Ana Sayfa Dergi Sayıları 176. Sayı Winnicott’un ‘Sahte Kendilik Kavramı’ ile Zweig’ın ‘Olağanüstü Bir Gecesi’ üzerine Bir...

Winnicott’un ‘Sahte Kendilik Kavramı’ ile Zweig’ın ‘Olağanüstü Bir Gecesi’ üzerine
Bir ben vardır bende benden içeri

2129
0

İlkokulda, sınıfımızdaki kitaplığın camında “İnsan okur” yazardı. Hâlâ capcanlı bir imgeyle aklımda. “İnsan olmak” ve “okumak” bir türlü susuzluğumu dindiremediğim iki esaslı mesele sanırım. Öyle ki içtikçe daha da susatan, insanın içini yakan ama kendi kendinin hem alevi hem de suyu olan bir garip içecek gibiler benim için. Önce okumayı öğrendim. Biraz hararetimi alır gibi oldu ki hemen derinlerden kendimi okuma arzusunun -nasıl tarif etsem- karanfil aromalı mis gibi yanık kokusu gelmeye başladı burnuma. Karanfil iyiydi, güzeldi, çekiciydi; ama kendine has acı bir tadı da vardı zaman zaman duyumsadığım. Güzelliğine, bu acı da dahildi. İnsanları okumaya da heves ettim. Burnuma farklı kokular geldi. Gördüm ki bir tek karanfil değilmiş güzel kokan. Başkalarının aromalarını, yani benimkinden farklı olanı, içime çektikçe ferahladım. Nihayetinde umuyorum ki okuya okuya insan olmayı öğrendim. Nihayetinde dediğime, -di’li geçmiş zaman kullandığıma bakmayın. Aslında okumayı her bir insanla yeniden öğreniyorum ve öğrendikçe kendim oluyorum. Hâlâ tamamlanmış değil. Tamam olması zaten yaşarken mümkün değil.

Okudukça, insan olmanın özündeki zamansızlığı keşfetmeye başladım. Bundan bir hayli keyif aldım. Değişen sadece çevresel koşullar, bir de bizlerin “yıl” diye bulup adlandırdığı şu garip şey. Oysa içerisindekiler değişmiyor insan(lar)ın. Yıllar öncesinin bir insanından hüznü okuyorsunuz, sanki karşı karşıyasınız gibi gözlerinden okurcasına hislenebiliyorsunuz. Aşka rastlıyorsunuz bir başka satırda, tanıdık bir anıyla ısınıveriyorsunuz. Bir yazar kendisine yabancılaşma duyumlarını öyle bir kaleme almış oluyor ki, siz okudukça kendinize geliyorsunuz. Yalnızlığınızı büsbütün keyiflendiriyor bazen birkaç cümle. Çünkü o cümlenin çıkıverdiği ruh, sizinle çoktan tanışmış oluyor içerisinde, siz onunla hiç karşılaşmamış olsanız bile.

Zweig’ın satırlarında kendine epey yer buldu benim ruhum. Onunla ilgili bir şeyler yazmak istedim hep, ama çıkmadılar içimden. Demlendi mi dersiniz, piştiyi mi tercih edersiniz bilmem; vakitlerini beklediler. Hâlâ gerçekten vakti mi kestiremiyorum. Artık onların bir kısmını içimde tutmak yerine, kalemimi tutuyorum.

Olağanüstü Bir Gece’de şöyle tasvir ediyor Zweig benliğinin dönüşümünü:

“… o 7 Haziran günündeki ben değilim artık, oysa hala o zamanki ‘bana’ ait olan yazı masasının başında oturuyorum, o benin kalemiyle ve onun eliyle yazıyorum. O zamanki ‘ben’den …tamamen koptum; artık ona dışarıdan, soğuk ve yabancı bir tavırla bakıyorum ve onu, hakkında pek çok esaslı şey bildiğim, ama yine de benim dışımda kalan bir oyun arkadaşı, bir iş arkadaşı, bir dost olarak tasvir edebilirim. Bir zamanlarki ‘ben’ olduğunu hiçbir şekilde hissetmeden onun hakkında konuşabilirim, onu eleştirebilirim veya yargılayabilirim.”

Zweig’ın bu olağanüstü anlatımı, arsızca gözlerimden girip içerime gidiyordu. Anılarıma dokunuyordu ve eski bir dosta rastlar gibi benimle selamlaşıyordu.

