Antropolojinin asli ilgi odağını insanlar arasındaki benzerlik ve farklılıklar oluşturduğuna göre, biyolojik ve kültürel farklılıkları anlama, açıklama çabası, olasıdır ki insanlık tarihi kadar eskidir.
Bu yoldaki ilk sistemli çabalar ise, antik Grek uygarlığıyla birlikte çıkar ortaya; Halicarnassuslu Herodotos’un (MÖ 484-425) Tarih’i, onu ilk antropologlar arasına yerleştirmeye değer kılacak ölçüde antik Ege dünyası dışındaki halkların (Persler, Mısırlılar, İskitler, Libyalılar, Hintliler…) hem fiziksel özellikleri, hem yaşam koşulları, hem toplumsal örgütleniş, hem de kültürleri açısından betimlenmeleri girişimi olarak tanımlanabilir. Üstelik, Herodotos, öncelleri ve çağdaşlarının (ve ardıllarının da) pek çoğunun kaçınamadığı “öteki” (özellikle de uzak) halkları garip, canavarsı varlıklar olarak betimleme geleneğinden uzak durarak insan toplumları arasındaki farklılıklar konusunda daha serinkanlı bir tutum benimsemesini bilmiştir.
Herodotos, antik Grek yazınında biyolojik ve kültürel çeşitlilik konusunda kafa yoran tek düşünür değildir; Aristoteles (MÖ 384-322) örneğin, doğadaki türlerin şaşırtıcı çeşitliliğini türlerin anayurdu olarak gördüğü Afrika’da süregiden kuraklık ve su içmek üzere su boylarına inen farklı türlerin melezlenmesiyle açıklarken, Romalı tarihçi Yaşlı Plinius (23-79) ise Naturalis Historia’sında (Doğa Tarihi) “doğanın insanları şaşırtmak için oynadığı oyun”dan söz eder. (Özbudun, 2003)
Ortaçağ boyunca oldukça tecrit olmuş ve içe-kapanık bir yaşam sürdüren Avrupa’da “öteki”ne ilişkin bilgiler, kısmen Kilise’nin de manipülasyonlarıyla büyük ölçüde “canavar öyküleri”ne indirgenirken (Büyük İskender’in Kafkas dağlarının gerisine hapsettiği “barbar” halkların kapıları yıkarak Avrupa’yı istila ettiğine ilişkin dolaşan söylentiler; başı olmayan, gözleri ve kulakları gövdelerinde insanlar, insan-hayvan kırması hilkat garibeleri betimlemeleriyle dolu popüler yazın…), “dış”larıyla yoğun ticari ve diplomatik ilişkiler sürdüren İslam ve Çin imparatorluklarında “öteki” toplumlara ilişkin betimlemeler, şaşırtıcı bir gerçekçilik kazanmaktadır. Bu bakımdan İbn Fadlan (10. yüzyıl), İbn Batuta (1304-1369) gibi Arap/İslam gezginlerinin Seyahatname’leri ya da Mukaddime’sinde kültürler arasındaki farklılıkları coğrafi koşullardaki farklılıklar ve geçim faaliyetleri ile açıklayan büyük düşünür İbn Haldun’un gözlemleri, zengin antropolojik malzeme sunmaktadır bizlere.
Batı dünyasının, antropolojinin temel ilgi alanını oluşturan “ilkel”, “yazısız”, “devletsiz”, “kabile” vb. toplumlarla sistemli temasları ise, sömürgecilik çağıyla başlar: Batı Avrupa ülkelerinin, Afrika, Amerika, Avustralya kıtalarını sömürgeleştirmeleriyle sonuçlanacak “keşif gezileri”, seferlere katılan doğa bilimcilerin, tıp adamlarının, kâşiflerin, yalnızca ilk kez karşılaştıkları hayvan ya da bitki türleri değil, insan toplumları ve kültürleri hakkında da ayrıntılı çizimleri ve betimlemelerinden oluşan kapsamlı bir “keşif literatürü” bırakmıştır geride. Bu betimlemeler, Batı Avrupa etnografisinin ilk doğrudan örnekleri sayılmaktadır çoğunlukla.
Ancak bilimsel bir disiplin olarak antropolojinin, Batı Avrupa Aydınlanma Çağı’nın iki düşünsel geleneğinin doğrudan mirasçısı olduğu söylenebilir:
1) Ahlak felsefesi (19. yüzyılın sosyal bilimlerine kaynaklık eder);
2) Doğa tarihi (19. yüzyılın doğa bilimlerine -konumuz açısından biyolojiye- kaynaklık eder).
