Ana Sayfa Dergi Sayıları 176. Sayı Bilimkurgu diyalektiğinin derin kavranışı: H. G. Wells ve bilimkurguları

Bilimkurgu diyalektiğinin derin kavranışı:
H. G. Wells ve bilimkurguları

346
0

Adam Roberts

Katolik aşkıncılığı ve akılcı “Protestan” materyalizmi benzersiz bir kurgu haline getiren ateist bir yazar olarak Wells, mistik/bilimsel ve büyüsel/materyalist diyalektiklerine saldırarak, çeşitli açılardan bilimkurgunun belirleyici ikilikleri üzerinde çalışmıştır. Wells bilimkurguyu icat etmedi; ancak onun esas diyalektiğini seçici olmayan bir enerji ve kalıcı bir etkiyle yeniden canlandırdı. 

Okuyacağınız makale, Adam Roberts’in, The History of Science Fiction adlı kitabının, “Jules Verne and H. G. Wells” başlıklı bölümünden alınmıştır. Başlığı değiştirdik, arabaşlıklar ekledik. Bilim ve Gelecek Kitaplığı olarak yayıma hazırlamakta olduğumuz kitabı önümüzdeki aylarda okurlarla buluşturmayı umuyoruz.

Büyük işkenceler sonucunda, bilimkurgu söyleminin en büyük romancısını söylemem istenirse, Herbert George Wells’in (1866-1946) ismini verirdim. Bilimkurgu için bazı yeni öncüller geliştirdi; bundan daha çok eski bilimkurgu mecazlarını uyarladı; ancak dokunduğu her şey, yoğun bir şiirsellik ve bir bütün olarak türü belirleyen diyalektiğin derin, belki de sezgisel olarak kavranmasıyla, özellikle çağdaş bir şekilde can buldu. En iyi kitaplarında diğer tüm bilimkurgu yazarlarından daha etkileyici, düşündürücü ve patırtısız şaşırtıcıdır. Patrick Parrinder’in sözlerini inkâr etmek zordur: “Bilimsel romanların modern bilimkurguya evriminde en önemli figür odur. Onun örneği bilimkurguyu diğer tüm edebi etkilerden daha fazla şekillendirmiştir.”(1)

Wells (1866-1946) gençlik yıllarında.

Wells’in ailesi fakir değildi, ancak pek orta sınıf da sayılmazlardı. Babası profesyonel bir kriket oyuncusuydu (Bazı İngilizler için şu an olduğu gibi kutsal sayılan kriketin oyuncuları, eskiden amatör “centilmenler” ve profesyonel “oyuncular” olarak ikiye bölünmüştü) ve Wells’in doğduğu günlerde bir dükkân işletiyordu. Hayatında daima önemli olan annesi, görkemli bir evde hizmetçilik yapıyordu. Başlangıçta Wells yerel bir tuhafiyecinin yanında çıraktı, ancak son derece kararlı biçimde akademik potansiyelini en üst düzeye çıkarmayı tercih etmiş, Midhurst Dilbilgisi Okulu’nda öğretmen olmuştu. Bu pozisyondayken, üniversite statüsü bulunmayan, ancak seçkin biyolog ve Darwinist Thomas Huxley’den (1825-1895) eğitim alma imkânı sunan bir kurum olan Londra’daki Normal Bilim Okulu’ndan burs kazandı. Wells daha sonra Huxley’den ders alarak geçirdiği bu yılın, hayatının “hiç şüphesiz en eğitici yılı” olduğunu öne sürecekti: “Dönem sonunda, gerçek olduğu düşünülen evrenin oldukça açık, eksiksiz ve düzenli bir görünümünü elde etmiştim.”(2)

Huxley’in bilimsel hümanizmi ve aktif evrim kuramı taraftarlığının etkileri, Wells’in yazılarında çok belirgin olsa da, daha derin bir sosyal amaca aracılık ederler. Meritokrasi (liyakata dayalı yönetim biçimi) içinde Wells’in yeteneğine sahip bir kişi kolayca yükselebilirdi, ancak 1880’li ve 1890’lı yıllarda Britanya bir meritokrasi değildi. Wells’in sosyal devinimi zor kazanılmıştı ve Darwin’in dünyanın yorucu bir mücadele alanı olduğuna dair teorileriyle ve “bilim” söyleminin “sınıf” ve “din” söylemlerinin yerini almasıyla uyumlu bir sosyal mücadele duygusu taşımasına neden olmuştu. Wells’in parlak yaratıcılığı ve anlatıdaki hünerine, çok daha konforlu bir burjuva hayatı yaşayan Verne’in büyük ölçüde yoksun olduğu bir derinlik ve kapsamlı bir sosyal duyarlılık ekliyordu bu.

2) Wells’in ilk romanı olan The Time Machine (“Zaman Makinesi” 1895), en kalıcı yapıtlarından biri olmuştur.

Wells, ilkönce Galler’de ve daha sonra kuzey Londra’da okul öğretmeni olarak çalıştı ve 1891’de evlendi. Çeşitli gazetelere ara sıra makaleler satarak bilimsel gazetecilik yapmaya başladı. Bunların bazıları tam anlamıyla spekülatif bilimdir. “Milyonuncu Yılın Adamı” (1893’te Pall Mall gazetesinde yayımlandı) ile Darwinizmi, başlıkta da geçtiği gibi uzun süre sonrası için yorumladı ve evrim geçiren insanları hayal etti. 1894 yılında karısını terk etti ve ertesi yıl, eski bir öğrencisi olan Amy Catherine Robbins ile evlendi. Bu kadın, Wells’in hareketli yaşamına bir düzen getirmiş gibi görünüyor. Wells’in seri aldatmaları bu ilişkiyi yıkmasa da, (sekse dayalı olmaksızın) geleneksel kuralların ve geleneksel ahlakın onun için geçerli olmadığına dair yaklaşımına işaret ediyor; aynı şey romanlarında da kendini gösteriyor. Bu şekilde yaşanan bir hayatın ve bu temel öncülden yaratılan bir edebiyatın hem avantaj hem de dezavantajları olduğunu söyleyebiliriz.

Wells’in yazarlık kariyeri uzun sürdü ve sonunda gezegendeki en ünlü yazarlardan biri haline geldi. Eleştirmenler bazen, çoğunlukla kurmaca yazdığı 1914 yılına kadarki yapıtlarıyla, 1. Dünya Savaşı’ndan ölümüne kadar farklı türlerin tüketici bir silsilesinde yazdıklarını birbirinden ayırır. Bununla birlikte, bizim amacımıza uygun olarak, (daha az bilinen) geç dönem yazılarının çoğunda görülen dinsel-mitolojik ve teolojik masallara dönüşün, yazılarında başından beri mevcut olan temel bir diyalektiği ortaya koyduğu düşünülebilir: Evrene dair bilimsel ve mistik bakış açıları arasındaki diyalektik, yani (Wells’in de yazmış olduğu) “gerçekçi kurmacalar” ile “bilimkurgu” arasındaki biçimsel ve türsel gerilim. Bu iki biçim yapıtlarında olağandışı bir şekilde birbirine bağlı bir biçimde var olmaktadır.

