Belki de kendisi olarak hiç görülmemiş birinin fark edilme ve görülme sancısının ifadesi olabilir onca kıyafet. Hiç temas edilmek istenmeyen bir karanlığın üstü ışıl ışıl, renkli, canlı kıyafetlerle gayet güzel örtülebilir. Narsistik yaralarımız, “parıl parıl pansumanlar”la sarılabilir. Sizin semptomunuz hangi gerçeğinize tekabül ediyor, düşünmeye başlayalım mı?
Yazının başlığını “bir semptom olarak giyinmek”koyduk. Önce semptomdan söz edelim öyleyse. Ne ola ki bu “semptom”? Çoğu kez sanki hemen kurtulunması gereken bir şey, derhal geçirilmesi, iyileştirilmesi gereken bir kötülükmüş gibi söz ediliyor ve algılanıyor. Oysa semptomu böyle görmek büyük bir yanılgı olur. Semptom, bilakis, kişinin öznelliğidir. Biricikliğidir. Her semptom tekildir ve bireyin kendi gerçeğine açılan bir kapının anahtarıdır. Dolayısıyla semptomu “iyileştirmek”, kişinin kendi gerçeğine açılan kapının anahtarını kendisinden saklamaktır. Semptomla yapılacak en kıymetli şey, kişinin bunun bir anahtar olduğunun farkına varmasına yardım etmek ve bu anahtarı nasıl kullanabileceğini tecrübe etmesi yolunda ona eşlik etmektir. O halde şunu bir düşünmek gerek: “…reçeteler aracılığıyla ortadan kaldırılması gereken bir şey olarak sunulan, kişiye dair öznel bir anlama sahip olabileceğini düşünmek şöyle dursun, üzerinden tanı üreterek insanların tekilliğini dışlayan ve onları belirli kategorilere hapsetmenin bir aracı haline gelmiş olan semptom kavramı…” kafa yormaya değer. (Simgesel Psikanaliz Dergisi, 2017)
Her şey semptom olabilir! Bir topluluk karşısında aşırı kaygılanmak bir semptom olabileceği gibi, sürekli aynı adamları/kadınları bulmak da bir semptom olabilir. Çok kitap okumak, hiç kitap okuyamamak, birçok kursa gidilmiş olmasına rağmen bir türlü yabancı dil öğrenememek, sürekli söylenerek iş yapmak, her randevuya geç kalmak veya gerekenden fazla erken gitmek… Bunların hepsi semptom olarak görülebilir. Ve tabii belki de “giyinmek” de bir semptomdur.
Bir semptom olarak giyinmek dediğimizde, benim sormak istediğim soru şu: “Öteki”, bana baktığı zaman ne görüyor?
Mesele şu ki hepimiz görülmekten hem fazlaca korkuyoruz, hem de birileri bizi görsün diye can atıyoruz. Görülmeye muazzam bir şekilde ihtiyacımız var; bir insan olarak, bir özne olarak, bir öteki olarak. Bir bebek, annesi tarafından görüldükçe büyüyebilir ancak. Annesinin gözlerinde kendi suretine rastladıkça ondan ayrı bir özne olduğu gerçeğine yaklaşır. Annesinden ayrı, kendisine has bir insan olduğunu annesinin gözlerinden kendi zihnine taşır. Böylece daha sonra o da başka özneleri görebilecektir.
Görülmek tecrübesini yaşamayan bir zihnin gözleri, başkasını görmeye dair de hep eksiktir. Burada hüzünlü bir parantez açalım. Öteki ile ilk ilişkimizde bakımverenimiz -çoğunlukla annemiz- tarafından görülmek en önemli deneyim dedik. Bir bebek olarak bedenimizde, içimizde tecrübe ettiğimiz ve ne olduğunu bilmediğimiz o şeylerin adını annemiz koyar. İçerden istila ediliyormuş gibi hissedip ağlayan bebeğinin gözlerine bakar ve “Acıktın” der. Düşer bebek, “Canın acıdı” der. Annesine gülümser, “Sen mutlu mu oldun?” diye sorar anne de gülerek. Bebeği için duygularının adını koyar anne. Bebeği aynalar. Bebek annesinin gözlerinde kendisini görür ve kendiliğini oluşturmaya başlar böyle böyle. Peki, bu son dönemlerde annelerin gözleri nerede? Akıllı telefonlar, iPhonelar, iPadler annelerinin gözlerini, bakışlarını çalıyor çocuklardan. Annesinin gözüne bakıp gülmek yerine, akıllı telefonların kameralarına gülüyor yeni nesil çocuklar. “Görülmek” tecrübesinin niteliği değişiyor; bununla paralel olarak “benlik oluşumunun” da niteliği değişiyor. Daha en baştan otantik tek bir benlik yerine, birkaç tane deneyimliyor çocuk: Sosyal medyaya konulan, kameradan aynalanmış benliği ve annesinin gözlerinde gördüğü benliği. Böyle büyüyen çocuğun görülme ihtiyacı, nasıl semptomlarla kendisini su yüzüne çıkarmaya çalışacak?