Kendi anılarım şöyle dursun -ki Zweig’in belirttiği tarihin benim için de önemi vardır-, bu yazılanlar bana psikanalist D. W. Winnicott’u hatırlatıyordu. Analist olarak daima kendisi olmanın ve kendisi olarak kalmanın iyileştirici gücünü vurgulayan Winnicott, “sahte kendilik (false self)” sorununa eğilmiştir. Sahte kendilik, bireyin öznelliğini yaşayamaması ile vuku bulan bir bozukluktur. “İnsan gibi davranan ama kendisini insan gibi hissetmeyen insanlar” (Mitchell & Black, 2014) olarak tasavvur edilir sahte kendilikten muzdarip olanlar. “Kendisinden bihaber kendilikler” şeklinde ifade etmek isterim ben de. İnsan nasıl kendisi olur sorusu belirdi mi zihninizde, Winnicott’un teorisine gömülmeye hazırsınız demektir. Aslında bir çocuk doktoru olarak klinisyenliğe başlayan ve muazzam sayıda çocuk -ve anne- gözlemleyerek pratiğini teoriyle buluşturan Winnicott’un kucaklayıcı tavrı ‘hakikaten’ iyi gelir.

Winnicott, insanın “sahte kendilik” geliştirmesini ilk ve en eski ilişkiye, anne-bebek ilişkisine dayandırarak açıklar. Bu ilişkinin özerk ve gerçek bir kendiliği olan insan yaratma sürecindeki özü ise hiç kuşkusuz sevgidir. “Bir bebek sevgisiz beslenebilir, ancak gayri şahsi bir muamele olarak sevgisizlik, yeni özerk bir insan yavrusu yaratmakta başarılı olamaz.” (Mitchell & Black, s. 136) diyerek insan olmanın özlerinden belki de en önemlisi olan sevgiden yana tavır alır. İnsan sevgiye insan olduğu için ihtiyaç duyar; fakat aynı zamanda kendisi olmak, kendisi haline gelebilmek için de duyar. Bu noktada anneliğin kritik işlevine dikkati çekmek gerekir ki meselenin bu denli önemli olduğunu fark etmek özellikle de anneler için kaygı uyandırıcı olabilir. Ancak Winnicott için “yeterince iyi annelik” mühimdir. Anne, biyolojik değişimlerinin de etkisiyle, bebekle kuvvetli bir meşguliyet içerisinde olur. Birincil annelik meşguliyeti adını alan bu hal, adeta haklı bir çılgınlık gibi tanımlanır Winnicott’un teorisinde. (Her çılgınlık haklıdır gerçi, ama bu başka bir yazının konusu diyip kendimizi kastre etmeliyiz şu an için.) Anne, bebeğinin ihtiyaçlarını neredeyse daha bebeğin kendisi bile hissetmeden hisseder, karşılamak için orada olur en başlarda. Bebeğe güvenle beslendiği, korunduğu, büyüdüğü, çevreyi keşfedebileceği bir ortam sunar. İhtiyacı oldukça orada olur, ihtiyacı olmadığındaysa geri çekilmeyi becerebilir “yeterince iyi anne”. Yani Winnicott’un kendi deyimiyle ona “kucaklayıcı bir çevre (holding environment)” temin eder. (İhtiyacı olmadığında geri çekilmeyi bilmek bizde ender rastlanan bir durum. Bununla ilgili olarak Winnicott’tan dem vurduğumuz bir derste hocam şöyle örnek vermişti: “Hani çocuk annesinin kucağından inmek ister, kayar, kurtulmaya çalışır da anne tekrar çocuğu kucaklar, izin vermez, indirmez; onu gözünüzün önüne getirin.” Çocuğun ihtiyacıyla annenin ihtiyacı ayrımının fark edilmesi önemli; belki o anda karşılanan ihtiyaç çocuğunki değil de annenin olabilir.) Ancak bebek büyüdükçe, bebeğin tahammül edebileceği kadar geciktirmeye başlar anne bu ihtiyaçları karşılamayı. Bu gecikmeler bebeğin annesinden ayrı bir özne olması için kritiktir. Diyebiliriz ki anne, dünyayı bebeğe getirmekten bebeği -ruhsal olarak- dünyaya getirmeye doğru yavaşlar aslında. Bu noktada, eğer bebeğin tahammül edebileceğinden çok daha fazla gecikiyorsa (buradaki gecikme biraz daha ihmal ve yoksunluğa yakın olarak düşünülebilir) bebek bu durumla başa çıkabilmek için bir “sahte kendilik” geliştirir. Bilişsel kapasitesini en üst düzeyde kullanarak durumu kabullenmeye yeltenir. Yaşamının ilerleyen süreçlerinde bu kemikleşebilir ve sahte kendilik kabuğundan çıkmaya cesaret edemeyen bir insan olarak hayata devam edebilir. İşte Winnicott’a göre analist bu süreci hastasıyla birlikte yeniden inşa etmeli, kişinin gerçek kendisi olarak kendini deneyimleyebileceği fiziksel ve ruhsal ortamı yaratmaya çalışmalıdır. Psikanaliz Yazıları’nın son sayısında Nesrin Koçal “Ogden’in Yorumu: Divan, Analitik Üçüncü, Düşleme ve Yorum” yazısını şöyle sonlandırmış: “Winnicott’un yazdıklarını okurken her daim ümidi hissetmek mümkündür.” Winnicott’un kucağındayken her daim sahte kendiliğinizin kabuğunun erime ihtimali mümkündür ve bunu hissettiğimiz bu ümit bize onun bıraktığı en değerli hediyedir.