Nitekim Wells 1940’lara dek üretken bir yazar olsa da, neredeyse tüm bilimkurgu şaheserlerini 1895’ten 1905’e kadar geçen on yıl boyunca üretmişti. İlk romanı The Time Machine (“Zaman Makinesi” 1895), en kalıcı yapıtlarından biri oldu. Ardından başlıklarıyla bir BK başyapıtları listesi oluşturulabilecek kitaplar geldi: The Island of Doctor Moreau (“Doktor Moreau’nun Adası”, 1896), The Invisible Man (“Görünmez Adam”, 1897), The War of the Worlds (“Dünyalar Savaşı”, 1898), When the Sleeper Wakes (“Uyuyan Uyandığında”, 1897-8), Anticipations (“Beklentiler”, 1901), First Man in the Moon (“Aydaki İlk Adam”, 1901), The Food of the Gods and How it Came to Earth (“Tanrıların Yiyeceği ve Dünya’ya Nasıl Geldiği”, 1904) ve A Modern Utopia (“Modern Bir Ütopya”, 1905).

Sıradan da olağanüstüye ulaştıran edebi araç: Zaman Makinesi
Wells, The Time Machine’in (Zaman Makinesi) ilk versiyonunu, 1888’de başlayarak, “The Chronic Argonauts” (“Kronik Argonotlar”) adlı çirkin bir başlık altında, küçük bir kitleye ulaşan Science School Journal dergisinde yayımlamıştı. Bu anlatı, 1895’de kitap biçiminde ortaya çıkmadan önce “en az yedi farklı versiyondan” geçmişti.(3) Zaman yolcusu (adı verilmemiştir), zamanda geriye veya ileriye gitmesini sağlayan bir makine keşfeder. 802.701 yılına gider ve insanlığın iki ayrı ırka evrimleştiğini keşfeder (Darwinci evrimin ilerlemeyle eşanlamlı olduğunu söyleyen isabetsiz anlamı ima etmezse, “devrolmuşlardır” diyebiliriz): Yeryüzünde hedonist bir hayat yaşayan, güzel fakat akılsız Eloi adındaki canlılar ve yerin altında yaşayan, geceleri (masalın göstereceği üzere) Eloi’leri yemek üzere ortaya çıkan vahşi ve çirkin Morlock’lar. Zaman yolcusu daha sonra gelecekte daha da uzağa seyahat eder ve “devrimin” daha ilerlemiş safhalarına şahit olur, insanlar önce tavşan benzeri bir yaratığa (1895 basımında burası çıkarılmıştır) ve son olarak da -muhteşem bir ıssız manzara eşliğinde- ölmekte olan güneşin altındaki son kumsalda seğirten yengeç benzeri canavarlara dönüşmüştür.

1960’da sinemaya uyarlanan The Time Machine’in afişi.

Bu romana yapılan alışıldık eleştirel yorumlar, onu yüzyıl sonu Britanya’sının sınıf yapısı üzerine düşünceler ya da onun yerine (ya da aynı zamanda) “uzun zaman sonrasını” ve özellikle Wells’in Huxley aracılığıyla öğrendiği Darwin teorisinin sonuçlarını düşünmek için güçlü bir şekilde yoğunlaşmış bir girişim olarak görüyordu. “Soluk tenli, dekadan sanatçı ruhlu” Eloi’ler, yerin üzerinde neo-hellenik komünist bir pastoral cennette yaşar, “Bin sekiz yüz yetmişlerden estetik bir lezzet taşırlar”.(4) Morlock’ların, masalda endüstriyel proletaryanın Darwinci uzantısı olarak tanımlandığı inkâr edilemez: “Günümüzde bile, doğu yakasında çalışan işçiler dünyanın doğal yüzeyinden koparılmışçasına, böylesi yapay koşullarda yaşamıyor mu?”(5) Yamyam Morlock’ların, aptal ama güzel Eloi’leri gerçekten yemesi, kolaylıkla 19. yüzyıl sonlarında Britanya’daki sınıf şiddetine dair zalim bir hiciv ya da tersine hiciv olarak okunabilir, ancak Morlock ve Eloi’lerin Swiftvari alegorisi, Wells’in fantastik ya da aşırı durumlarla ilgili yarı bilimsel açıklamalarıyla yoğunlaşmıştır.

Ancak bu muhteşem masalı okumanın tek yolu bu değildir. Wells’i “filozof”, “yarı-biliminsanı” veya “peygamber” olarak düşünmek, elbette Wells’in de onayladığı bir bakış açısıyla bizi onun olağanüstü yazarlık yeteneklerinden uzaklaştırabilir, bu kitabın -sınıf, Darwinizm, yozlaşma veya kehanetle “ilgili” olmasından önce- anlatı ve türle “ilgili” olduğunu öne sürmek istiyorum. Bu kısa romanın öncülünü (zamanda dolaşabilen bir makine) evrimin eylemde incelenmesi için bir araç olarak ya da sınıf hicvinde bir kolaylaştırıcı olarak gören eleştirmenlerin aksine, anlatının kendisini, Suvinvari bir “novum”, kendine dönüşlü bir metinsellik parçası olarak okuyabiliriz.

The Time Machine filminden bir sahnede, zaman yolcusu, icat ettiği zaman makinesini kullanırken görülüyor.

Kısa kurmacalarının çoğunda tutarlı bir şekil görürüz: “Sıradan” çağdaş bir ortamdan bir cihaz, nesne ya da durum, tuhaf yeni dünyalara pencere açar. “The Door in the Wall” (“Duvardaki Kapı” 1896) hikâyesinde kahraman, 19. yüzyıl Londra’sının kirli gerçekliğini terk etmesine ve “farklı nitelikte, daha sıcak, daha nüfuz edici ve daha yumuşak bir ışığa sahip, havasında hafif, şeffaf bir mutluluk bulunan bir dünyaya” girmesine imkân veren esrarengiz yeşil bir kapı bulur.(6) Sonradan aynı cihazı kullanan birçok hikâye yazılmıştır. “The Remarkable Case of Davidson’s Eyes” (“Davidson’un Olağanüstü Gözleri Olayı”, 1897) hikâyesinde, yanlış işleyen bir bilimsel deney, kahramanın sıradan görüş yeteneğini, dünyanın tam tersi noktasını görebilme yeteneğiyle değiştirir. “The Crystal Egg” (“Kristal Yumurta”, 1899) hikâyesinin başlığındaki nesne, Londra’da bir hurda dükkânı işleten sahibine, bir Mars evi ve uçan Marslılar da dahil olmak üzere, Mars’taki bir sahneye beklenmedik bir şekilde görsel erişim olanağı verir. Bu son hikâye, bu türden masalların çalışma biçimini şöyle özetler: Wells, kristal yumurtanın sahibi olan dükkâncının sefil alt-orta sınıf varlığı (kurnaz eşi ve nankör çocukları ile birlikte Bay Cave) ile yumurta tarafından açılan fantastik, egzotik dünya arasında net bir ayrım çizer. Bu tezat, masalın işleyişinin ayrılmaz bir parçasıdır. Wells daha sonra Experiment in Autobiography (“Otobiyografi Denemesi”, 1934) adlı kitapta Time Machine’e atıfta bulunarak şöyle der: “Fark ettim ki anlattığım hikâye ne kadar imkânsızsa, ortamın o kadar sıradan olması gerekiyor.”(7) Aslında, “Kristal Yumurta” hikâyesindeki yumurta, bilimkurgunun kendisidir. Bize olağanüstü, dünya dışı tasavvurlar sunan şey budur. Hikâye, hırpani Seven Dials hurda dükkânını egzotik Mars sarayının karşısına yerleştirerek, yüzyılın sonlarına doğru Wells’in de yazdığı George Gissing ve Arnold Bennett gibi yazarlarla daha güçlü bir şekilde ilişkilendirilen “gerçekçi” kurmacalarla bilimkurgunun parıltılı olasılıklarını dengeler.