Hugo Grotius, Samuel von Puffendorf, Thomas Hobbes, John Locke gibi 17. yüzyıl, Montesquieu, Jean Jacques Rousseau, Anne-Robert Jacques Turgot gibi 18. yüzyıl Aydınlanma düşünürleri birey ile toplum, yurttaş ile devlet ilişkileri üzerine düşünürken, keşif yazınının sunduğu “ilkellere” değgin anlatılardan ve Afrika, Amerika ve Okyanusya’nın küçük-ölçekli, devletsiz, avcı-toplayıcı ya da hortikültüralist topluluklarından “uygarlık” ya da “devlet”in bulunmadığı koşulların (olumlu ya da olumsuz) örnekleri olarak bolca yararlanmışlardır. (Özbudun, Şafak; 2005)
Doğa tarihçileri ise, biyolojik evrim düşüncesine öncül oluşturacak kimi spekülasyonlar biriktirmektedir: “Keşif yazını”nın o güne dek Avrupa’da bilinmeyen bazı kuyruksuz büyük maymun (ape) türleri, örneğin orangutanlara ilişkin getirdiği kimi bilgiler, bu hayvanların “insan” sayılıp sayılmayacağı tartışmalarına kapı aralamıştır, örneğin. Benzer bir tartışma, Avrupa-dışı kıtalarda karşılaşılan “ilkel” insanlara ilişkin olarak da sürdürülmektedir: Bunlar Avrupalılarla aynı türün mensupları mı sayılmalıdır?
İki İskoçyalı yargıç, James Burnett (Lord Monboddo) ile Henry Home (Lord Kames) arasındaki tartışma, bu konuda ilginç bir örnek oluşturmaktadır (18. yüzyıl):
Lord Kames’in dar bir insanlık tanımı vardır; kültürel farklılıkların popülasyonların farklı türler olarak görülmesine yol açacak kertede büyük olduğunu, yerli Amerikalıların biyolojik açıdan Avrupalılardan aşağı olduklarını savunmaktadır, örneğin. Kutsal Kitap’taki Babil Kulesi öncesi insanlığın varsayımsal ortak dilinden haberdar olmayan Amerika yerlileri ile Avrupalılar, aynı kökenleri paylaşamaz. Buna karşılık Lord Monboddo ise Kuzey Amerika yerlilerinin bazılarının dillerinin Gal diline yakın olduğu savından hareketle, onların tekil bir insan türünün üyeleri sayılması gerektiğini öne sürmekte, dahası, bu türe Afrika ve Asya orangutanlarını da dahil etmektedir. Monboddo’nun buna kanıtı, Doğu Afrika’da toplu yaşayıp kulübeler inşa eden ve insanlarla çiftleşen şempanzelere değgin anlatılardır. Monboddo ve Kames arasındaki tartışma, biyolojik antropoloji alanında 19. yüzyıl boyunca sürmüş bir polemiğe gönderme yapar: İnsanların farklı kökenlerden geldiğini öne süren (dolayısıyla da ırkçılığı meşrulaştıran) polijenez ve insan türünün ortak bir kökenden türemiş tekil bir tür olduğunu vazeden monojenez. İşin ilginç yanı, polijenistlerin kendilerini antropolog, monojenistlerin ise etnolog olarak tanımlamasıydı. Bu durum, olasıdır ki antropoloji kavramının 16. yüzyıl başlarından itibaren anatomi ve fizyolojiyi kapsayacak tarzda kullanılmasından kaynaklanan bir durumdur.18. yüzyıldan itibaren, terim pek çok anlam yüklenir: Doğacı perspektiften, Denis Diderot, Ansiklopedi’sinde “antropolojinin anatomisi”nden söz etmekte (1751), Alman F. Blumenbach ise, 1795’te onu bir doğa bilimi olarak tanımlamaktadır.
İsviçreli teolog A. C. De Chavannes’ın 1788’de yayımladığı Anthropologie ou science générale de l’Homme’da (Antropoloji ya da İnsanın Genel Bilimi) ve aynı yıl Alman filozof Immanuel Kant’ın yayımladığı Anthropologie in Pragmatischer Hinsicht’de (Pragmatik Açıdan Antropoloji), terimin insanın anatomik/fiziksel ve kültürel yönlerini birlikte ele alan daha sentetik bir kullanımı gözlenmektedir. (Copans, 2005: 8)
Anglosakson dünyası (İngiltere ve ABD) ise, terime bugünkü anlamına yakın bir anlam yüklemiştir: Doğa bilimleri, arkeoloji, dilbilim ve etnolojiyi kaynaştıran genel bir sosyal ve kültürel insan bilimi…
Kaynak: Sibel Özbudun ve Gülfem Uysal, 50 Soruda Antropoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, Ocak 2019, s. 25-28