Ana Sayfa 194. Sayı James Baldwin’i anımsamak: ‘Ben senin zencin değilim’

James Baldwin’i anımsamak:
‘Ben senin zencin değilim’

1080

Bazı sevdiğimiz yazarlar vardır. Aradan uzun zaman geçmesine karşın, dönem dönem onlarla tekrar karşılaşırız, onları tekrar keşfederiz. Dostluğumuz kaldığı yerden devam eder.
Afrikalı-Amerikalı yazar James Baldwin’le de böyle oldu; yıllar sonra tekrar buluştuk. İlk kitabını 1996’da Amerika’dayken okuma fırsatı bulmuştum. Kitapçıdaki Baldwin romanları arasından adı aynı bir blues şarkısına benzeyenini seçmiştim: “Tell me how long the train’s been göne” (Tren gideli ne kadar zaman olduğunu bana söyle). Baldwin’in bu kitabını adadığı üç isimden birinin Türk tiyatrocu Engin Cezzar olduğunu görmüştüm ama tanışıklıkları ve yakınlıklarıyla ilgili ayrıntılı bir bilgim yoktu. Hele Baldwin’in bu kitabı Türkiye’de yazmış olduğunu aklıma bile getiremezdim.
Baldwin Amerika’daki zenci ayrımcılığına dayanamamış, zenci hakları mücadelesinin en yoğun olduğu yıllarda 24 yaşındayken Amerika’dan ayrılmış, Paris’e yerleşmiş, uzun bir süre İstanbul’da ve İsviçre’de yaşamıştı. Amerika’da 1950’lerin ikinci yarısında tanıştığı oyuncu arkadaşı Engin Cezzar aracılığıyla Türkiye’ye gelmiş ve yaklaşık on yıllık bir süre İstanbul tiyatro ortamının önemli bir parçası olmuştu. Memleketi olan New York’a ara ara gitmiş, bu dönemde Amerika’da yaşananları hem dışarıdan, hem de elbette içeriden, konunun tam da ortasında bir kişi olarak izlemişti.

ABD’deki zenci ayrımcılığına karşı mücadelenin simge isimlerinden James Baldwin.

İki yıl önce James Baldwin’in en önemli kitaplarından biriyle kitapçı raflarını karıştırırken tesadüfen karşılaştım: Notes of a native son (Öz evladın notları) Baldwin’in 50’li yıllarda Amerika’daki ırkçılık üzerine yazdığı çeşitli dergilerde yayınlanan makalelerinden oluşuyordu. Tıpkı ‘kadın yazar’ ön ekinden sıyrılamayan pek çok yazar gibi sadece zenci konusu üzerinde yazan bir kişi olarak anılmak istemiyordu. Üretken bir yazar olarak çok sayıda roman ve makale kaleme almış olmasına karşın bu konuda yazdığı makaleleri içeren bu kitabı onun en bilinen eseri olma özelliğini taşıyor.