Bu, sırf The Time Machine’in değil, Wells’in “büyük on yılı” boyunca yazdığı tüm kurmacaların anahtarıdır. Masalı çağdaş sınıf koşullarının alegorik bir “kodlaması” olarak okumak yerine, onu bu koşulların genel temsilinin (realizm) kasıtlı bir arabuluculuğu ve bu sıradan, gündelik temsilden bir kaçış olarak okuyabiliriz (zaman makinenin kendisi veya “bilimkurgu”). Eleştirmenlerin yaptığı gibi, zaman makinesinin, yazarın Darwinci zamanı temsil edebileceği bir mekanizma olduğunu söylemek elbette mümkündür, ancak bu, cihazı dolaylı olarak anlatabilmek içindir. Zaman makinesi bir saat, bir araba, bir silah ve eleştirmenlerin hikâyeden anlam çıkarabileceği çeşitli başka şeylere “benziyor” olsa da, zaman makinesi edebi bir cihazdır. Novella’nın nasıl başladığını hatırlayarak bunu başka bir şekilde ifade edebiliriz. (Adsız) zaman yolcusu, “uzay zaman” kavramını açıklayarak, “bize muğlak bir meseleyi açıklıyordu”:

“Herhangi bir gerçek cisim dört yönlü uzantıya sahip olmalıdır: Uzunluk, genişlik, kalınlık ve süreç. Fakat etin doğal bir zayıflığıyla… bu gerçeği gözden kaçırmaya eğilimliyiz. Gerçekten dört boyut vardır, bunlardan üçünü uzayın üç düzlemi, dördüncüyü ise zaman olarak adlandırırız.”(8)

The Cyristal Egg (Kristal Yumurta) kitabının bir kapağı. Bu hikâyedeki yumurta, bilimkurgunun ta kendisidir; okurlarına olağanüstü, dünya dışı tasavvurlar sunar.

Bu “dördüncü boyut” bizim için görünmezdir, çünkü “Bilincimiz hayatımız boyunca yalnızca aralıklı olarak onun içinde dolaşır.” Bu görünmezlik, romanın ana temalardan biridir ve zaman yolcusunun makinesinin seyahat ederken tam anlamıyla “görünmez” olduğu fikriyle altı çizilmektedir. Bu, yarı-bilimsel terimlerle açıklanmaktadır: “Onu göremiyoruz… bir tekerleğin bükülmesini ya da havada uçan bir mermiyi göremediğimiz gibi. Zaman içinde bizden elli kat, ya da yüz kat daha hızlı seyahat ediyorsa… yarattığı izlenim, zamanda yolculuk etmeseydi olacağının yalnızca ellide ya da yüzde biri olacaktır.”(9) Hikâyenin sonunda bu ilkeyi eylem halinde görürüz, zaman yolcusu yeni bir yolculuğa çıkarken anlatıcı “hayalet gibi, belirsiz… şeffaf” zaman makinesini bir an için görür.(10) Zaman yolcusunun da anlattığı hikâyenin mantığında, bu “görünmezlik” veya “hayaletin belirsizliği”, Eloi ve Morlock’lar arasındaki ilişkide ve daha somut olarak Morlock’larda gerçekleşir.

İnsanlığın içindeki uygarlık ve canavarlık
The Island of Doctor Moreau (“Doktor Moreau’nun Adası”, 1896) Frankenstein’ın daha açıkça dini bir dille filtrelenmiş çekici bir yeniden işlemesidir. Wells’in biliminsanı, dirikesimci (e.n. canlı hayvanı deneysel amaçla ameliyat eden) Moreau, kendini bir adaya kapamış, çeşitli hayvanlar üzerinde cerrahi çalışmalar yapmakta, fiziklerini daha insani hale getirmekte ve beyinlerinin kapasitesini arttırmaktadır. Bu yaratıklar Mary Shelley’nin canavarı gibi korkunçtur; iğrençlikle köpeklere, pumalara, domuzlara ve maymunlara dayanan garip bir güzelliğin birleşimidirler; “Sarık da takmışlardı, çıkıntılı altçeneleri ve parlak gözleriyle, cine benzer yüzleriyle sarıklarının altından bana bakıyorlardı.”(11) Merhamet ve acının birleşimi bir tanrı olarak Moreau (“O’nun eli yaralar,” der ilahi: “O’nun eli iyileştirir”) ile birlikte ilkel bir din geliştirmişlerdir. Romanın bilimsel Cennet’i de, İncil’deki “İyi ve kötünün bilgisinin ağacından” yememe emrinin bir benzerini içerir:

Frankenstein’ın daha açıkça dini bir dille filtrelenmiş, yeniden bir işlenmesi olan The Island of Doctor Moreou’nun (Doktor Moreou’nun Adası, 1906) bir kapağı.

Moreau canavarlarına kanın tadını almamalarını emretmiştir. Bu emir elbette çiğnenir ve yaratıklar hayvansı kökenlerine geri döner. Bunu örgütlü dinlerin oldukça basit bir hicvi olarak okumak isteyebiliriz. Fakat hayal gücüne kazınan şey, Wells’in yazılarıyla dikkatli ve planlı bir şekilde uyandırılmış bu hayali dünyanın doğası gereğidir. Canavarlar, bir novum olarak Wells’in insanlığın içindeki medeniyet ve canavarlık arasındaki dengeyi akıcı bir şekilde yazmasına olanak tanır. Hikâyeyi bilimkurgu diliyle şekillendirmenin avantajı, canavarlık ve insanlık arasındaki bağlantının maddi ve manevi âlemlerin daha geniş diyalektiği ile konuşmasıdır. Wells daha sonra neşeyle kitabı, “genç ruhlu bir küfür denemesi… teolojik grotesk” olarak nitelendirecektir.(12)

Dünyalar Savaşı ve öteki korkusu
The War of the Worlds (“Dünyalar Savaşı”, 1898) o kadar güçlü yazılmış bir romandır, çağdaş kültürde güncelliğini öylesine korumaktadır ki (Steven Spielberg’ün 2005 yılında yaptığı uzun metrajlı film, çok sayıda uyarlamanın sonuncusudur), 19. yüzyılın sonlarında paranoyak “İngiltere’nin gelecekteki işgali” hikâyesinin ne kadar yaygın bir bilimkurgu alttürü olduğunu unuturuz.(13) Bu hikâyelerde her zaman olduğu gibi, anlatı sıradan bir İngiliz’in hayatı etrafında şekillenir ve sonra yaşanan olağanüstü işgal onunla birlikte anlatılır. Wells’in dâhice buluşu, Almanların değil, uzaylıların işgalini hayal etmesiydi: Woking yakınlarına dev bir metal silindir düşer; bu silindirden dokunaçlı Marslılar iner ve yükselen mekanik üçayaklar üzerinde insanlara saldırmaya başlarlar, sonunda doğal bir bağışıklıkları olmadığından dünyanın bakterilerine yenik düşmeden önce, atıklarını güneydoğu İngiltere’ye bırakırlar.

