Bir zemheri soğuğunda Edirne’den doludizgin yola çıkıp soluklanmadan Manisa’ya varmaya çalışan ulak, heybesinde Osmanlı Beyliği’ninkaderini taşımaktadır. Padişah II.Murat’ın ölümü başkalarınca duyulmadan oğlu Mehmet’e bildirilmeli, yeni padişah bir an önce Edirne’ye gelerek sahipsiz kalan tahtı devralmalıdır. Haberi alan Mehmet zaman yitirmeden askerleriyle yola çıkacak,II.Mehmet’in Fatih unvanını alacağı padişahlık dönemi 1451 yılı Şubat ayındaikinci kez başlayacaktır.
Henüz on dokuz yaşındaki delikanlı için taht yeni birşey değildir. Babası ona padişahlığı yedi yıl önce de bırakmış, buna karşın on iki yaşında bir çocuğun yönetiminin risklerinden çekinen Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, yaklaşan bir savaş öncesi II.Murat’a oğlunun ağzından o meşhur mektubunun yazılmasını sağlayarak bu kısa dönemi sona erdirmiştir. “Eğer sen padişahsan gel ordunun başına geç, yok eğer ben padişahsam emrediyorum tahtına dön.” Rüzgar gibi geçmiş olan bu ilk dönemden yıllar sonra Mehmet, tarihi değiştirecek planları için daha fazla hazırlıklıdır.
Hırslı ve hırçın Mehmet
II.Murat’ın üçüncü oğlu Mehmet, hırçın ve hırslı karakteriyle dikkat çektiği çocukluk günlerinde iyi bir eğitimden geçer. Manisa’daki şehzadelik döneminde hem Osmanlı hem de İtalyan hocalardan temel dünya bilgilerinin yanında, Arapça, Farsça, İtalyanca, Yunanca ve Latince dersleri alır. Özellikle Avrupa tarihine olan ilgisi, saltanat döneminde kılıcını bu uygarlığa çevirecek oluşunun ilk işaretlerini taşımaktadır. Daha o yıllarda zihninde yerleştiği belli olan keskin bir doğu-batı paradigması ilk etkisini Bizans’la süregelen içli dışlı politikanın terkedilmesinde gösterecektir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun karşısında, artık kimi zaman ittifaklar yapacağı, kimi zamansa evlilik yoluyla akrabalıklar kuracağı bir Osmanlı Beyliği değil, varlığına kastetmiş kararlı bir düşman vardır.
Doğu Roma, demeyelim artık, Bizans imparatorluğunun son döneminde tahtta Palailogos sülalesi oturmaktadır. Onüçüncü yüzyılın başlarında altmış yıl kadar Konstantinopolis’e egemen olan Latin İmparatorluğu’ndan geri aldığı topraklarını, batı sınırlarındaki Avrupa krallıklarıyla sürtüşerek, Anadolu’daki Türk beylikleri ile ise daha çok diplomatik ilişkiler ve karşılıklı çıkar dengeleri içinde korumaya çalışmaktadırlarPalailogos hanedanı. Ancak henüz genç sayılacak Osmanlı Beyliği’nin Bizans’ı çevreleyecek şekilde genişlemeye başlaması bu köhne imparatorluk için kaçınılmaz sona işaret etmektedir.
Dönemin dünyası, yaygın kanının aksine devletler ve topluluklar arası ilişkilerin fazlasıyla iç içe oluşunun örneklerini sergiler. Örneğin, oğlu Foçalı korsanlarca kaçırılan Orhan Bey’in Bizans’tan yardım istemesi ya da Yıldırım Bayezid’in torunu Şehzade Orhan’ın Bizans’ta yaşayıp masrafları için Osmanlı’nın para ödemesi şaşırtıcı değildir. II.Murat ve II.Mehmet dönemlerinin güçlü sadrazamı Çandarlı Halil Paşa’nın Bizans’la olan yakınlığı ise bu ilişkilerin çoğu kez kişisel çıkarlarla yönlendiriliyor oluşunu düşündürmektedir.