Semptom tekildir; moda Öteki’nin semptomudur!
Gözlerimizden zihnimize gidenleri jest ve mimiklerimizle, sesimizle manipüle ettiğimiz gibi, kıyafetlerimizle, takılarımızla, dövmelerimizle… de manipüle ediyoruz. Öteki’nin bizde ne gördüğünü manipüle etmeye çalıştıkça, “nasıl görünmemiz gerektiği”ne dair kurallar bütünü oluşturup bunu kendimize “Öteki’nin arzusu” olarak dayatıyoruz. Adına da moda diyoruz galiba. Şöyle bir yere geliyorum buradan: Semptom tekildir; moda Öteki’nin semptomudur! Öyle ki içinde yaşamaya çalıştığımız, yaşadıkça yeniden kurduğumuz, ama kurdukça daha zorlandığımız düzende bu bir meslek olarak da icra ediliyor. Üniversitelerde bölümleri var. Giyinmenin bir disiplini, bir arzusu, bir talebi var. Dönem dönem nasıl giyinileceğine dair sözde arzu ve talep değişiyor hatta. 50’lerin modası başkayken, 80’lerinki başka oluyor. Siz bu yıllarda o yılların modasına göre giyiniyorsanız bunun adı var; “vintage” ya da “retro” seviyorsunuz. Sanırım burada benim gözüme batan en büyük sorunlardan biri, bahsettiğim arzunun öznenin kendi arzusu ol(a) maması. Öyle kanıksanmış bir hal ki bu, kendi arzumuzmuş gibi tecrübe edebiliyoruz çoğu kez. Bir kıyafete “vuruluyoruz”, “Ah tam benim tarzım!” diyoruz, üzerimize yakıştırıp alıyoruz. Tatminiyse fazla uzun sürmüyor. Gerçek arzumuzun üzerini örtüyor galiba yalnızca, o yüzden zevki kısa süreli. Psikanalizin de çabası, nihayetinde analizanın (analiz edilenin) kendi arzusunu inşa etmesi ve o yolda kendisi olarak var olması yönünde. Özne’mizin gerçek arzusu kaygı veriyor ve bu kaygıyı içimizde taşımak zor. Sadece kıyafetlerle değil pek çok nesnelerde “şeyleştiriyoruz” ve içimizden dışarıya atıyoruz bu kaygıyı. Bu bağlamda, arzumuzun üzerine kaygımızı giymek olarak düşünülebilir mi moda? Arzumuzu “satın alamayacağımızı” fark etmemiz gerek. Ancak bu kolay bir mesele değil; görüldüğü gibi üzerimize ne giydiğimiz dahil olmak üzere o kadar temel alanlara sıçramış ki, bir şeyin kendi arzumuz olmadığını fark edebilmek bile bir hayli güç.
Bizi “özneleşmek” ten uzaklaştıran bu normlu giyinme eylemiyle, bir özne olarak var olmak, görülmek ve öteki tarafından beğenilmek istiyoruz. Bizi beğensinler istiyoruz; ama ötekinin gördüğü şey ne kadar “biz” ki?
“Kendi ile ben”
Bunlara kafa yorarken, bir şiir kitabına rastladım. Kitabın dokunaklı üslubu, bu yazıda bir parantez açtırdı bana. Belki rastlamak doğru kelime değil; zira hiçbir şey de tesadüf değil ya psikanalizde. İstemiştir bilinçdışım, elime alıvermişimdir önce ruhuma da alabilmek için. “Kendi ile Ben” kitabın adı, Uğur Aktaş’ın. İnsan olmanın özüne, özene bezene inen satırlarında içim hem acıdı hem huzur buldu. Bazen acımadan iyileşmiyor insan.
