Ana Sayfa Olağanüstü Mayıs Sayısı Korona sonrası Dünya: Ütopya mı, distopya mı?

Korona sonrası Dünya: Ütopya mı, distopya mı?

1818

Covid-19 salgının sosyolojik, psikolojik ve ekonomik hayatımızı nasıl da altüst ettiğine yakından tanıklık ediyoruz. Deyiş yerindeyse, yaklaşık dört aydır tüm dünyayı korku ve panik kaplamış durumda. Temel yaşamsal etkinlikler hariç, toplumsal yaşam ve ilişkiler neredeyse durmuş, insanlar evlerine kapanmış, nerdeyse tek sosyallik imkânı internet ağlarına, online dünyaya kaymış gibi gözüküyor. Yaşam ve ölüm TV ekranlarında, salt istatistiğe dönüşmüş durumda. Ne kadar insan öldü, ne kadar insan iyileşti, salgınının bugünkü yayılım oranı nedir gibi sorular cirit atıyor. Yaşananlar bir kâbus gibi, güvensizlik ve tedirginlik her yanı sarmış. Herkes gözünü biliminsanlarına çevirmiş, bu virüs karşısında çözüm bulmaları bekleniyor. Tüm dünyanın gündemi, dünya insanlarının yaşamları aynılaşmış görünüyor. Bu süreçte herkesin kafasında benzer sorular var: Bu kâbus ne zaman bitecek, ne olacağız, nasıl bir sürece doğru ilerleyeceğiz? Salgın deneyimi sonrası, üretimden tüketime, bireysel alışkanlıklardan toplumsal alışkanlıklara değin nasıl bir değişim söz konusu olacak? Neredeyse dünyanın her yerinde, eğitim-öğretim, turizm, konserler, çeşitli sanat aktiviteleri, alışverişler, kongreler ve toplantıların sanal âleme aktarılması, dijital bir çağa giriyor olduğumuzun göstergesi olarak yorumlanabilir mi? Dünya daha yaşanılası bir hale mi gelecek yoksa tam tersi yaşam koşulları gittikçe zorlaşacak mı? Korona sonrası dünya ütopyalar dünyası mı yoksa distopyalar dünyası mı olacak?

Online hayata sığdırdığımız bu yeni sosyallik ne ölçüde etkilidir? İnsanların sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli midir?