The War of The Worlds (Dünyalar Savaşı) kitabının bir kapağı. Bu hikâyede, emparyalist İngiltere, kendisinden teknolojik olarak daha üstün Marslılar tarafından işgal edilmektedir. Wells, Marslıların gelişi ve mekanize acımasızlıkları aracılığıyla, İngiliz İmparatorluğu’nun kuruluşundaki şiddeti ve imparatorluğun halklarına empoze ettiği ötekilik ve ötekiyle karşılaşma endişesini sembolik olarak işler.

Wells’in Marslıları, zamanın bilimsel tutuculuğuna uygun olarak hayal edilmiştir. Mars’ın Dünya’dan çok daha eski bir gezegen olduğuna inanılıyordu, kendi dünyaları ölmekte olduğu için Dünya’nın topraklarını ele geçirmeyi planlayan Wells’in Marslıları aşırı evrimleşmişti. “Kafaları vardı, sadece kafaydılar. Hiçbir iç organları yoktu.”(14) Yiyeceklerini sindiremezler, avlarının kanını kendi dolaşım sistemlerine doğrudan alırlar; yaşamları ise üstün ve oldukça zalim bir rasyonalizm tarafından yönetilir. Aynı zamanda dünyevi gözler için canavar gibidirler:

“Yaşayan bir Marslıyı daha önce görmemiş olanlar görünüşlerinin korkunçluğunu hayal bile edemezler. Sivri üst dudaklı V şeklinde tuhaf bir ağız, kaş çıkıntısı yok, kama benzeri alt dudağın altında bir çeneleri yok, ağızları kesintisiz titriyor, Gorgon’u anımsatan çok sayıda dokunaçları var.” (15)

Zekice canlandırılmış azman ve korkunç uzaylı simgesi, bu dönemin artık unutulmuş olan işgal fantezilerinin gereğidir, The War of the Worlds’ün ise kilit noktasıdır.

Roman boyunca Wells, olağanüstü kontrollü ve etkileyici bir yazım sergiler. Marslı tehdidinden kurtulmuş ve onların uzaydan getirdiği kırmızı otla sarılmış bir Londra’yı anlatırken, uyandırdığı ıssız güzellik hissini herhangi bir türden çok az yazar yakalayabilir. Kitabın bu noktasında son Marslı, garip ağlamasına son vererek ölmektedir:

“Köprüyü geçerken aniden, ‘Ulla, ulla, ulla, ulla’ sesi durdu. Adeta bıçakla kesilmişti. Sessizlik gök gürültüsü gibi geldi.

“Etrafımdaki karanlık evler soluk, dik ve loş duruyordu; parka doğru ağaçlar kararıyordu. Kırmızı otlar kalıntıları sarmış, karanlığın içinde üzerime çıkmak için kıvranıyordu. Korku ve gizemin annesi, gece geliyordu. Ancak bu ses yalnızlık, ıssızlık gibi görünürken, dayanılabilir olmuştu; bundan dolayı Londra hâlâ hayatta görünüyordu ve kendime dair yaşam duygusu beni destekliyordu. Sonra aniden bir değişiklik, bir şeyin geçmesi -ne olmadığını biliyordum- ve daha sonra hissedilebilecek bir durgunluk.”(16)

“Allah” gibi yankılanan Arapça taklidi “Ulla Ulla” çığlığı, ilginç biçimde imalı bir dokunuştur (gaga biçimli bir ağızla bu sesi çıkarmanın zor olacağı kesindir). 1880’ler ve 1890’lardaki diğer işgalci fantezi kitapları gibi The War of the Worlds de, temelde yabancı düşmanlığına dayalı bir korkuyu yansıtmaktadır. Marslılar “yabancılar” için bir şifre midir? Darko Suvin öyle düşünüyor:

“The War of the Worlds’ün Marslıları, Goebbelsvari sözlerle, tiksindirici biçimde sümüksü ve korkunç bir ‘ırksal’ ötekilik içinde tanımlanmış ve sadece kana susamış yırtıcılar olarak işlevlendirilmişlerdir (Bu işlev soykırım ateşini -emperyalist güçler tarafından sömürge halklara gösterilen muamelenin bir yankısı olarak tarif edilmiştir- korku fantezilerinin kan emici vampirleriyle harlamaktadır).”(17)

1913’de London News gazetesinde yer almış bir çizim. Wells, bir savaş oyununda ip yardımıyla bir hareketi ölçerken görülüyor.

Birçok eleştirmen, Wells’in romanının çağının endişelerini sembolik olarak nasıl damıttığına işaret etmiştir. Marslılar elbette emperyalisttir ve üstün teknolojilerini yüzyıl boyunca kapsamlı teknolojileri sayesinde imparatorluğunu büyütmüş bir ülkeyi (İngiltere) işgal etmek için kullanırlar. Başka bir deyişle, Marslıların gelişi ve mekanize acımasızlıkları, Wells’in inşa edilen imparatorluğun şiddeti ve imparatorluğun halklarına empoze ettiği ötekilik ve ötekiyle karşılaşma endişesi üzerine daha derinlemesine incelemeler yapmak için seçtiği sembolik biçimlerdir. Birçok eleştirmen, kültürel materyalist ve ideolojik eleştirinin karmaşa yumağının içine doğru bu oldukça gözle görülür gözlemi araştırmıştır, ancak bu çok da detaylandırılması gerekmeyen basit bir noktadır. Brian Aldiss’in sözleriyle Wells’in romanı, “Günümüzün emperyalist Avrupa güçlerinin, üstün teknolojiyle silahlanmış bir istilanın alıcı ucunda nasıl hissedeceğini gösteriyordu.”(18) Bu kitabı politik bir mesaja indirgemek, gücünü görmezden gelmek demek olur. Bu çekici kitabın bu kadar iyi işlemesini sağlayan şey, Wells’in hayali dramasının detaylarını kavrayış biçiminin inceliğidir.