“Ben senin zencin değilim” (I am not your Negro)
James Baldwin’in dünyasına bu ikinci yakınlaşma dönemim 2017 yılında hakkında yapılan belgesel film I am not your negro (‘Ben senin zencin değilim’) ile yeni bir boyut kazandı. Bu belgeseli, tıpkı güzel bir blues şarkısıymışçasına, arka arkaya birçok kez izledim ve her seferinde anlattıklarının yeni bir boyutunu fark ettim.
Belgesel film, Baldwin 63 yaşında Fransa’da öldüğünde üzerinde çalışmakta olduğu ancak sadece otuz sayfasını tamamlayabildiği Remember this house (Bu evi hatırla) adını vereceği kitabından esinlenerek, ülkesinde Kültür Bakanlığı da yapmış olan Haitili yönetmen Raoul Peck tarafından hazırlanmıştı. Bu dönemde Amerika’da zenci hakları mücadelesinde üç önemli isim, 40 yaşlarına gelemeden, arka arkaya öldürülmüştü. Medgar Evers (NACCP, Zencilerin gelişimi için kurulan ulusal birliğin Mississippi sorumlusu), Malcolm X ve Martin Luther King bu mücadeleye üç ayrı açıdan yaklaşıyorlardı. Onların hayatları üzerinden zenci mücadelesini yazmaya başlamıştı ama ömrü yetmedi. Raoul Peck, Baldwin’in bıraktığı yerden ve onun ağzından (yazdıklarından) öyküye devam ediyor ve yurtdışında yaşamasına karşın o dönemin etkin entelektüellerinden biri olan Baldwin’i de dördüncü kişi olarak bu öyküye katıyor.
Film, “Amerika’daki zencilerin hikâyesi Amerika’nın hikâyesidir ve bu güzel bir hikâye değildir” cümlesiyle başlıyor. Belgesel, Baldwin’in çeşitli kitaplarından alınan yorumları, 50’li yıllarda dünyanın değişik yerlerinde sunduğu seminerlerden ve televizyon röportajlarından bölümleri, diğer üç insan hakları kahramanının erken sona eren yaşamlarından kesitlerle ve konuşmalarıyla harmanlayarak farklı yollardan aynı sonuca varmaya çalışan dört düşünce adamının hayatlarını özetliyor.
Baldwin 1950’lerde çekilmiş bir televizyon programından çıkıp günümüze geliveriyor ve bence her türlü ayrımcılığın ve dolayısıyla faşizmin özünü tanımlayan bir tespitte bulunuyor: “Beyazların yapması gereken ellerini kalplerine koyup, neden onlar için bir siyahın olmasının gerekli olduğunu bulmaları. Çünkü ben bir siyah değilim, ben bir insanım. Siz benim siyah olduğumu düşünüyorsanız, demek ki buna ihtiyacınız var. Bence bu ülkenin kaderi bunu anlayabilmesine bağlı.” diyor. Gerçekten de faşizmin her zaman bir ötekiye ihtiyacı var: Almanya Yahudileri seçti, Amerika zencileri ezdi, Avrupa’da da şu anda Müslümanlar aleyhine yadsınamayacak bir ayrımcılık var. LGBTQ bireyleri ise her yerde her kökenden çok sayıda insanın hedefi halindeler. Belgesel film için yapılan en önemli eleştiri de zaten bu noktada toplanıyor. Filmin söylemi tamamen Amerika’daki zenci ayrımcılığı üzerine kuruluyor ve Baldwin’in eşcinselliği bilinçli olarak atlanıyor. Sadece kendisiyle ilgili Federal Soruşturma Bürosu (FBI) dokümanlarının gösterilmesi yoluyla bu konu geçiyor. Irk ayrımını anlatan bir filmin diğer bir ayrımcılık korkusuyla bundan kaçınması insanı bu ayrımcılığın gücü üzerinde düşündürüyor.
“Kendiniz bir canavara dönüşmeden beni linç edip gettolarda tutamazsınız” diyor Baldwin ve ekliyor: “Ve dahası, bana korkutucu bir avantaj veriyorsunuz. Siz hiçbir zaman bana bakmak zorunda değildiniz. Ben size bakmak zorundaydım. Ben sizi, sizin beni tanıdığınızdan çok daha iyi tanıyorum.”

James Baldwin İstanbul’da.

Baldwin İstanbul’da
James Baldwin Amerika’da ırkçılıkla mücadelenin en yoğun olan yıllarda yurtdışında yaşamıştı, bir nevi sürgün hayatıydı bu. Kendi sürgünü müydü, koşulların ona dayattığı bir sürgün müydü? Her gün ırkçılık nedeniyle çok sayıda insanın öldüğü Amerika’da zenci mücadelesinin önde isimlerinden biri olarak hem kendi hayatından endişeleniyordu, hem de diğer ülkelerde pek çok entelektüel gibi kendi toplumuna daha nesnel bir şekilde dışarıdan bakmanın avantajını yaşıyordu. Türkiye’de daha verimli çalışıyordu.
Amerika’da ilk Baldwin kitabımı okurken kitabını neden Engin Cezzar’a adandığı konusunda bir araştırma yapamamıştım. Yıllar sonra bir Baldwin uzmanı olan Polonyalı araştırıcı Dr. Magdalena Zaborowska’nın James Baldwin’s Turkish decade: Erotics of the exile (James Baldwin’in Türkiye’deki on yılı: Sürgünün erotikliği) adlı bir kitap yazmış olduğunu bulmak benim için bir hazine keşfetmek gibiydi. Zaborowska kapsamlı bir araştırma yapmış ve İstanbul’da Baldwin’in izini sürmüştü. Engin Cezzar, Gülriz Sururi, Zeynep Oral ve Ali Poyrazoğlu gibi tanınmış isimlerin dışında diğer yakınları ve arkadaşlarıyla söyleşiler yaparak, yaşadığı evleri gezerek, yalnız yazar değil, bir insan olarak James Baldwin’in İstanbul dönemini anlatıyor.

