Ana Sayfa Dergi Sayıları 192. Sayı Kişiselleştirilmiş gerçek

Kişiselleştirilmiş gerçek

298
0

“Bu konunun siyasetle ilgili değerlendirilmesini son derece yanlış bulduğumuzu dile getirmek istiyorum” diyor sayın bakan. Neyle ilgili veya nasıl değerlendirmemizi arzu ettiğini açıklamıyor. Herhalde hiç değerlendirmemiş olmamızı tercih ederdi. Nasıl olsa o değerlendiriyor. Gerçi onun değerlendirmesi de kendisinin değil, bir başkasının. Hepimizin yerine bir kişi düşünüyor. Bize düşen, değerlendirilmiş veya nasılsa er ya da geç değerlendirilecek olana kafa yormamak, kabullenmek, susmak. Kendi aramızda ne konuşacağız? Hepimizin adına yapılan değerlendirme kamuoyu ile paylaşılana kadar konuşmayacağız. Gerekirse bir saat, bir gün, bir hafta bekleyeceğiz. İlla değerlendirmek zorunda kalıyorsak da siyasetle ilgili hale getirip getirmediğimize dikkat edeceğiz.

Deprem, sel, orman yangını, heyelan, maden kazası, besin zehirlenmesi, salgın hastalık, vs. Ne olursa olsun siyasetle ilgili değerlendirmeyeceğiz. Yerimize düşünenler henüz konuyu değerlendirmemişse yanlış algıya kapılmayacağız, çevremizdekilerin yanlış algıya kapılmasına neden olmayacağız. Gözümüzle gördüğümüze, kulağımızla duyduğumuza inanmayacağız. Neden? Doğru algıladığımızdan emin olmamız mümkün değil de ondan. Konu henüz değerlendirilmediyse bekleyeceğiz. Durum yalnız bize özgü değil. Dünyada da böyle ve benzer eğilim giderek yükseliyor. Yetki ve sorumluluk sahibi olanlar her ciddi sorun sonrasında bir süre susup seyrediyor, bir noktada sessizliklerine son verip sahneye çıkarak olayın yanlış algılandığını, yanlış değerlendirildiğini iddia ediyor. Aslında nasıl algılanması ve nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair farklı bir kurgu ilan ediyor. Kendilerinden önce değerlendirme yapanları algı yönetmeye çalışmakla suçluyor.

Prof. Dr. Naci Görür, Kanal İstanbul projesiyle ilgili bir toplantıda ömrünü belli konuları araştırmaya adamış biliminsanlarının baskı altında tutulmaya çalışıldığını, bilgilerini ve öngörülerini kamuoyuyla paylaştıkları için suçlandıklarını ifade etti. Disiplini gereği ilgi alanı tüm dünya ve bütün yer kabuğu olan bir biliminsanı kendi ülkesinde özellikle araştırdığı konularda somut olarak tartışılan projelerle ilgili fikirlerini paylaştığı için suçlanıyor. Ülkenin saygın iktisatçılarının, eski merkez bankası başkanlarının faiz ve enflasyon ilişkisi konusunda iktidarla aynı fikirde olmadıkları için artık ekrana çıkarılmamaları benzer pek çok örnekten biri. Tüm bunlar bazen Orwell’ın 1984 romanında sözcüklerin anlamlarının sürekli değiştirilerek karşıtlarıyla neredeyse farksızlaştırılmasını, bazen Huxley’in Cesur Yeni Dünyada ayrıntılarıyla anlattığı telkin mekanizmalarını anımsatıyor. İlk karşılaşmalarda gülümseten durumlar kasıtla ve ısrarla sürdürüldükçe kötü niyet şüphesi endişelendiriyor.

Toplumsal ayrışmaya göre her konuda en az iki, çoğu zaman daha çok sayıda gerçeklik imal ediliyor. Kendimizi bir anda içinde bulduğumuz “büyük veri” çağının alametifarikası değil mi “kişiselleştirilmiş deneyim”. Hepimize kişiselleştirilmiş deneyimler vaat ediliyor. Hoşlandıklarımıza benzer müzikler, beğendiklerimize benzer filmler, sevdiklerimize benzer arkadaşlarla sık sık karşılaştırılıyoruz sağladığımız verilerle oluşturulan istatistikleri kullananlar tarafından. “Bunları seviyorsan muhtemelen şunu da seversin” diyor bize sürekli yanımızda taşıdığımız için 24 saatimizin her saniyesini kaydeden yapay zekâ. Süreklilik kazanan bu yaşantı öğrenmenin tersi bir süreç yaratıyor. “Hep aynı yere bakıyorsun, biraz da şuraya bak”, “Hep aynı şeylerle ilgilisin ama başka ilginç meseleler de var” diyecek yazılım ticari olarak riskli bulunuyor. Büyük veri şimdilik maalesef kişiselliğe filan değil, çeşitli ölçeklerdeki grupların üyelerinin kendi içlerinde giderek benzeşmelerine ve ortalamalaşmalarına hizmet ediyormuş gibi görünüyor.

Beğeniler ve hazlar gibi nesnel gerçekler de hepimiz için sözüm ona birer kişisel deneyime dönüşüyor. Benim üşümem, yanımdakinin sıcaktan bunalması hava sıcaklığının 24 °C olmasından daha değerli bir bilgi oluyor. Böyle bir zamanda kişisel kanaatlerinden başka gerçeği olmadığı izlenimini uyandıran ve alenen söylediği yalanlar yüzüne vurulduğunda dahi onları savunmaya devam eden Trump oy kullananların çoğunluğunun desteğini alarak ABD gibi bir süper gücün başına geçti. Bu gelişme New York Times editörlerinden Michiko Kakutani’yi endişelendirmiş olmalı ki gazetedeki görevlerinden istifa ederek kısa süre içinde Hakikatin Ölümü başlıklı bir kitap yazdı. Alt başlıksa bu iddianın örnek olayına dair: Trump Çağında Yalancılık Sanatı.

Kakutani son dönemi öne çıkarsa da meseleyi son iki yüzyıl ölçeğinde tarihselleştiriyor ve 19. yüzyılın başlarından itibaren menfaatleri için kitleleri peşinde sürüklemek isteyen siyasilerin, onlara destek veren danışmanların, iletişimcilerin nesnel gerçekliği nasıl manipüle ettiklerini çeşitli boyutlarıyla inceliyor. Bilimsel bilginin tartışmalı hale getirilerek onu üreten kurumlar ve kişilerle birlikte itibarsızlaştırılması, öznelliğin değer kazanması, dilin ve iletişimin araçsallaştırılarak mantık oyunlarıyla gerçeğin üzerini örtmek için kullanılması, toplumsal algının yönlendirilebilmesi için başvurulan hileler bu kitabın başlıca konuları. Kültürel grupların giderek kendi içlerine kapandığına ve birbirlerinden uzaklaştığına, dışarıdan gelen bilgilere ve uyarılara karşı kendilerini kapadıklarına, bunun da “içeriden” görünenlerce yönlendirilmelerini kolaylaştırdığına işaret ediyor deneyimli gazeteci. Kakutani’nin kitabı ortak gerçekler üzerinde uzlaşma sağlamanın giderek güçleştiği sosyal, siyasal ortama dair belki son ikazlardan biri ya da yitirilmekte olan rasyonel düşüncenin ardından yakılan bir ağıt.