Beyliğin ilk dönemlerinden beri sultanlara önemli destekler sağlamış Çandarlı sülalesinin bir üyesi olan Halil Paşa, Padişah II.Mehmet’ten daha geniş bir kişisel servete sahiptir ve bu servetin büyütülüş biçimi konusunda halk arasında söylenenler pek de iç açıcı değildir. Öyle ki, bir gün çadırlardan birine bağlı bir tilki gören II.Mehmet’in “Sen niye böyle eziyet çekersin, bizim Halil’e biraz para verseydin senin ipini çözerdi” dediği söylenir. Padişahla Sadrazamının aralarında geçmişten gelen bir güvensizlik olduğuna şüphe yoktur. Üstelik Halil Paşa’nın giderek, II.Mehmet’in lalası da olan Zağanos Mehmet Paşa’yla bir iktidar mücadelesine girmesi kendi sonunu getiren olayları hızlandıracaktır.
Çandarlı’nın yıllar önce II. Murat’ı tahta geri çağırtmasının ardında, çocuk padişahın deneyimsizliği kadar, cesur bakışlarını daha o çağda Konstantinopolis’e dikmiş olmasının yattığını söyleyenler de bulunur. İkinci döneminde Mehmet’in Edirne’deki asıl uğraşının şehrin alınması üzerine planlar yapmak ve gerekli silahları tasarlamak oluşuna bakılırsa, bu sav pek de yabana atılır değildir. Kuşatmaya kadar geçen iki yıllık süre, yarım tonluk gülleler atabilecek benzersiz büyüklükte bir topun dökülmesine ve surlara yetişecek ahşap kuleler ve merdivenlerin tasarlanmasına yetecektir. Bizans’tan istediği parayı alamadığı için ayrılmış bir Macar ustanın döktüğü o meşhur top öyle gürültü çıkarmaktadır ki, patlatılacağı zamanlarda Edirne halkına haber verilmekte, böylece insanların sağır olmasına, yaşlıların kalpten gitmesine, hamilelerinse çocuklarını düşürmelerine engel olunmaya çalışılmaktadır. Bu devasa silahı çekmek için 60 öküz, devrilmesini engellemek için 200 adam gerekmektedir.
Tüm bu hazırlıkların Bizans’ta bilinmediğini düşünmek pek mantıklı sayılmaz. Ancak ilk adımın atılmasının bahanesi yine Bizans’tan gelecektir. İmparator, Konstantinopolis’te yaşayan Şehzade Orhan’ın masrafları için alınan parayı arttırmak istemekte, olmazsa Şehzade’nin Osmanlı topraklarına bir taht adayı olarak gönderilme olasılığıyla da şantaj yapmaktadır. Görünen o ki Bizans Sarayı hasmını hafife alırken, olacaklara da hazırlıksızdır. Ancak II. Mehmet’in Boğaz’ın Avrupa yakasına bir hisar yapma girişimi Konstantinopolis’te alarm zillerini çaldırmaya yeter.
Olayları Bizans’tan anlatanlara göre Padişah hisar için İmparator’dan izin alma gereği duymamış, kendisine bu durum sitemle anımsatıldığında ise varolan gücünü ve topraklarını vurgulayıp küçümseyici bir tavır takınmıştır. Osmanlı tarihçilerine göre ise II. Mehmet Bizans’tan Boğaz kıyısında yalnızca bir öküz postu uzunluğunda toprak istemiş, ancak iri bir öküzün derisini ince şeritler halinde uç uca kestirerek iki yüz adım uzunluğunda bir sahilde hak iddia etmiştir. Aynı bu şekildeki eski bir Kartaca hilesinin Padişah tarafından bilinip yineleniyor oluşu, II. Mehmet’in tarih bilgisinin de kanıtıdır şüphesiz. Kısa bir süre içinde tamamlanan Rumelihisarı, Boğaz’daki Osmanlı denetimini pekiştirecek ve Bizans’ın yardım yollarından birisini kapatacaktır.