Neyse konumuza gelelim. Kitabın içinde defalarca dönüp okuduğum “kendi ile benin çöplüğü ya da raşitin yolculuğu” isimli bir bölüm var. Her bir “ben”i kendi yolculuğuna davet ediyor. Bu yolculukların insani yanına vurgu yapıyor. Tanıdık duygu ve düşünceleri ile size eşlik ediyor.
“raşit denilince dönüp bakıyordu, çağıranlar için kim ola ki raşit, raşit bunu düşündü. raşit olan o buna nasıl karşı koysundu. İnsanın ilk giydiği elbiseydi isim, acılar, kahırlar, ağrılar sonra geliyordu.” Hangi elbiseleri giyer ve kendine yabancılaşır ben? Hangilerini soyunsa kendiyle baş başa kalır? Bu soruları sorabilmek adına, Lacancı psikanalizin fenerinin yolumuza ışık tutmasına izin verebiliriz. Lacan’ın tanımladığı üç temel, insani tutkuyla birlikteyiz hayatımız boyunca: aşk, nefret ve cehalet. Cehalet tutkusu, yani “bilmeme arzusu”, belki en yoğun ama en farkında olmadığımızdır. Kendini bilme, “ben”ini bilme ciddi bir yüzleşmedir, zorlu bir karşılaşmadır. Her ne kadar buna hevesli gibi görünsek de çoğu zaman bu bilgiden kaçarız. Öyle bir kaçarız ki, kaçtığımızın bile farkında olmadan, kendimizi “ben”imizden disosiye ederek yaparız bunu. Kendini anlamak için terapiye gelen birinin bile kendi karanlıklarına ışık yakmaya başladığında gözü kamaşır. Görmek istemez, devam etmek istemez. İyileşmek, dönüşmek, kendini bilmek arzusuyla terapiye gelen kişiyi tam zıt yönde bu “kendini bilmeme” arzusu çekiştirir. Bu arzuya rağmen oraya gelmiş olması ne büyük bir güçtür! Sanırım bunu hem terapistin hem de danışanın aklının bir köşesinde tutarak, zaman zaman kendine hatırlatması gerekir. Benliğinin, kendi varoluşunun üzerini örttüğü şeyleri soyunabileceği güvenli bir odadır terapi odası.
İç dünyamızdaki eksikliklerin üstü kıyafetlerle örtülebilir mi?
Fark etmişsinizdir, haletiruhiyemiz değiştikçe kıyafetlerimiz de değişir. İyi hissettiğimizde daha canlı giysileri üzerimizde taşıyabilirken, kötü hissettiğimizde daha koyu renkler tercih etmeye eğilimli olabiliriz. Şimdilerde “depresyon hırkası” da moda oldu gerçi, mutsuzken nasıl görünmeniz gerektiğine dair ötekinin arzusu, cebine sümüklü mendillerinizi koyabildiğiniz bol ve uzun hırkalar!
Kötü hissettiğinde üzerine birşeyler almaya alışverişe çıkan pek çok insan var. Giyindikçe rahatlıyor, rahatladıkça daha çok giyinme için alıyorlar. Esasında neyin üzerini örtmeye çalışıyor bu insanlar?
Örtmek aslında hayvanların da yiyecek saklamak, kamuflaj vb. pek çok amaç çerçevesinde gerçekleştirdikleri bir eylem olmakla birlikte, “örtünmek” insan doğasına has. Haşlakoğlu (2009) Toplumbilim dergisindeki “Uçurum Konak: Ben/ Beden” yazısında insana dair yapılabilecek tanımlardan biri olarak “örtünen hayvan”ı önerir.
Bedenine bakan gözlerin zihninde nasıl düşüncelerin olduğunu önemseyen insanın tecrübe ettiği utanma duygusunun örtünmeyle ilişkisini belirtir. Bu bağlamda, insanın dışarıdan nasıl göründüğünü görmesi için öncelikle kendine yabancılaşması gerekir. “Ben” olan şey hem kendini deneyimlemek hem de kendisini bir “öteki” gözüyle görmek için bölünür. Kendine “öteki” gözüyle baktığında gördüğü şeyden memnun olmuyorsa, görüneni örter veya görünmesini istediği hale çevirmek için uğraşır. Bu da, daha derin bir yabancılaşmaya gider: Özne, yabancılaşmış kendini kanıksar bir süre sonra ve kendi arzusunu unutur. Kendi arzusu sandığı şey, ötekinin arzusudur.
