Son olarak, Eskimolar da adlandırmaya istisnai bir önem atfeder. Eskimolar insana dair anlayışlarında Tina, Tarnek ve Adek denen üç unsur olduğunu kabul eder. Tina, terk edilecek bir mekândır, yani beden. Ölümsüz bir varlığın geçici mekânıdır Tina. Tarnek, tüm insanlarda ortaktır, bedene yaşam ve canlılık verir. Doğumdan önce ceninde mevcuttur. Kişiliğin bizi en çok ilgilendiren bileşeni ise Adek’tir, bu addır. Adek, bir bedene yerleşme ve yeniden bedenlenme gücüne sahiptir. Hatta ölmüş biri, bir akrabanın bedeninden gelebilir ve bir yeni doğanda tekrar bedenlenebilir.(8) Bebek dünyaya geldiğinde annesi kulağına bir ya da birden fazla ad fısıldar. Doğru adı, çocuğun verdiği tepkiye göre yorumlar; ağlar ya da bağırırsa adı reddettiği, sakin ve huzurlu olursa adın ona uygun olduğu sonucuna varılır. Yani önemli bir farkla, Eskimolar’da ad diyalektiktir.
“Bundan böyle onun adı Sara olacak” – 2
Saray neden Sara oluverdi? Kutsal kitap bize bunun cevabını vermiyor. Ancak belki de Tanrı ona yeni bir kimlik bağışladı, bu kimlik ise anne olmanın da bir başlangıcıydı. Ona bu isimle seslendi, halkların kralını doğurma görevi için onu bu isimle çağırdı. Saray kutsandı, adı değişti Sara oldu, hatta bu “kutsallık” vergisi ise İbrani/İsrailoğulları/Yahudi etnik ve dini ırkçılığının da başlangıcına denk düşmüş olacaktı. Çünkü kutsanmış olandan doğmak, bir fark yaratmalıydı, öyle değil mi?
Sara 127 yaşında öldüğünde, herkes onun kendi topraklarına gömüleceğini beklerken Hz. İbrahim onu Tanrı’nın ona vaat ettiği topraklara, yani Kenan topraklarına, Makpela Mağarası’na gömdü. Bu, onun doğduğu topraklarda değil, verili topraklarda yeniden doğduğunun bir işaretiydi (hristiyankitaplar.com, 2018).
Adsız doğan
Şüphesiz, adlandırmanın doğumla bir ilişkisi var. Bu doğum, bir fikir olabilir yahut bir bebek olabilir. Önemli olan seslenmek için yeni gelene, yeni doğana bir ad takmak. Ad, bir varlığın kayda geçmesi olarak anılabilir. Örneğin kitabın hatırlattığı üzere adı verilmeyen bir bebek insan kabul edilmez; adı olmayan bu bebeğin öldürülmesi cinayet olarak dahi sayılmaz.
Kitabın en ilginç bölümlerinden: 24 Mart 1976’da Arjantin’de gerçekleşen darbede tahminen 30 bin kişi kaybediliyor. Kaybediliyor, çünkü kaçırıldılar mı yoksa öldürüldüler mi kimse bilmiyor. Ancak sonra kanıtlandığı üzere, bu gerçek hikâyede, aralarında çocukların da olduğu sayısız insan “NN” yani Latince “Bilinmeyen ad, adsız” olarak gömülüyorlar. Yani bir isme sahip olmak, doğum ve ölümle sıkı bir bağa sahiptir. Çünkü nesneleri adıyla çağırırız, ona dokunmuş oluruz.(9)
Ancak bir başkasında var olabilecek bir ben
Kitabın “Edebiyatta Ad” kısmı Alice Harikalar Diyarında, Romeo ve Juliet, Cennetin Doğusu gibi başyapıtların adlandırmayla alakalı önemli noktalarına değiniyor. Juliet, adının anlamı “Roma’ya giden hacı” olan Romeo’ya oyunun ilerleyen kısımlarında “Benim düşmanım sadece senin adın. Ah değiştir şu adı” derken, Alice Harikalar Diyarında “anlama özen gösterirsen sesler yolunu bulur” ifadelerini okuyoruz.