Bizans’da ticari bağlara dayalı ittifaklar ve dinsel tartışmalar
Batı Avrupa ile ayrılığı coğrafi olmanın çok ötesinde derin mezhepsel nedenlere dayanan Bizans’ın yardım seçenekleri pek de çeşitli sayılmaz. Daha çok ticari bağlardan beslenen ittifaklar bazı paralı güçlerin desteğini sağlasa da doğal müttefik olması beklenen Papalık ile ilişkiler son derece sancılıdır. İsa Peygamber’in tanrılık nitelikleri üzerinden yüzyıllar önce başlayan tartışmalar Ortodoks Doğu ile Katolik Batı’yı neredeyse bir araya gelemeyecek şekilde ayırmış durumdadır. Batı’ya oranla zayıf olan Bizans’ta, Papalık’tan gelecek bir desteği reddederek aksi durumun dinden atılmaya kadar gideceğini söyleyenler de azımsanmayacak kadar fazladır. Öyle ki, şehrin askeri birliklerinin komutanı MegadükLucasNotaras’ın İmparatorluk Konseyi’nde söylediği “Konstantinopolis’te Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi yeğlerim” sözü dillere düşmüştür. Ancak yaklaşan tehlike Bizans için yaşamsal önemdedir ve şehrin bu konuda ikiye ayrılması yalnızca savunmalarının zayıflamasına yol açacaktır. Yine de Bizans, aşılması güç surları ve coğrafi avantajlarıyla oldukça iyi korunan bir kaledir.
Osmanlı ordusu 1453 yılı Nisan ayının ilk günlerinde, yarısından çoğu süvari yaklaşık altmış bin kişilik bir kara gücü ve onlarca deniz aracı ile şehri kuşatır. Kuşatıcıların bulduğu Haliç, birbirine zincirlenmiş Venedik gemileriyle denizden ulaşıma kapatılmış durumdadır. Surlarda İmparator’un askerleri ve Cenevizli komutan Giustiniani’nin silahşorları yerlerini almıştır. Liman tarafında ise MegadükNotaras’ın süvarileri ve belki de sembolik bir tavır olarak Şehzade Orhan’ın az sayıda adamı bulunmaktadır. Gergin durumda saldırıyı bekleyen şehirde bazı kulaklar Papalık donanmasından beklenen destektedir. Buna karşın, şehrin tüm kaynaklarının ortak bir savunma gücü etrafında toplanmamış olduğu, kuşatmanın ileriki günlerinde açıkça görülecektir.
Haliç’in kapalı olması nedeniyle şehre liman tarafından yaklaşamayan Osmanlı güçleri için saldırı önceliği Batı tarafındaki surlardadır. Bugünkü adlarıyla Edirnekapı, Silivrikapı ve Topkapı önlerine yerleştirilen toplar 12 Nisan günü surları dövmeye başlar. Şehir duvarlarının kademeli yapısı ve derin hendeklerle korunması, kuşatmanın uzun süreceğinin işaretidir. İlk günlerde, Edirne’de tasarlanmış ahşap kuleler, grejuva denilen ve suda bile yanmaya devam eden Rum Ateşi’nin tehdidi altında etkili olamaz. Şehre yeraltı tünelleri kazarak sızma girişimleri, karşı yönden açılan tünellerdeki direnişle karşılaşır. Dar yeraltı oyuklarında ve meşale ışığında yaşanan can pazarı, Osmanlı’nın işinin kolay olmayacağını göstermektedir. Üstelik büyük top başta olmak üzere ağır silahların soğutulma gerekliliği yüzünden sık atış yapamaması, savunmacılara surlarda açılan gediklerin kapatılması için yeterli zamanı bırakmaktadır. Ancak Osmanlı’nın kuşatmayı çözmeye niyeti yoktur. Padişah’ın daha sık atış emriyle çatlayıp imha olan bir top, onu döken Macar ustanın ölümüne neden olduysa da yine Macaristan kralından haber getiren bir ulağın öğrettiği atış taktikleri Osmanlı topçusunun etkisini arttırmaya yardımcı olur. Bizans için surların savunulması haftalar ilerledikçe daha da zorlaşmakta, buna karşın Osmanlı ordusunun kayıpları da büyümektedir.