Yeni sosyallik
Koronanın her birimizi refleksif düşünmeye sevk ettiği bir gerçek. Aslında refleksif düşünme ile tekrardan temeli atılan bireysellik, sosyal hayatı şekillendirme gerçeğini de yansıtıyor. Korona gündeme gelmeden önce sosyal özgürlüğün kısıtlandığı yönünde fikirlere sahiptik. Fakat koronanın stabilize hayatımızda sosyal bir resesyona (çöküş) sebep olması aslında sosyal bir özgürlüğe sahip olunduğu yönünde bir aydınlanma yaşattı denilebilir. Ya da her şeyin daha kötüsü varmış dedirttiği bir gerçek. Kaldı ki her şeyin rölantide olması, öngörülemez bir geleceğin yaşattığı kaygı durumunu ortaya koymaya başladı. Özellikle eğitim ve öğretim hayatı başta olmak üzere ofis çalışmaları, toplantılar, iş görüşmeleri vb. alanlar için online bir süreç ön plana çıktı.
Peki online hayata sığdırdığımız bu yeni sosyallik ne ölçüde etkilidir? İnsanların sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli midir? Yapılan araştırmalar, yüz yüze sosyal iletişimin daha etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü yüz yüze iletişimde jest ve mimiklerin direkt olarak algılanması söz konusudur. Bunun yanında daha önemli unsurlardan biri de göz temasının sağlanmasıdır. Online ilişkilerde bu olanaklar oldukça sınırlı. Sözgelimi online ortamda gerçekleştirilen eğitim-öğretim veya iletişimlerde duyguları aktarma, samimi ve içten ortam oluşturma, göz kontağı kurma vb. şansımız yok denebilecek kadar az. Online iletişimdeki bu eksiklikler, toplumsal iletişim gücünün azalmasının yanı sıra, sağduyu, yardımlaşma, empati gibi değerlerin de kaybolmasına sebep olabilir.
Bu süreçte, sosyal yalıtımla birlikte, insanın tek canlı sosyal ilişkisinin aile içine yöneldiği söylenebilir. Ancak aile üyeleriyle aynı ortamda uzun süre kalmak, unutulmuş aile ilişkilerini anımsatmanın yanında, pek çok soruna da açık görünüyor. Önceden aile bireylerinin sadece yemek masalarında bir araya gelmesi söz konusu iken eğitim-öğretimin ve neredeyse tüm işlerin ev ortamına taşınması olası sorunların başlangıcı haline gelecek gibi görünüyor. İşin online olanaklarla eve taşınması, olası mesai kavramını ortadan kaldırdığı gibi, evi iş yerine döndüreceğe benziyor. Yine aile içinde bireylerin sıkışması, aile içi sorunların gün yüzüne çıkması, aile yapısına göre çeşitli travmaların ortaya çıkmasına, bireylerde gelişecek travmalardan kaynaklı ortaya çıkabilecek intihar vakalarının artabileceğine işaret olarak da yorumlanabilir. Çünkü aile ortamında gelişecek problemler, bireyleri aile içerisinde tecride mahkûm edebilir. Bunun sonucunda kişinin yaşadığı sorunlardan ötürü kendini ailesinden izole etmesi, ailesinde büyük kaygılara yol açabilir. Öte yandan eşlerin fiziksel alanları paylaşmakta sorun yaşamaya başlamasıyla beraber ortaya çıkan tartışmalar, boşanma oranlarının artmasına sebep olabilir.
Kişilerin ölümcül bir olaya maruz kalması ya da maruz kalanlara tanık olması ve sonrasında travma yaşaması durumu; çaresizlik, endişe ve korku halinin ortaya çıkmasına sebep olabilir. Zira bu durumda ölüm düşüncesinin de kontrol edilemez bir salgın haline geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu düşüncenin sürekliliği, ümitsizliğin kronikleşmesine sebep olabileceği gibi, bunun sonucunda kişiler de kaçınılmaz bir anksiyeteye maruz kalabilir. Sözünü ettiğimiz bu durumlar, depresyon, paranoya gibi ruhsal sorunlar ve bencillik, duygusuzluk, saldırganlık gibi yıkıcı davranışların ortaya çıkmasında rol oynayabilir. Örneğin bireylerin dışarı çıkarken aldığı önlemler, alışveriş esnasında paketlere dokunmaktan çekinmeleri, birbirlerine potansiyel hasta gözüyle bakmaları, toplu taşıma araçlarında büyük bir kaygı yaşamaları, eve girdiklerinde ellerini dakikalarca yıkamaları, maskesiz, kolonyasız ya da dezenfektansız dolaşamamaları, eve alınan her ürünü defalarca yıkamaları ve özellikle sosyal mesafeyi korumadan ötürü samimi ilişkilerin azalması, paranoyak bir toplumla karşı karşıya kalabileceğimiz gerçeğine işaret ediyor. Pandemi geçse de, bu yaşantıların oluşturduğu travmaları kısa sürede atlatmak kolay değildir.

Kadercilik ve ırkçılık tehlikesi
Koronadan ötürü yaşadığımız bunca şey kültürlerde ne tarz değişimlere sebep olacaktır? Bunu hep beraber yaşayıp göreceğiz; ancak kolektif travma yaratan koronanın küresel anlamda öngörülemez bir sürece sebep olması, toplumu fatalistliğe (kadercilik) sürükleyebilir. Kimi kesimlerde bunun işaretlerine rastlanmıyor değil. Son zamanlarda büyük bir kitleden “biz önlem aldık gerisi takdiri ilahi” deyimini sıklıkla duymaya başladık. Hatta bazıları, bu süreci, dinsel geleneklere geriye götürerek, yoldan çıkmış insanlığa tanrının bir uyarısı, ya da tanrısal bir bela, ya da tanrısal bir sınav gözüyle bakıyor. Bu kesimlerin sosyal ağlar üzerinden sürekli seküler kültürleri, seküler uygarlığı ve alışkanlıkları eleştirdiklerine tanık oluyoruz. Seküler kesimde de kimilerinin, yaşanan süreci doğaya zarar veren hırs ve çıkarın bir sonucu olarak yorumladıklarına tanık oluyoruz. Bu savların, ne kadar etkili olacağı bilinmiyor; ancak, toplumsal bilinçaltında var olanların dışa vurumu olarak görülebilirler.
Yine virüsün Çin’de ortaya çıkması, bazı toplumlarda daha çok yayılması, bir toplumdan diğerine sirayet etmesi, ırkçı kimi söylemlerin de gün yüzüne çıkmasına yol açıyor. Bu eğilimler de yeni sosyal çatışmaları körükleyebilir. Söz gelimi virüsün Çin’de ortaya çıktığı söylemleri, Çin halkına, Çin kültürüne ve Çinlilerin beslenme alışkanlıklarına yönelik eleştirilerin artmasına yol açtı. Trump’ın demeçlerinde dile getirdiği gibi “Çin virüsü” deyimi, esecek rüzgârların fragmanı olarak görülebilir. Bu ve benzer sorunlarda, öyle görünüyor ki küresel anlamda korona öncesi ve korona sonrası tabirini sıklıkla duymaya başlayacağız.