Kitabın değerlendirmesine girmemiş olsa da edebiyatta adlandırmanın ilginç noktalarından biri de “takma” adlandırmadır. Takma ad, yazarın kendini gizlediği ya da bir başkası olmak istediği anlarda kullanır. Ancak takma ad için daha geniş bir kullanım alanı da açabilirdik. Takma adlarla alakalı bildiğim ve rastladığım tek kaynak Kitap-lık dergisi. Ne mutlu, 2001 yılında Kitap-lık dergisi 45. sayısının (Ocak-Şubat) dosya konusu olarak “Takma Adlar, Sanal Kimlikler”i seçmiş. Oğuz Demiralp takma adların İngilizce ve Yunanca anlamlarını tartıştıktan sonra Eski Türkçedeki “müstear ad” kavramına işaret ediyor. Müstear ad, yani “ödünç alınmış” ad. Ödünç ifadesi ilginç sayılabilir, ancak takma ad konusunun artık sanal pek çok ortamda, yani edebiyattan daha yaygın, kullanıldığına aşinayızdır. Gene burada da adlandırmanın kişiye bir kimlik verdiğini, bu kimlikle de aslolan (?) kimliğini geride bıraktığını yahut onu bir başka köşeye koyduğunu söyleyebiliriz.
Adını “son” olarak koyduğum paragraf
Ad yol çiziyor, geçmişe bağlıyor, aynı zamanda bir diğerinden ayırıyor. Dahası, insan kendine konulan ad karşısında sürekli edilgen bir pozisyonda var oluyor. Kitap “ötekilerin bizde yazdıkları” ifadesini kullanırken çok da iyi tanımlıyor durumu. Aslında ne kadar da tuhaf, adımızı sonradan öğreniyoruz.
Adlandırmayı yalnızca kişilere değil, genel olarak tüm işaret edileceklere dikili olan, onlara yapışık halde bulunan şey olarak değerlendirilebiliriz. Daha anlaşılmaz bir cümleyle: Adlandırma, seslerin giydirileceği bir beden gibidir.
Kitabın içeriği kadar kendi düşüncelerimden ve farklı kaynaklardan bahsetmiş olsam da buna imkân veren ve düşünme alanı açan, Bağlam Yayınları’ndan çıkan Adların İzinde adlı kitap. Yakın zamanda okuduğum ve beni en çok heyecanlandıran kitaplar arasında diyebilirim. Klinik tecrübeden, kültürler arası birikimden, kutsal kitaplardan ve ilginç siyasi olaylardan söz eden şahane bir kitap.
Adların İzinde, Juan Eduardo Tesone, Çev. Barış Şannan, Bağlam Yayıncılık, 2013, 232 s.
Dipnotlar
1) http://defterisk.blogspot.com/2016/01/esmaul-husna-ve-mitoloji.html
2) Jose Saramago Kabil adlı eserine hikâyeyi kısaltarak da olsa eklemiş, önemine işaret etmiş (Saramago, 2011).
3) Tevrat/Tekvin17/15.
4) Oğul/Erkek
5) Gerçi burada Tanrı adını “değiştirdi” diyerek mi yoksa “y” harfini eksiltti gibi mi yorumlamak gerekir, bilemiyorum.
6) “Cumartesi anneleri” de bu kategoriye dahil olabilecek bir adlandırmadır. İştar Gözaydın da “Telemisafir” demişti bir laf arasında (12 Ağustos Pazar). Bu da kendi hikayesi olan ve hikayesinin oluşturduğu bir adlandırma örneği.
7) Morgan Freeman ile İnancın Hikayesi
8) Etraflı bir araştırma yapmadan “bizde” diyeceğim: Bizde bu durumda çocuğa “ikame çocuk” deniyor.
9) “Üç Harfliler”
Kaynaklar
1) Conybeare, C. (2013). The Laughter of Sarah – Biblical Exegesis, Feminist Theory, and the Concept of Delight. New York: Palgrave Macmillan.
2) hristiyankitaplar.com. (2018, 8 4). https://hristiyankitaplar.com/sites/hristiyankitaplar.com/files/epub_content/538/tmpFYlJsjwW_split_031.html adresinden alındı
3) Saramago, J. (2011), Kabil, (I. Ergüden, Çev.) İstanbul: Kırmızı Kedi.