Deniz tarafında yaşananlar ise daha heyecansız sayılmaz. Bir Ceneviz kolonisi olarak Konstantinopolis’e karşıdan bakan Galata her ne kadar yaşananları izlemekle kalıyor gibi görünse de, Haliç’in kendi kıyısını bile eski dostlarının yararı için koruma gücü yoktur. Ellerinden tek gelen, geceleri gizlice Bizans’a erzak ve haber taşımaktır. Bu şekilde şehrin zaman kazanmasına, kuşatıcıların giderek güçten düşmesineve çaresizce beklenen Papalık donanmasının ufukta belirmesinebel bağlanmıştır.
Marmara Denizi her ne kadar beklenen donanmayı getirmese de, bir ara üç Venedik gemisinin Osmanlı denizcilerini aşarak Haliç’e girmeyi başarması şehre moral verecek, ancak bu andaki kısa deniz muharebesini sahilde atının üzerinden huzursuz çırpınışlarla izleyen Padişah’ın öfkesini büyütüp arayışlarını çeşitlendirecektir. Kendi askerlerinden birinin ateşiyle bir gözünden olup başarısızlığını bu durumla açıklayan Kaptan-ı Derya’nın azledilmekle kalıp canını kurtarmasının ardından, denizden başka bir hamle yapılmasına karar verilir. Zağanos Paşa’nın denetimindeki Galata sırtlarına ahşap yollar döşenir ve gemiler yeniçerilerce çekilen halatlara bağlanarak karadan Haliç’e indirilir. Bu parlak fikri ister II. Mehmet ister Zağanos Paşa akıl etmiş olsun, isterse de ikisinden biri 1439’da Venediklilerin Milano dükalığına karşı savaşta gemilerini Garda gölüne aynı şekilde karadan taşımalarından haberdar olsun, farketmez, kuşatmanın seyrini değiştirebilecek deniz avantajı artık Osmanlı’nın eline geçmiştir.
Haliç’e indirilen Osmanlı Donanması
Bu etkili hamleye karşı Bizans güçlerinin Haliç’e indirilen Osmanlı donanmasını gizli bir saldırıyla yakma girişimi, belki de kuşatmanın ve olayların seyrini hızlandıracak adım olur. Kendisini göstermek isterken disiplinsiz davranıp erken harekete geçen bir Venedikli kaptan sayesinde saldırıyı farkeden Osmanlılar yalnız donanmalarını kurtarmakla kalmayacak, belki şehirdeki iç çekişmelerin ateşini de güçlendirecektir. Geniş bir alana yayılmış surların içindeki halkın bir bölümü yakıcı bir kuşatmanın etkisini pek fazla hissetmeden yaşayabilmekte, şehri savunan askerlerin ödemelerini yapmak isteyen İmparator’a borç vermemek için zenginler servetlerini gizlemekte, MegadükNotaras Cenevizli Giustiniani’nin istediği silah ve teçhizatı sağlama görevine ayakdiremektedir. İleriki günlerde kuşatmayı anlatan Hıristiyan tarihçiler için, yenilginin sorumlularının listesini yapmak pek de zor olmayacaktır.
Surların dışında ise sabırsızlık ve huzursuzluk yavaş yavaş artmaktadır. Padişah, Çandarlı Halil Paşa ile Zağanos Paşa’nın birbirine zıt telkinleri arasında bunalmıştır. Çandarlı, geçmişten gelen kötü ününü de haklı çıkarabilecek şekilde, kuşatmanın kaldırılmasını ve daha fazla kayıp verilmemesini istemektedir. Gerekçesi ise Avrupa’dan kara ya da deniz yoluyla gelebilecek güçlü bir desteğin bütün orduyu yok ederek Osmanlı’nın mahvolmasına yol açma tehlikesidir. Zağanos ise topluca yapılacak bir saldırıyla şehrin düşmesinin an meselesi olduğunu savunmaktadır.One göreII. Mehmet kendisini Fatih yapacak hamlenin çok yakınındadır.