“Normal” görünmek
Ne giydiğimiz, kendiliğimize dair bir söylem oluşturuyor. Kimiz, nereden geliyoruz, hangi gruba aidiz, aşağı yukarı siyasi düşüncemiz nedir, sosyoekonomik durumumuz nasıl, güvenilir miyiz yoksa tehlikeli mi ve hatta ruhsal ve fiziksel sağlığımız nasıl? Dış görünüşümüz bu sorulara büyük oranda yanıt verir. Yani, görünüşümüz karşımızdakine bizim hakkımızda konuşur. Çoğu insandan çok daha farklı bir giyim tarzımız varsa bu farklılığımız bir ruhsal probleme işaret ediyor olarak değerlendirilebilir. Şanslıysak yaratıcılık olarak da görülebilir. Ancak “yaratıcılığın” da “deliliğin” de bir normdan sapma olduğunu hatırlamak gerek. Biri gayet olumlu olarak değerlendirilen diğerindense imtina edilen hatta korkulan bu iki durumun birbiriyle kesişen epeyce bir alanı var. Yaratmak için dengenin bozulmasına ihtiyaç var. Dengenin bozulması için biraz da hassasiyet olması lazım hamurda. Dengenin bozulmasını taşıyabilecek, kaldırabilecek ve onu dönüştürebilecek bir yapıya ihtiyaç var. Bahsettiğimiz bu ruhsal yapı varoluşun türlü deneyimlerine, acıya, sevince, yetersizliğe, hayatın iniş ve çıkışlarına özel bir duyarlılık barındırır ve çoğunlukla onları “sanatçı”lar olarak gözlemleriz (Guimon, 2006). Ciddi bir “içe alma” kapasitesinin yanı sıra içsel dengenin bozulmasıyla onu dönüştürerek başa çıkabilen kişiler olduklarından söz edebiliriz. Hayatın onlara getirdiklerini içlerine alır, işler ve dışarıya kendilerinden de izler taşıyan bir şey olarak sunarlar. Elbette ki bu şaşaalı sürecin görünümlerine yansıması da onların semptomu olacaktır. “Yaratıcılık”ın alanında varoluş gösteren insanların bu içsel “yeniden-denge-oluşturma” süreçlerinde dışarıya ne gösterdikleri ve bunu nasıl gösterdikleri, üzerlerine giydikleri incelenerek düşünmeye değer bir mesele.
Özel bir giysi: dövme
Giyinmenin anlamları üzerine düşünedururken, Psikanaliz Yazıları’nda Hatice Akova’nın “Dövmeyi Yorumlamak” yazısına rast geldim. Giysinin yanı sıra, bedenin kendisinin bireysel ve toplumsal bir kimlik ifadesi olarak kullanılması hemen dikkatimi çekti. Kişinin ruhsal dünyasında neler olup bittiğini bedeninde sembolleştirdiği bir eylem, bir iz olan dövme, çeşitli işlevleriyle şaşırtıcı.
Turner’ın “Deri, ruhun üzerindeki bir penceredir” sözüyle meselenin derinliklerine adım atıyor Akova. İç ile dış dünya arasındaki geçiş alanı olan derinin taşıdığı izler görünenin ardında ne gibi anlamları taşıyabilir? Yazı boyunca okuyucunun zihnini dövmenin pek akla gelmeyen işlevlerini düşünmeye teşvik ediyor. Örneğin değişmez, sabit bir imgeyi bireyin bedeninde taşıyor olması, ruhun denge ihtiyacına karşılık geliyor olabilir mi? Analitik pencereden bakıldığında bireyin içsel nesnelerinin ve temsillerinin bu “değişmezlik” ihtiyacı ile ilişkisi düşünülebilir. Klein’ın teorisine göre, kişinin sürekli yer değiştirdiği iki temel konum vardır: paranoid konum ve depresif konum. Paranoid konuma gerileyen bireyin yaşadığı ruhsal gerilimi bir dövme ile simgeleştirmesi, depresif konuma yeniden ulaşabilmek adına yaptığı bilinçdışı bir eylem olabilir. Bu yönüyle dövme, bireyin ruhunu dağılmaktan koruyarak antipsikotik görevi görüyor şeklinde yorumlanabilir (Akova, 2018, s.108). Paris Psikosomatik Okulu’ndan McDougall’a göre düşünüldüğünde ise dövmenin ağrılı bir uyaran olması da işin içine katılmalıdır. Bedenin ağrı veya acı çekmesi, bireyin bütünlüğünü korumaya yönelik bir eylemdir. Le Breton (2011) da kişinin kendi isteğiyle bedenine acı çektirmesini “kendi varlığını doğrulamaya” yönelik bir girişim olarak ele alır. Bedensel acı bireye onun yaşıyor olduğunu hem anımsatır hem ispatlar. Kendisinin yanı sıra, nesne ile ilişkilerini de bu yönde düzenler. “Acı çekmeyi bırakırsam, annem benim varlığımı bile unutabilir” düşüncesi bedendeki dövme ile kendisine ifade bulabilir (McDougall, 1989; akt: Akova,2018).