Görünmez Adam
The Invisible Man (“Görünmez Adam”, 1897) basit ve kısa sürede gerçekleşen bir hikâyedir: Asosyal ve (hikâyenin sonu itibariyle) neredeyse psikotik olan biliminsanı Griffin, kendisini görünmez kılmak için bir yöntem geliştirir, ancak işlemi tersine çeviremez. Durumunu gizlemek için kıyafetler ve bandajlar içinde bir İngiliz köyüne gelir ve han odasında araştırmalarını sürdürmeye çabalar. Fakat yerliler, anlaşılır biçimde ondan şüphelenir, bir dizi açıklanamaz hırsızlık ve benzeri olaydan sonra şüpheleri daha da artar. Giysilerini çıkaran görünmez adam megalomanca arzularını açıklar ve sonunda avlanarak öldürülür, böylece tekrar görünür hale gelir. Bu kitap elbette görme hakkındadır; ancak görünmez adamın biliminsanı olması tesadüf değildir. Roman, görünmezliğin bir insanı sosyal etkileşimden ve dolayısıyla toplumsal sorumluluktan (kitapta esas itibarıyla skopolojik olarak tasavvur edilir) uzaklaştırarak kötü sonuçlara yol açtığını ima eder. Bazı eleştirmenlerin yaptığı gibi Invisible Man’i, ideal bir hapishane planlayan İngiliz düşünür Jeremy Bentham (1748-1832) ile bağlantılı 19. yüzyıl geleneğine yerleştirmek isteyebiliriz. Bu panoptikon, bütün mahkûmları merkezi bir yerde bulunan bir muhafızın gözetimine yerleştirir. Fransız filozof Michel Foucault (1926-1984), Bentham’ın fikirlerini 19. yüzyılın genel kültürel mantığının ifadesi olarak ele almıştır.(19) Otorite, karmaşık fakat kaçınılmaz nedenlerden dolayı görme üzerine kuruludur. Bu mantığın dışına çıkan görünmez adam, hemen toplumsal bir tehdit haline gelmiştir.

The Invisible Man (Görünmez Adam) kitabının bir kapağı. Otorite, karmaşık fakat kaçınılmaz nedenlerden dolayı görme üzerine kuruludur. Hikâyede, bu mantığın dışına çıkan görünmez adam, hemen toplumsal bir tehdit haline gelmiştir.

Başka bir deyişle, bilinen, teknik, mekanik olanın aksine, “görünmez” (mistik, bilinmez) olanın tehlikeleriyle ilgili bir metindir bu (Bu nedenle Griffin’in kendisini görünmez kılmak için kullandığı aygıt, kitapta ne gösterilmiş ne de tarif edilmiştir). Ayrıca, “anlatımın” biçimsel gelenekleri üzerine bir fantezidir: Her şeyi bilen anlatıcı romanda karakterler tarafından fark edilmeden hareket edebilmekte, ancak yine de en mahrem eylem ve düşüncelerine bile ortak olmaktadır. Wells’in en iyi kitaplarının hepsinde olduğu gibi, siyasi, kültürel, biçimsel ve spekülatif olan, mükemmel kontrollü bir metin bütününe katılmıştır.

The Invisible Man, kuşkusuz Wells’in bugün geniş çapta kültürel geçerliliğini sürdüren son kitaplarından biridir (Diğer bir deyişle sıradan insanlar tarafından kabul gören kitapların sonuncusu -farklı söylem ve biçimlere uyarlanmış son kitap). Wells’in henüz konu etmediğimiz onlarca kitabı, bunlar arasında birçok şaheser bulunduğu halde, üstelik yaşadığı sürece çok meşhur oldukları halde, gelecek nesillerin çağdaşlarından çok daha seçici olmasına kurban gitmişlerdir. Bunun bir sebebi de, Wells’in yüzyılın başında bir yazar olarak mesleğini farklı bir biçimde düşünmeye başlamış olmasıdır.

Bir din parodisi: “Uyuyan Uyandığında”
When the Sleeper Wakes (“Uyuyan Uyandığında”, 1897-8), bir başka din parodisi olsa da, bu gerçek çok iyi biçimde gizlenmiştir. Sıradan bir 19. yüzyıl İngiliz adamı olan Graham, komaya girer ve gelecekte uyandığında tasarruflarının bileşik faizinin gizemli hareketleri dolayısıyla Dünyanın Efendisi olduğunu, 12 kişilik bir mütevelli heyetinin bulunduğunu keşfeder (Bu heyet, memnuniyet gösterileri yapsa da, elbette onun uyanmasından büyük huzursuzluk duymuştur). Bir megapolis haline gelen Londra ve Graham’ın yaşamını tehdit eden siyasi entrikalar kitabın eğlenceli konusudur: Ancak Peter Kemp’in de belirttiği gibi, esas mesele bu masalın “mucizevi diriliş” ile ilgili “dinsel hicvi” olabilir (“Graham, Dünyanın Efendisi, menfaatlerinin şüpheli müritler olan On İki Mütevelli tarafından yönetildiğini görüyor ve… konuşma bazen bıyık altından bir kilise müziğine dönüşüyor, ‘Filvaki O Uyuyan’”(20)).

Bir din parodisi olan The Sleepers Awake’de (Uyuyan Uyandığında), sıradan bir 19. yüzyıl İngiliz adamı olan Graham, komaya girer ve gelecekte uyandığında tasarruflarının bileşik faizinin gizemli hareketleri dolayısıyla Dünyanın Efendisi olduğunu, 12 kişilik bir mütevelli heyetinin bulunduğunu keşfeder.

The First Men in the Moon (“Ay’da İlk İnsanlar”, 1901), 19. yüzyıldan bildiğimiz yerçekimi karşıtı metal mecazını (bkz. yukarıda, ss.108-110; Wells’in “Cavorite” olarak adlandırdığı) ve aya yapılan olağanüstü yolculukları (voyage extraordinary) okunaklı, fakat oldukça çarpıcı bir maceranın çerçevesi olarak ele alır. İki Dünyalı, yanlışlıkla Ay’a geçer ve burada yaşayan böceksi Selenitlerden kaçmak için epey bir koştururlar.

Özel ayrıntılardan genel manzaralara
Kurmacadan ziyade ciddi bir dış değerlendirme çalışması olan Anticipations (“Beklentiler”, 1901), zamanında önemli bir başarı yakalamıştır ve geleceğin gerçekte nasıl olacağı konusunda düşünmeye yönelik aklı başında çabalarıyla hâlâ büyük ilgi görmektedir. Fakat bir bakıma Wells’in kariyerinde zararlı bir gelişmeyi temsil eder. Okuyucu Wells’in yapıtlarında kronolojik olarak ilerlediğinde, önceki kitaplarda öne çıkan belirgin dramatik anlayış ile Anticipations’tan esinlenen yaklaşımın panoramik hırsı arasında, bazen zayıf bir şekilde gizlenmiş bir ikiliği fark etmeye başlar. Nitekim Anticipations’ın ilk sayfasındaki bir dipnot, kurgusal ayrıntı ve kesinliği (Wells’in en etkili araçları), Wells’in üstesinden gelmeyi umduğu bir sorun olarak tanımlıyor:

“Kurgu mutlaka somut ve kesindir; açık alternatiflere izin vermez; yanılsamayı amaçlayarak uygun bir üslup zenginliği gösterisini engeller… Kurmacanın biçiminde de inkârcı bir yan vardır; gerçekten de, Gelecek Kurmacasının çoğu çok açık bir biçimde kehanetleri tamamen terk eder ve polemikçi, dikkatli veya idealist olur; mevcut hoşnutsuzluğumuz içinse yalnızca bir dipnot ve yorum vardır.”(21)
Şu soruyu sorabiliriz: Wells gibi kurgusal bir deha meseleyi nasıl bu kadar yanlış anlamıştır?