Osmanlı tarihçileri, bir yere saldırmadan önce barış önerilmesinin ve aman dileyeceklerin kanının dökülmemesinin dini gerekçelerini çeşitli kaynaklarda belirtirler. Bizans’a önerilen anlaşma koşulları içinde de şehri terkedecek ya da kalmak isteyeceklerin canının bağışlanması vardır. Ancak köklü bir imparatorluğun sonu bu kadar kolay gelmeyecektir. Üstelik, anlaşma seçeneklerinden birisi olan vergilendirme karşılığında Bizans, Osmanlı’dan Rumelihisarı’nın yıkılmasını talep etmekte, bunun reddini ise artniyet işareti saymaktadır. Artık son hamleler için hazırlıklara girişilmiştir.
Padişah’ın büyük saldırı kararını vermesi sırasında yalnızca paşalarla değil, doğrudan yeniçeriyle de görüşüyor olması dikkate değer. Kuşatma boyunca ordunun fiziksel ve ruhsal durumunu yakından izleyen ve askerin gücü ile isteklerini kullanmayı iyi bilen Padişah, yeniçeriye saldırı için hazır olup olmadıklarını, bu emri verirse şehri alıp alamayacaklarını sorar. Saldırı kararını açıkladıktan sonra da şehri, muzafferlerin hakkı olarak yağmalayıp ganimet ve köle toplamaları için üç gün onlara bırakacağını, yalnızca mülkün kendisine ait olduğunu bildirir. Tabi ki, bu kutsal şehri alan askerin cennette yeri hazırdır. Ayrıca surları aşıp şehre ilk giren yiğit de Padişah’tan büyük armağanlar ile bir valilik almaya hak kazanacaktır. Saldırıdan hemen öncesinde asker bir gün oruç tutacak ve bitiminde hellalleşilecektir. Bu görüntünün, surların üzerinden kendilerini izleyip de ritüeli bilmeyenler için şaşkınlık verici olduğu açıktır.
Büyük saldırı başladığında ortalığın nasıl bir hale büründüğünü düşleyebilirsiniz. Gürültüyle ateşlenen top gülleleri, surlara çarpan dev demir bilyelerin açtığı gediği içeriden toz duman içinde onarmaya çalışanlar, her iki tarafa doğru yoğun bir ok yağmuru, bir yandan surlara dayanan merdivenler ve tırmanmaya çalışan yeniçeriler, burçlardan üzerlerine dökülen kızgın yağ, yukarı çıkmayı başaranları bekleyen kılıç kılıca mücadele, birbiri ardınca kopan başlar. Her iki taraf için de ne kadar yüksek bir motivasyonun söz konusu olduğu açıktır.
O gün orada bulunanlar, saldırı giderek şiddetini arttırırken, surlarda açılan gediklerin içeridekiler tarafından artık eski hızında kapatılamadığını anlatmaktadır. Ama belki de tarihin akışını hızlandırma rolü, isimsiz bir yeniçerinin fırlattığı ok tarafından yerine getirilecektir. Bizanslıların çok güvendiği Cenevizli komutan Giustiniani, koltukaltına isabet eden bir okla vurulur. Durumu ölümcül değildir. Ancak o savaşmayı bırakıp yarasına bakacak birilerini aramaya gider. Komutasındaki askerlere haber vermemesi ve yerine kimseyi bırakmaması, yokluğu farkedildiğinde kaçmış olmasına yorulacak ve surların üzerinde kimi zaman göğüs göğse çarpışan askerlerinin de dağılıp kaçışmasına yol açacaktır. Giustiniani, o sırada kendisi de surlarda olup askerlerinin başına dönmesini isteyen İmparator’u reddederek, tarihin akışını değiştirmese bile en azından olayların şekil almasını sağlamıştır. Aslında Cenevizli komutan bu davranışıyla uyuşmayacak öyle bir şana sahiptir ki, kuşatma sırasından II. Mehmet’in “böyle bir komutanım olsaydı şehri çoktan almıştık” dediği ve Giustiniani’ye büyük para teklif edip kendi saflarına katmaya çalıştığı bile söylenmektedir.