Yaşar Kemal ve James Baldwin. Fotoğrafı çeken de Ara Güler.

Baldwin 1961 yılında Türkiye’ye gelmiş, yaşamı aralıklarla on yıl süresince İstanbul’da tiyatro ve sanat çevresinin içinde geçmişti. Another Country (Bir başka ülke), Tell me how long the train’s been gone (Tren gideli ne kadar zaman olduğunu bana söyle) ve If Beale Street Could Talk (Beale Street Konuşabilseydi) kitaplarının büyük bir kısmının Türkiye’de yazıldığı bilinmektedir. Ayrıca The fire next time (Bir daha sefere ateş) ve No name in the street (Sokakta adsız) adlı eserlerinin çeşitli bölümlerini de Türkiye’de yazmıştır. Adı geçen ilk dört kitap ve yazarın ilk romanı olan Giovanni’s Room (Giovanni’nin Odası) Türkçeye çevrilmiştir. (If Beale Street could talk 2018 yılında aynı adlı filme uyarlandı ve en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Regina King’e Oscar kazandırdı).
1969 yılında Kanadalı yazar John Herbert’in Düşenin Dostu (Fortune and men’s eyes) adlı oyunu Baldwin’in yönetmenliğinde Gülriz Sururi-Engin Cezzar tiyatrosu tarafından oynandı, Hapishane ortamında eşcinselliği işleyen oyun büyük ilgi görmüş, yasaklanana kadar kapalı gişe oynamıştı. Öyle ki, oyunu yasaklamaya gelen polisler bile önce merakla oyunu izlemiş, sonra tiyatroyu kapatmışlardı. O yıllarda tesadüfen İstanbul’da olan caz trompetçisi Don Cherry oyunun müziklerini bestelemişti.
Baldwin’in izini sürenlerden bir başkası ise 1960’lı yıllarda genç bir fotoğrafçı olan Sedat Pakay’dı. James Baldwin hakkında kısa bir belgesel çekmişti. From another place (Başka bir yerden) Baldwin’in elinde bir tespihle başlıyor. Evinde ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde çekilmiş, yazarlığından eşcinselliğine kadar pek çok konuyu kapsayan içtenlikli yorumlarından oluşuyor. Bu kısa belgesel, Baldwin araştırıcıları için önemli bir kaynak niteliği taşıyor.
Ayrıca Baldwin ve Cezzar arasında uzun yıllar süren mektuplaşmalar “Dost mektupları” adıyla 2005 yılında Türkçe olarak yayınlandı.
Amerika kendi öz evladına sahip çıkmazken, Baldwin İstanbul’da Amerikalı bir entelektüel olarak saygı görüyordu ve kendini daha özgür hissediyordu. Her toplantının onur konuğuydu. Zaborowska’nın kitabı Amerika’nın zencilere karşı olan ayrımcılığı ile Türkiye üzerine kara bulutlar gibi çöken Amerikan emperyalizmini ve Amerikan pasaportunun gücünü de irdelemesi bakımından önemli. Kitabın o dönemin entelektüel kesimleri ve Robert Kolej camiası ile ilgili de ilginç saptamaları var.
Baldwin, “Dünya beyaz değil, hiç bir zaman beyaz olmadı, hiç bir zaman beyaz olamaz. Beyaz, sadece gücün metaforudur.” diyor. Ben Baldwin’in söylediklerinin güncelliğini koruduğunu, evrensel olduğunu ve tekrar tekrar okunması gerektiğini düşünüyorum.

Önceki İçerikBir gazeteci profili olarak Basiretçi Ali Bey
Sonraki İçerikAkhisar-Kırkağaç (Manisa) deprem fırtınasının özellikleri