Terapi de nihayetinde bunu yapmaya çalışır, sahte kendiliğinden uzaklaşıp gerçek öznelliğini yaşayabilme cesareti gösterebilmesine alan açar insanın. Usulca yapar bunu, seanslar ilerledikçe asıl kendiliği yavaş yavaş gösterir kendini. Gerçek kendiliğe dair yaşantılar biriktikçe, sahtesinin emareleri toz olur uçar. Ancak bu her zaman terapiyle olmak zorunda değil tabii. Zweig’ın kitabındaki gibi de başına gelebilir insanın, hazırsa. (Hazır olmadığımız bir şey de başımıza gelir mi zaten?) Kitaptaki karakterin benliğindeki bu dönüşümü ustalıkla dile getirmiş Zweig. Bilmiyorum okumuş mudur ama Winnicott’un da bu usta anlatımı okumuş olmasını diledim ben okurken.

İşte bu ümitvâr hissi, Zweig’ın alıntıladığım satırlarında iliklerime kadar hissettim. İçime işledi, ruhumu temizledi. Belki de benim sahte kendiliğimin katmanlarından birini eritiverdi.

Zweig’ın anlatısındaki “yeni özne” canlıdır ve gerçekten yaşamaktadır. Yabancılaştığı ve artık “ben” diye hissedemediği o eski dostuysa sahte kendiliği olarak düşünülebilir. “O”nun eliyle, “o”nun kalemiyle ve “o”nun masasında yazmaktadır ama artık “o” değildir. O el, o kalem ve o masa nihayet kendi sahibine kavuşmuştur. Eski bir dost gibidir, çok tanıdıktır. Ciğerini bilirsiniz tabiri caizse. Ama artık “o” olarak bahsedebileceğiniz kadar siz değildir. Bir zamanlarki sizdir, akıp gitmiştir her şeyin aktığı gibi. Hem çok yabancıdır hem de çok tanıdık.

Sahte kendiliğimizin içinden çıkabildiğimizde yalnızca benliğimizin değil gözlerimizin de tozunu alırız. Böylece gıcır gıcır gözlerle dünyayı görmeye hazırlanırız. Zaten der ki Zweig aynı kitabında: “Her bir ayrıntıyı sığ bellekten değil de sadece yürekten gelebilecek bir berraklıkla görebiliyorum.” Bir kez gözlerinin buğusu gitti mi insanın, dünya hiç olmadığı kadar berrak gelir.

Winnicott’un çalışmalarındaki “özerk bir insan yavrusu”nun yaratım süreci meselesi, Zweig’ın maharetli yüreğiyle dile gelince ortaya “olağanüstü” bir roman çıkmış. Ha bir de, eklemeden bitirmeyeyim, hep “sahte kendilik” üzerinden düşündük romanı. Ancak “ben olmayan (not me)” ile tanışmak için de kucaklayıcı bir çevre yaratmış bizlere Zweig. Görmek istemediğimiz, bize ait olmasını kabul edemediğimiz ve böylece hep karanlıkta bıraktığımız yanlarımıza ışık tutma girişimi neredeyse her satırı. İnsanın içindeki “kötü”lükle karşılaşma cesareti “ben olmayan” diye itelediği şeyleri kendinde hissedebilme kuvveti ile yoğrulmuş. Karakter, hissedebildikçe kendi olmuş. Hissedemedikçe kendimizin sahteleriyiz.

Gıcır gıcır gözlerinizle okumanız dileğiyle…

Kaynaklar

1) Zweig, S. (2015). Olağanüstü Bir Gece. (İ. İgan, çev.). İş Bankası Kültür Yayınları.

2) Koçal, N. (2018). Ogden’in yorumu: divan, analitik üçüncü, düşleme ve yorum. Psikanaliz Yazıları, 36.

3) Mitchell, S. A., & Black, M. J. (2014). Freud and beyond: A history of modern psychoanalytic thought. Hachette UK.