Kimi kaynaklar Giustiniani’nin yaralı halde limana sığınmaya çalışırken surların dibindeki bir kapıdan dışarı çıktığını, ardından da açık kalan bu kapıdan içeri yeniçerilerin girdiğinde ısrarcıdırlar. Kimileri de zamanında kilitlenmesi unutulmuş bir kapıdan söz eder. Osmanlı kaynakları ise yeniçeri Ulubatlı Hasan’ın surlara tırmanıp şehre ilk giren kişi olduğunu belirtmeyi tercih eder. Surlardaki savunmanın çökmesi şehrin de düşmesi anlamına gelecektir. İster açık bir kapıdan sızarak, ister merdiven üzerinde çarpışarak olsun, kuşatmanın 55. günü olan 29 Mayıs 1453’te Osmanlı Ordusu İstanbul’a girmeyi ve kısa zamanda bütün şehri ele geçirmeyi başarır. Bizans’ın son imparatoru da yeniçeriler tarafından bu noktada ilk öldürülenler arasındadır.
Uzun bir kuşatmadan sonra zaferi elde eden askerler, ölümden sonraki cenneti garantilemişlerdir. Şimdi ise sıra yaşarken erişilecek cennetin maddi koşullarını elde etmeye gelmiştir. Şehrin düştüğü haberi Konstantinopolis’te yayılır yayılmaz önce korku içinde Ayasofya’da toplanan halk, yeniçerinin geldiğini görünce limana hücum eder. Ceneviz ve Venedik kalyonlarına binebilmeye çalışanlar arasında bir can pazarı yaşanmaktadır. Kimi kayıklar fazla yükten batar, kiminde insanlar birbirini denize atar. Limana ulaşamayanların kaderi ise yağma sırasında köle olmaktır.
Fatih Sultan Mehmet belki de çocukluğundan beri rüyalarını süsleyen şehre surların tamamen yıkıldığı bir noktadan atı üzerinde girecektir. Rivayete göre akıbetini ilk sorduğu kişi Şehzade Orhan olmuştur. Kendisine, Şehzade’nin savunmaya katıldığı liman bölgesinde bir keşiş giysisiyle şehirden kaçmaya çalışırken yakalanıp öldürüldüğü söylenir. Gelenek olduğu üzere, üzerinde güvenle at sürdüğü bu eşsiz şehir, bütün mülküyle artık Padişah’ındır. Yüzyıllardır islam dünyasının düşlediği başarıya ulaşmıştır ve fethinin gerek tarihsel gerek güncel koşullarla öne çıkan dinsel niteliği dillere destan Ayasofya’da canlanacaktır.
Ayasofya’nın taşınabilir zenginlikleri yağmadan nasibini fazlasıyla almıştır, ancak her yer gibi orası da Allah adına artık Padişah’ındır. Öyle ki, Fatih Ayasofya’ya girdiğinde yerdeki mermeri sökmeye çalışan bir yeniçeri erine ceza bile verir. Bu görkemli yapının şehrin yeni sahibinin ilk ibadet yeri olması da şaşırtıcı olmayacaktır. Ayasofya, Osmanlı tarihi boyunca cami olarak ibadete açık kalmanın yanında, sultanlar ve mimarları için aşılması istenen bir hedef olarak da gözler önünde duracaktır. Çeşitli kaynaklar, büyük saldırı öncesi önerilen anlaşma koşulları uyarınca, şehrin savaşarak alınılan batı tarafındaki bütün ibadet yerlerinin ya yıkılıp ya da camiye dönüştürüldüğünü, ancak savaşmadan teslim edilen liman tarafındaki ibadet yerlerinin olduğu gibi kalmasına izin verildiğini yazar.