Değişime uğrayabilecek sektörler
Salgın özellikle ekonomik alanı etkileyecekmiş gibi görünüyor. Piyasalardaki durgunluğun, salgın sonrası gelebilecek ekonomik çöküşün işareti olduğu açık. Ancak başka bazı gerçekler de söz konusu: Bazı sektörler önem kazanmaya başlarken bazıları tarihin tozlu raflarındaki yerlerini almaya mı hazırlanıyor? Sözgelimi yetkililerin “kalabalık alanlarda bulunmayın, sosyal mesafeyi koruyun” çağrılarının, turizm sektörünü vurduğu açık. Tüm dünyada turizm sıfır noktasında. Salgın sonrası kendisini toparlaması beklense de, turizm alanı eski sosyalliğini ve eski alışkanlıklarını sürdüremeyecek gibi görünüyor. Sözgelimi, turizmde açık büfe kavramı ortadan kalkabilir; çok yüksek kapasiteli oteller önemini yitirmeye başlarken büyük çoğunluk daha az misafirin ağırlandığı butik otel tarzı yerleri tercih edebilir. Otellerde aranan birinci mevki kavramı önceliğini hijyen şartlarına bırakacak gibi görünüyor. Bu durum, otellerin kapasitesini, temizlik garantisini, mutfak kültürlerini önemli ölçüde etkileyecek. Ötekine ve farklı toplumlara bakışta yaşanan gerilimler, uluslararası seyahat engelinin kalkmasının ardından kişilerin yabancıların yoğunlukta olduğu yerleri tercih etmemesine neden olabilir. Bu durum, turizmi büyük ölçüde bölgeselleştirebilir. Yapılan seyahatler kişiselleşebilir. Örneğin büyük bir topluluğa hitap eden seyahatler önemini yitirmeye başlarken kendi çekirdek ailemizle çıkabileceğimiz seyahatler önem kazanabilir. Çünkü kişiler kendilerini güvende hissetmek isteyeceklerdir. Bundan dolayı turizm değişime epeyce açık bir sektör haline gelebilir.
Tıpkı turizm gibi havayolları şirketi, tekstil, fuarcılık, eğlence, restoran ve catering, toplu sporlar, bankacılık, petrol şirketleri de küçülmeye gidebilir. Bunların yanında AVM sektörü de sarsılacak gibi görünüyor. Zira toplu fiziksel alanların epeyce kan kaybedeceği ortada. Yine insanları üst üste yığan apartman ya da site yaşantısı sorgulanabilir; inşaat firmaları bahçeli ve tek ya da iki katlı evlere öncelik verebilir. Yani Türkiye’deki TOKİ alışkanlığı tarihe karışabilir. Tabi bu durum evlerin fiyatlarının artmasına, pek çok kişinin ev sahibi olamamasına yol açabilir.
Özellikle ecza ve ilaç sektörlerinin büyük kazançlar içerisine girdiği görülüyor. Büyük firmaların bu alanlara yatırımlar yapmaya yönelecekleri öngörülebilir. Hastane ortamında yaşanan sorunlar nedeniyle, sağlık hizmetlerinin de tıpkı birçok sektör gibi evlere ya da online ortama taşınması söz konusu olabilir. Büyük olasılıkla birçok ülke (Danimarka, Norveç, Finlandiya vs) genel (ücretsiz) sağlık sistemine geçebilir. Sözgelimi teknolojik anlamda ilerleme sarf etmiş, sosyal devlet anlayışını uygulayabilen, sağlık sistemleri oturmuş ve bu tarz kriz durumlarında kullanabilecekleri rezervleri olan ülkelerin diğer ülkelere göre daha şanslı olduğu açık. Sağlık sektörü gibi hijyen ürünleri, gıda sektörü, koruyucu kıyafetler üretimi gibi alanlar büyük kazanç getirecek sektörler olarak öne çıkabilir.
Dijital çağa hızla sürüklenirken göreceğimiz en önemli şeylerden biri de fiziksel çalışma alanlarının ortadan kaybolması olacaktır.