Bu çözülmenin gölgesi, Wells’in sonraki romanlarının üzerine de çökmüştür. The Food of Gods and How it Came to Earth (“Tanrıların Yiyecekleri ve Dünyaya Nasıl Geldiği”, 1904) buna bir örnektir. Kitabın öncülü, Swift’in Brobdingnagian bölümüne dayanan eğlenceli bir tek boyutlu fantazyadır. Yeni bir besin maddesi (“Herakleoforbia” veya “Boomfood”), onu yiyen canlıların boyutunu önemli ölçüde arttırır. Tavuklar kedileri ve hatta insanları yiyebilecek kadar büyür; dev sıçanlar ve böcekler insanlara saldırır. Kitap sona doğru üslup değiştirir, bu çok etkili gülünç oyunu terk ederek bu yiyecekleri yiyecek kadar cesur olan insanlara sunduğu “büyüklük” (düz ve mecaz anlamda) potansiyeline dair oldukça modası geçmiş bir felsefi düşünceye yönelir: “Büyük ve küçük birbirini anlayamaz,” diye sonlandırır sözlerini Wells, “Ancak insanoğlundan doğan her çocukta… bir büyüklük tohumu gizlidir; yiyeceğini bekler.” Belirli olandan genele doğru bu sanatsal açıdan zayıf sıçrama, Wells’in kariyerinin gelişiminin bir sembolü gibidir: İlk bilimkurgularının güçlü çağrışımlı ayrıntılarından, Anticipations sonrası “geniş tuvallerde” büyük gelecek şablonları bulma girişimlerinin genelleşmiş ve bir hayli soyut gösterişçiliğine.

In the Days of the Comet (“Kuyrukluyıldız Günlerinde”, 1906), (Poe’nun 1839 tarihli “Eiros ve Charmion’un Sohbeti” hikâyesindeki gibi) dünyanın bir kuyrukluyıldızın kuyruğundan geçişini anlatır, fakat Poe’nun hikâyesi bunu dünyanın sonu olarak aktarırken Wells’in “yeşil buharları” insanlar üzerinde çok yararlı bir etkiye sahiptir ve Dünya’yı bir ütopya dönüştürür. The Food of the Gods gibi bu kitap da iki eşit olmayan parçaya ayrılır. Birincisi, orta sınıf yaşamının göz korkutucu bir klostrofobik anımsatıcısıdır; çekici ve canlı biçimde, engellenmiş anlatıcısının cinsel kıskançlık ve öldürücü bir öfkeye düşüşünü korkunç bir kaçınılmazlık duygusuyla tasvir eder. Ancak kitabın ikinci bölümü, bu özelliği, kendi içinde bir estetik meziyet olarak panoramaya duyulan inançla değiştirir. Wells’in ilk panoramik eseri Anticipations’ın zararlı başarısı, yazarlık tasavvurunda böyle bir etki yapmıştır. Days of the Comet’in düzeltilmiş dünyası ilginç fakat mesafelidir. Buradaki mesele, sadece özellikle inanılmaz bir ütopya olması değildir (en azından mantıksal olarak öncülünü takip eder), aksine, yeteri kadar özelleştirilmemiş olmasıdır. Benzer bir şey The War in the Air (“Havadaki Savaş”, 1908) için de geçerlidir, bu kitap o dönemde yeni ortaya çıkmakta olan uçuş teknolojileri (Louis Bleriot’un İngiliz Kanalı’ndaki ilk uçuşu ancak 1909 yılında gerçekleşmiştir) üzerine kestirimlerde bulunur. Wells’in alt orta sınıf “küçük adam” kahramanı Bert Smallways, kendini gökyüzünde gerçekleşen küresel bir savaşın içinde bulur. Kitap kötümser bir şekilde sona erer: Bu yıkıcı yeni savaş biçimi, dünya çapında bir felakete yol açar (“Her yerde yıkıntılar ve gömülmemiş ölüler var. Çökmüş, soluk benizli kurtulanlar ölümcül bir kayıtsızlık içinde… evrensel bir dağılma bu”), ancak bu bir parça soyut kıyameti sevmek zordur; (Time Machine’de) bir kumsal dolusu yengeçsi yaratıkla karşı karşıya kalan yalnız bir adamın tanımlanamayacak kadar belirsiz kederini yakalayabilmiş bir yazar hakkında yapılacak tuhaf bir gözlemdir bu.

1900’lü yılların başı, Wells’in dünya görüşünde ve dolayısıyla yayımladığı yapıtların türünde ve çeşitliliğinde bir dönüşüme işaret eder. Patrick Parrinder’in sözleriyle:

“Hem Time Machine hem de The War of the Worlds’de üzerine düşünülen gezegen soğuması hesaplamaları, çağdaş bilimsel görüşler dolayısıyla etkisini kaybetmişti. Frederick Soddy, -Wells’in atom savaşı olasılığını öngörmesine neden olan kitabı- The Interpretation of Radium’da (1908) ‘fiziksel evrene bakışımızın kalıcı olarak değiştirildiğini’ yazıyordu. ‘Artık enerjisinin fiziksel olarak tükenmesi dolayısıyla yavaş yavaş ölen bir evrenin değil, maddi bileşenlerinde büyük bir zaman zarfında kendiliğinden gençleştirecek içsel bir enerji bulunan bir evrenin sakinleriyiz.’ Wells, 1. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce entropik kötümserlikten Soddy’nin termonükleer iyimserliğine çok daha yakın bir konuma geçmişti.”(22)