Fatih için, devletten imparatorluğa geçişte merkez olacak şehrin bir çekim alanı olmayı sürdürmesi oldukça önemlidir. Öyle ki, tarihteki adlarının içinden Padişah’ın “islam bol” göndermesini severek tercih ettiği seslenişiyle “İstanbul”un ilk valisi olarak, şehrin dinamiklerini herkesten iyi bilen son MegadükNotoras düşünülmektedir. Notoras, Fatih’le görüşmesinde kendisine sorulan, şehrin nasıl bu kadar uzun süre savunulabildiği sorusuna, Osmanlı tarafından düzenli olarak sızdırılan savaş planlarını göstererek yanıt verir. Bazı tarihçilere göre ise elinde Çandarlı Halil Paşa’nın Bizans İmparatoru’na gönderdiği gizli mektuplar bulunmaktadır. Bu durumun Fatih tarafından gecikmeden cezalandırılmasına ve Halil Paşa’nın, yalnızca kendi hayatına son verilmekle kalmayıp köklü ailesinin sonraki kuşaklarının kaderini de olumsuz etkilemesine şaşırmamak gerekir. Notaras’ı valiliğe getirme planı ise, bu güçlü yöneticinin geçmişteki etkisi, ilişkileri ve bağımsız karakteri düşünüldüğünde, gerçekçilikten uzak yanını kısa sürede gösterecek ve Megadük ailesiyle birlikte o da tarih olacaktır. Notoras’ın son anlarında yanında olup kaderini paylaşanlar arasında, yüz küsur yıl önce kızını Orhan Bey’le evlendirip I.Murat’ın annesi yapan, bu nedenle de aslında Fatih’in akrabalarından biri olan eski imparator Kantakuzenos’un torunları da bulunmaktadır.
Ganimet üleşilip kazananlar rahatladıktan sonra şehre yeni giysilerini giydirme süreci başlar. Ancak dünyanın bu belki de en güzel şehrinin kendine gelip ritmini bulması için zaman gerekecektir. Yalnız Konstantinopolis değildir boşalan, kuşatmadan etkilenmemesi olanaksız olan Galata da sakinlerinin bir bölümünü kaybetmiştir. Fatih’in yaptığı, kaçanları geri çağırarak eski yaşamlarını garanti eden çağrılar umulan etkiyi hemen göstermez. İmparatorluk topraklarının çeşitli köşelerinden özellikle Yahudi tebaanın İstanbul’a taşınıp yerleştirilmesi için, İslambol adıyla çelişecek de olsa, özel çaba gösterilir. Ne kadar sürerse sürsün, güçlü bir imparatorluğun başkenti aynı zamanda eşsiz bir coğrafyada kurulu ise önünde sonunda yaşamın da merkezi olacaktır.
Fatih Sultan Mehmet’i anlatan Bizans tarihçileri, ister onun hışmından kaçıp hüzünlü ağıtlar yazsınlar, ister İstanbul’da kalıp hizmetlerini kendisine sunsunlar, bu genç padişahın geniş bir tarihsel perspektife sahip olduğunu belirtirler. Öyle ki, İstanbul’a girdiği zaman Truva’nın binlerce yıllık intikamını aldığını söylediği bile iddialar arasındadır. Çocukluğunda kendisine verilen zengin eğitim düşünüldüğünde, attığı adımların tarihsel gereklilikler kadar kendi iradesinden de beslendiği rahatça söylenebilir. Fatih’i tanıyan batılılar onun sıklıkla Avrupa ile ilgili sorular sorduğunu ve sanki kafasındaki kimi planları uygulanabilir hale getirmeye çalıştığını yazarlar. Bu sorular arasında önde gelenler de Venedik ve Roma şehirleri ile ilgili olanlardır. Gerçekten de, 1480 yılında Güney İtalya’da Otranto limanına ayak basan Osmanlı donanması, padişahın çocukluk düşlerindeki bir adımı daha atmaya niyetlenmiştir. Ancak ertesi yıl, kırk dokuz yaşındayken, orduyla çıktığı ve nereye olduğu bilinmeyen bir seferin daha başlangıcında gizemli bir şekilde ölen, kimilerine göre de zehirlenerek öldürülen Fatih, Osmanlı’nın Avrupa’daki egemenliğini pekiştirebilecek bu hamleyi gerçeğe dönüştürme fırsatı bulamayacaktır.