Yeni sorgulamalar
Korona sonrası inşa etmeye çalıştığımız dünyada bizi başka neler bekliyor? Refleksif düşünen kişilerin kendi özeleştirilerini yapmalarını sağlayan bir durum söz konusudur. Kendilerini eleştiri süzgecinden geçiren kişilerde olumlu değişimler beklenebilir. Geçireceğimiz olumlu değişimler, bizi hem aile içi ilişkilerimizde hem de toplumsal ilişkilerimizde farklı olanaklara yönlendirebilir. Aslında farkında olmasak da bizi mutlu edebilecek birçok şey olduğunu keşfetmeye başlayabiliriz. Toplumsal ilişkilerimizde daha duyarlı hale gelebiliriz. Sorunlarımızla baş etmeyi öğrenebiliriz. Kendimizle nasıl kaliteli vakit geçirebileceğimizi keşfedebiliriz. Çevre bilincimiz gelişebilir ve dünyayı daha yaşanılası bir yer haline getirebiliriz. Kişiler daha çok açık havada toplumdan uzak yerlerde vakit geçirmek isteyebilir. Suyu bilinçli kullanarak hijyen unsurlarına dikkat edebiliriz.

Doğaya kâr amaçlı yaklaşımı simgeleyen kapitalizm sorgulanabilir.

Salgının yarattığı belli başlı sorunlar karşısında hayatımıza kolaylık sağlamak amaçlı yeni fikirler ortaya atıp tartışabiliriz. Tüketim çılgınlığına ve doğaya kâr amaçlı yaklaşımı simgeleyen kapitalizmi sorgulayabilir, insanla ve doğayla daha barışık yeni yaklaşımlara yelken açabiliriz. Bilimin temel ödevinin kâr olmadığını, insana hizmet olduğunu kavrayabiliriz. Kapitalizmin yarattığı eşitsizliklerden kurtulup daha adil bir dünyaya doğru gidebiliriz ve insanlığın bütününü ilgilendiren temel problemlere ilgimizi artırabiliriz. Bu sorunları tek bir ulusun kendi başına çözemeyeceğini görür, uluslararası işbirliği ve yardımlaşmaları örgütlü bir biçime dönüştürülüp artırabiliriz vb.
Sonuç olarak, korona bize dünyadaki yerimizi bir kere daha hatırlattı ve doğanın tek sahibi olmadığımızı, doğada ayrıcalıklı bir yerimizin de bulunmadığını gösterdi. Ayrıca hem kendimizi hem de ürettiğimiz uygarlık birikimini pek çok boyutuyla sorgulamamıza yol açtı.
Bu sorgulamalardan ütopya mı distopya mı çıkacak; bunu peşinen söylemek olası değil. Aristoteles’in de dediği gibi insanın ikinci doğası yerine geçen alışkanlıkları vardır ve insan büyük ölçüde alışkanlıklarının ürünüdür. İnsanın alışkanlıklarından kolayca vazgeçemeyeceğini, onları kolayca terk etmeyeceğini bekleyebiliriz. Nitekim korona sürecinde sık sık ne zaman normale dönüleceği sorulmaktadır; aslında normalle kastedilenin eski alışkanlıklarımız olduğu açıktır.
Ancak bilişim teknolojilerinin korona sürecinde her alandaki egemenliği, yeni bir üretim ve yeni bir toplumsal örgütlenme tarzının açık işaretleri olarak yorumlanabilir. Eğer durum böyleyse, yeni üretim ilişkisinin ve yeni örgütlenme tarzının kimi alışkanlıklarımızı geride bıraktıracağını beklemek olasıdır. Belki de korona sürecinde bir tür provası yapılan dijital dünya, yani dijital eğitim, dijital ticaret, dijital sosyallik vb. geleceğin en önemli gerçekliği haline gelecek. Eski yaşam alışkanlıklarına bağlı olanlar bu dijital dünyayı distopya, yeni olanaklardan yararlananlarsa ütopyaları olarak görebilirler. Bekleyip göreceğiz.

Önceki İçerikKOVİD-19 krizi: Yönetici sınıf, sınıfta kaldı
Sonraki İçerikSonu belirsiz bir salgının erken muhasebesi