Bilimkurguya beş yıllık ara
Bakış açısındaki bu değişimin ilk belirtisi, belki de karşı-sezgisel olarak, Wells’in neredeyse hiç bilimkurgu kitabı yayımlamadığı beş yıllık bir boşluktu. Bunun yerine, bir dizi ana akım roman yayımladı (En önemli eserlerinin bunlar olduğunu düşünüyordu, bazı eleştirmenler bu görüşü destekler). Yarı-otobiyografik kökleri olan Tono-Bungay’da (1909) kötü kokan, fakat değerli olan, “quap” adı verilen radyoaktif bir madde de vardır: Wells’i anımsatan George Ponderevo, içine doğduğu kısıtlayıcı sınıftan kaçar; Dickens karakterlerine benzeyen amcasıyla birlikte romanın başlığında adı geçen sahte ilacı satarak bir servet elde eder ve sonra bu serveti yitirir. Quap’ın hasat edilmesi için bir tekne göndermek felaketten kurtulmak için başarısız bir stratejidir. Nitekim romandaki “radyoaktivite” fikri, patolojik eğilimleri vurgular: İngiltere’ye malzeme getiren gemi bozulur ve yolculuk sırasında çöker. Diğer romanlar Edward İngiltere’sinin geleneklerini inceler ve sorgular. Ann Veronica’da (1909) cinsel özgüvene sahip bir kadına yer verilmesi, gününde bir skandala neden olmuştur. Mutlu alt-orta sınıf kahramanın tasvirinde küçümseyici bir hava olsa da, The History of Mr Polly (“Bay Polly’nin Tarihi”, 1910) adlı komedisi büyük cazibeye sahiptir. Kariyeri, bir aşk olayıyla mahvolan bir politikacıyı anlatan bir roman olan New Machiavelli (1911), 1900’lerin başında Londra siyasi sahnesine öylesine açık biçimde yerleştirilmiştir ki, konunun güncelliğini yitirmesi kitabın sonunu getirmiştir. Mutsuz bir evli çifti anlatan romanı Marriage (“Evlilik”, 1912) gibi, bu kitapların tümü de, Wells’in hayatının genel hatlarına yakın durmaktadır. Fakat 1914’te 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, Wells’in BK’ye olan ilgisini yeniden canlandıracaktır. Çok sayıda ana akım roman yazmaya devam etmesine rağmen, ikinci büyük BK eserleri serisini de üretmiştir.

First Man in the Moon (Aydaki İlk Adam) kitabının bir kapağı.

Kurtarıcı ancak seçkinler olabilir!
The World Set Free (“Serbest Bırakılmış Dünya”, 1914), 1956’da yaşanan dünya savaşına 1970’lerin perspektifinden bakan, gelecekte geçen bir savaş hikâyesidir. Atomik silahlar devasa bir yıkıma neden olurken, The War in Air’in aksine, nihai felaket “Tanrı’nın gönderdiği İngiliz” Kral Egbert öncülüğündeki seçkin ve ileri görüşlü politikacıların müdahalesi sayesinde önlenir. J. R. Hammond’ın belirttiği gibi, insanlığın geleceğini ancak seçkin adamların, bilimcilerin ve filozof kralların yönetimindeki bir oligarşinin sağlama alacağı düşüncesi, Wells’in sonraki yaşamında giderek sabit bir fikir haline gelecektir: “Yazılarında tekrar tekrar elitler tarafından hayata geçirilmiş bir dünya rönesansına yapılan vurguyu görürüz; Anticipations’ın Yeni Cumhuriyetçiler’inde, A Modern Utopia’nın Samuray’ında, The World of William Clissold’un Açık Komplocular’ında, The World Set Free ve The Shape of Things to Come’ın Modern Devlet’inde.”(23) 20. yüzyılın ilk yıllarında Wells bu inanışta hiçbir şekilde yalnız değildi; fakat buna inananların birçoğu 1930’lu yılların Avrupa’sında faşizme dönmüştü. Birçok yorumcu, üstün elitlere duyduğu yarı Nietzschevari sempatisini ve kusursuz ırk teorilerini itici bulsa da, Wells’i bir faşist olarak tanımlamak doğru olmayacaktır.

Fakat, belki de içgüdüsel olarak, Wells gerçekten 20. yüzyıla ait bir bilimsel söyleme rastlantı eseri ulaşmıştı. Sadece birkaç yıl önce, In the Days of the Comet’teki küresel değişimin kimyasal gerekçesi, 1906 standartlarına göre bile mantıksız durumdaydı (“Kuyrukluyıldız havadaki azot ile tepkimeye giriyor… azot göz açıp kapayıncaya kadar değişiyor, bir saat kadar sonra oksijenden farklı, fakat hareketine yardımcı ve destekleyici bir solunabilir gaz hâline geliyor.”(24) 1914 yılına gelindiğinde, The World Set Free ile bu naif “kimyasal” anlayışın yerini, daha çağdaş bir “atomik” anlayış almıştı.

Wells’in sonraki kitaplarının çoğu, bu otoriter fakat düzen karşıtı görüşleri yineliyor. Men Like Gods’ta (“Tanrı Gibi Adamlar”, 1923) gezginler uzayda bir “bükülmeden” geçerek ütopik çizgideki alternatif bir dünyaya adım atarlar. The Dream’in (“Rüya”, 1924) rüyaperesti, uzak bir gelecekte yaşayan Sarnac’tır, gördüğü rüya ise 1895’te doğan ve 1920’de ölen Harry Mortimer Smith adında birinin hayatını anlatmaktadır. Bu sürükleyici rüya deneyiminin ayrıntılarını gelecekte yaşayan arkadaşlarına anlatmaya çalışan Sarnac, çağdaş yaşam hakkında uzak bir perspektif sunmaktadır. Wells’in zekâsı ve entelektüel becerisi kitabı vaazcı havasından kurtaramaz. Fakat yine de kendi kesin görüşlerini gayet zekice yansıtmaktadır. The Autocracy of Mr. Parham’da (“Bay Parham’ın Otokrasisi”, 1930) başlığa adını veren sıradan adam, Mars gezegeninden bir savaş ağasının ruhu tarafından ele geçirildiğine inanmaktadır (“muazzam bir irade gücünün onu ele geçirdiğini fark etmişti”). Kendisini İngiltere’nin Yüce Lordu ilan eder ve kutsal bir savaş başlatır. Günün ana siyasi figürleri (Churchill ve Mussolini dahil) çeşitli hayali isimler altında hikâyeye sokulmuştur.

Wells, bir hayli asık suratlı The Shape of Things to Come (“Gelecek Şeylerin Biçimi”, 1933) ile çok daha fazla başarı elde eder. İnsanoğlu, küresel savaş sonrasında topluca ölüm vadisine inmiştir; anarşi hâkimdir, savaş ağaları insanları avlamaktadır; fakat her şey, uygarlığı rasyonel çizgiler üzerine oturtulmuş tek bir dünya devleti olarak yeniden yapılandıran teknokrat bir seçkin tarafından kurtarılır. Kitap, bir tarihmiş gibi yazılmıştır (Wells, keskin ve kışkırtıcı A Short History of the World’ü (“Dünya’nın Kısa Bir Tarihi”) 1922’de yayımlamıştır) ve böylece insan acısı ve toplumun yeniden yapılandırılmasına dair görüşler daha soğuk ve mesafeli bir his uyandırır, ancak uygun bir tarihsel zaman ölçeğine işaret etmek gibi bir faydası vardır. Bu kitaptan uyarlanmış bir film olan “Things to Come” (yön. William Cameron Menzies, 1936), bazı eleştirmenler tarafından büyük beğeniyle karşılanmıştır, ancak bunun nedenini tam olarak görmek zordur. Menzies’in filmi, romanı üçlü bir melodram haline getirir ve teknokratların gelişini çok daha faşist bir biçimde tasvir eder; acı çeken insanları kurtarmak için beyaz hava araçlarıyla gökyüzünden inerler.