Bunlara ilaveten, bireyin dövmeyi hayatının hangi döneminde yaptırıyor olduğu da dikkate değer nitelik taşıyor. Örneğin Akova’nın yazısında ilginç bir örnek olarak acil birtakım nedenlerle terapötik sürece ara vermek durumunda kalan kişilerin o dönemde dövme yaptırdıklarına yer verilmiş.
Giyinmenin yanı sıra bedeni de giysi olarak kullanmanın ruhsal anlamlarına kafa yormak isteyenler için Akova’nın yazısı kışkırtıcı bir başlangıç olabilir.
Dış görünüşümüz içimizde göremediklerimize ışık tutar
Dövme parantezinden sonra, giyinmeye geri dönelim bir kitapla. Üzerime Giyecek Hiçbir Şeyim Yok! başlıklı kitap, giysiye bir semptom olarak dikkat çekiyor. Psikanalistlerin kıymet verdiği bu konuya meraklı olan herkesi kafa yormaya davet ediyor. Giyinmek nasıl semptom ifade edebilir? Kitapta rastlayacağınız vaka örnekleriyle oldukça anlaşılır ve akıcı bir şekilde dokunuyor konuya. Belki de kendisi olarak hiç görülmemiş birinin fark edilme ve görülme sancısının ifadesi olabilir onca kıyafet. Küçük çocukların bebeklerini giydirip süsledikleri oyunlarda çocuğun kendi kimliğini oluşturma sürecine dair meseleleri görebiliriz. Alışveriş mağazalarında kıyafet için büyük miktarda para harcayan birinin belirttiği gibi, o mağazalarda aradığı şey gerçekten üzerine yakışacak kıyafetler mi yoksa eksikliğini hissettiği annesi mi? Freud’un penis hasedi diye tanımladığı ruhsal fallus eksikliğini örten bir örtü belki de giyinmenin rolü. Kadın veya erkek fark etmez, giysi, kastre edilmişliği mi saklıyor? Anne-kız ritüeli haline gelmiş bir alışveriş takıntısı, hiç girilmeye cesaret edilmemiş ödipal çatışmayı bastırma girişimi olarak gün yüzüne çıkmış olabilir. Hiç temas edilmek istenmeyen bir karanlığın üstü ışıl ışıl, renkli, canlı kıyafetlerle gayet güzel örtülebilir. Narsistik yaralarımız, “parıl parıl pansumanlar”la sarılabilir.
Sizin semptomunuz hangi gerçeğinize tekabül ediyor, düşünmeye başladınız mı?
Kaynaklar
1) Elise Ricadat – Lydia Taieb, Üzerime Giyecek Hiçbir Şeyim Yok! Giysi: Keyif mi İşkence mi?, Çeviren: Tuvana Gülcan, İletişim Yayınları, İstanbul 2015.
2) Guimón, J. (2006), Art and madness, Davies Group Publishers.
3) Haşlakoğlu, O. (2009), Uçurum Konak: Ben/Beden, Toplumbilim Dergisi, (24), 121-132.
4) Akova, H. (2018), Dövmeyi Yorumlamak, Psikanaliz Yazıları 36, 97-113.
5) Le Breton, D. (2011), Ten ve İz, Çev: İ. Yerguz, Sel Yayıncılık, İstanbul.
6) Simgesel Psikanaliz Dergisi, Sayı 1, 2017.