Az bilinen son romanlarından The Croquet Player (“Kroket Oyuncusu”, 1936), Wells’in Avrupa faşizminin yükselişi sırasında hissettiği kasveti ifade eden The Island of Doctor Moreau’nun bazı temalarını yeniden ele alır. Hikâye, Homo neanderthalis’in (bu kitapta “yenilmez hayvan, kıskanç, kötü niyetli, açgözlü” olarak nitelendiriliyor) hâlâ Homo sapiens içinde genetik olarak mevcut ve aslında modern insanda kırılma noktası olduğu, atalarından gelen bir barbarlık salgınıyla medeniyeti yok ettiği fikri üzerine kuruludur. Romanın ruh hali olağanüstü karanlık ve rahatsız edicidir, sadece Wells’in geçen yıllardaki aşırı kötümserliğini yansıtmaz, bunun yanında Avrupa’da totalitarizmin yükselişinin göz kamaştırıcı bir yorumu olarak da işlev görmektedir. Öte yandan Wells aynı zamanda Star Begotten (“Yıldız Evladı”, 1937) gibi sahte Übermensch fantezileri de yazmaktadır; bunlarla “büyük adamların” büyüklüğünü, üstün Mars yaşam formları tarafından Dünya’ya gönderilen belli ışınlara borçlu olduklarını öne sürer. Bu ışınların hedefi olan bireyler birbirlerini arayıp bularak temizlenmiş ve geliştirilmiş bir dünya düzeni planlarlar; fakat (romanın ciddiyetle ele aldığı) bu fikir, yükselen Avrupa faşizminin karşısında adeta aptalca yazılmış inanılmaz bir fantezi olarak görünür. Ölümü yaklaşırken, Avrupa’yı içten içe tüketen bir dünya savaşı daha yaşanıyordu ve Wells’in karamsarlığı artmıştı: 80. ve son yaşında, başlığından da anlaşılacağı üzere insanlığa inancının iyice azaldığını gösteren Mind at the End of its Tether’i (“Sabrı Tükenmiş Akıl”, 1945) yayımladı.

Wells gibi birçok açıdan parlak (ve bu kadar uzun süre yüksek bir seviyede üreten) bir yazar için, özlü bir özet ve değerlendirme yapmak çok zordur. BK’nin gelişimi için taşıdığı önem, eleştirmenler tarafından o kadar sıklıkla yinelenmektedir ki, artık duyulmamakta, neredeyse önemsenmemektedir. Yine de Wells’in başarısında benzersiz bir yan vardır: En iyi kitaplarında muhteşem bir estetik hassaslıkla harmanlanmış yaratıcılık kapasitesi.

Wells BBC için bir kayıtta görülüyor.

Çok sayıda kayda değer kitap ve öykü yaratmış olan Wells’inki kadar üretken bir kariyeri özetlemek, bu bölümün ikinci yarısının gösterdiği üzere, soluksuz bir kitap listesine indirgenme riskini taşıyor. Fakat, yine, Wells’in görkemli, ilham verici yayılımından basit, zarif sonuçlar çıkarmak zordur. David Smith’in 1986 tarihli çalışması H.G. Wells: Desperately Mortal, Wells’in aldığı “gerçek bilim” eğitiminin, “sahte bilim” yerine bilimsel hassasiyetle kök salan bir BK’ye neden olduğunu savunuyor. Wells’in kurmacasında bunun estetik bir gerekçe olduğunu açıkça gösteren pek çok yer vardır. Fakat Smith’le aynı fikirde olmayan Roger Luckhurst, Wells’in tam olarak “genel katışıklık ve melezlik” örneği gösterdiği konusunda ısrar ederek, kuşkusuz hedefe yaklaşmaktadır:

“Son zamanlarda yapılan eleştiriler Wells’i Gotik gelenek içinde çerçeveliyor, elbette Wells de Moreau’daki Gotik canavarlık karmaşası için bilimsel olana duyulan kültürel antipati yapısını istismar ediyor. Aksi halde Nature dergisinin ağustos sayfalarındaki hayalet avcılarını ve psişik araştırma büyücülerini gözardı edebilirdi, ancak bu “sözde-bilimi” kehanet, psişik çiftler izdüşümü, kristal gözlemi, ruh takası ve astral seyahat gibi konularda kurmacalar üretmek için kullandı. Bu, “gerçek bilimin” bir parçası değildir, ancak materyalizmin çatlak ve boşluklarında fırsat buldukça gelişir.”(25)

Katolik aşkıncılığı ve akılcı “Protestan” materyalizmi, benzersiz ve çekici bir kurgu haline getiren ateist bir yazar olarak Wells, gotik/bilimsel ve büyüsel/materyalist diyalektiklerine saldırarak çok çeşitli açılardan bilimkurgunun belirleyici ikilikleri üzerinde çalışmıştır. Wells bilimkurguyu icat etmedi; ancak esas diyalektiğini seçici olmayan bir enerji ve kalıcı bir etkiyle yeniden canlandırdı.

Dipnotlar

1) Patrick Parrinder, Science Fiction: its Criticism and Teaching (Londra ve New York: Methuen 1980, s.10.’

2) G. Wells, Modern Utopia, s.226.

3) R. Hammond, An H. G. Wells Companion, London: Macmillan 1979, s.79.

4) Brian Aldiss, with David Wingrove, Trillion Year Spree: the History of Science Fiction, Londra: Gollancz 1986, s.118.

5) G. Wells, The Time Machine, s.52.

6) Herbert George Wells, Complete Short Stories, London: Ernest Benn 1927, s.148.

7) John Lawton, (ed.), G. Wells: The Time Machine, Londra: Dent, ‘The Everyman Library’ 1995, s.XXXIV alıntı.

8) G. Wells, The Time Machine, s.10.

9) G. Wells, The Time Machine, s.17.

10) G. Wells, The Time Machine, s.90.

11) G. Wells, The Island of Doctor Moreau Island, s.27.

12) Aktaran Peter Kemp, G. Wells and the Culminating Ape, 2. Baskı Basingstoke ve Londra, Macmillan 1996, s.211.

13) Age, ss.116-118.

14) Herbert George Wells, The War of the Worlds (1898), London: Dent ‘Everyman’ 1993, s.119.

15) Wells, War, s.19.

16) Wells, War, s.159.

17) Darko Suvin, Metamorphoses of Science Fiction: On the Poetics and History of a Literary Genre, New Haven, CT: Yale University Press 1979, s.78.

18) Aldiss ve Wingrove, 1986, s.71

19) Michel Foucault, Surveiller et Punir: Naissance de la prison (“Hapishanenin Doğuşu”, 1975.

20) Kemp, s.211.

21) Herbert George Wells, Anticipations of the Reaction of Mechanical and Scientific Progress upon Human Life and Thought, Londra: Chapman ve Hall 1902, ss.1-2.

22) Patrick Parrinder, Shadows of the Future: H. G. Wells, Science Fiction and Prophecy, Liverpool: Liverpool University Press 1995, ss.46-7.

23) Hammond, s.110.

24) Herbert George Wells, In the Days of the Comet (1906), Londra: Hogarth Press 1985, s.172.

25) Roger Luckhurst, Science Fiction, Londra, Polity 2005, s.41.